06 Kasım 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Süleyman KÖSMENE

İnna lillah ve inna ileyhi raciun


A+ | A-

O’nun için yaşarız ve O’na gideriz. Biz O’na gidişe ölüm demeyiz. Ölüm mecazi ve çok kısır bir sözcüktür. O’na gidişi ifade etmekten acizdir. Ölüm dünyayı terk edişin ve O’na varışın mecazi adı olmuştur sadece. İman kervanı bu tecelliye ölüm demiyor: Kur’ân, “hayat gibi mahlûktur” 1 diyor bu tecelli için. Koca Yunus “Âşıklar ölmez!” derken, Mevlânâ ona “Şeb-i ârus” (Sevgiliye kavuşma) diyor. Bediüzzaman da “kemâlâta kavuşmaktır” 2 diyor bu tecelli için… Yoksa ayrılış, bitiş, sönüş, yok oluş değil bu tecelli. Bizim böyle inancımız yok. Çünkü böyle bir hakikat yok!

Üstad Hazretleri o güzel ifadeleriyle bu tecelliyi ne güzel tanımlamıştır: Mevt, tebdil-i mekândır, ıtlak-ı ruhtur, vazifeden terhistir; idam ve adem ve fenâ değildir…. hayat gibi mahlûktur; hem bir nimettir…. bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuttur, hayat-ı bâkiyeye bir dâvettir, bir mebdedir, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesidir…. hayattan daha muntazam bir eser-i san’at (tır) 3 ….adem, idâm, fenâ, hiçlik, fâilsiz bir inkıraz değil, belki bir Fâil-i Hakîm tarafından hizmetten terhis ve tahvil-i mekân ve tebdil-i beden ve vazifeden paydos ve haps-i bedenden âzâd etmek ve muntazam bir eser-i hikmet 4….. idam değil, firak değil, belki hayat-ı ebediyenin mukaddemesidir, mebdeidir. Ve vazife-i hayat külfetinden bir paydostur, bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Berzah âlemine göçmüş kafile-i ahbaba kavuşmaktır.5 ….idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevki-yattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.6... Saadet-i ebediyeye ve maddî ve manevî kemâlâta medar olan âlem-i bekaya ve o Sâni-i Hakîmin dünyadan daha güzel, daha nuranî olan âlem-i berzah, âlem-i misal, âlem-i ervah gibi diğer menzillerine, başka memleketlerine bir seyr ü seferdir; bir mevt ve adem ve zeval ve firak değil, belki kemâlâta kavuşmaktır.7 ….insan öldükten sonra esaslı bir ciheti bakidir. O esas ise ruhtur. Ruh ise, tahrip ve inhilâle maruz değil. Çünkü basittir, vahdeti var. Tahrip ve inhilâl ve bozulmak ise, kesret ve terkib edilmiş şeylerin şe’nidir. Sabıkan beyan ettiğimiz gibi, hayat, kesrette bir tarz-ı vahdeti temin eder, bir nev'î bekaya sebebiyet verir. Demek, vahdet ve beka, ruhta esastır ki, ondan kesrete sirayet eder. Ruhun fenası, ya tahrip ve inhilâl iledir. O tahrip ve inhilâl ise, vahdet yol vermez ki girsin, besâtet bırakmaz ki bozsun. Veyahut idâm iledir. İdâm ise, Cevâd-ı Mutlakın hadsiz merhameti müsaade etmez ve nihayetsiz cûdu bırakmaz ki, verdiği nimet-i vücudu, o nimet-i vücuda pek müştak ve lâyık olan ruh-u insanîden geri alsın.8

Âmenna ve saddekna!

Ölüm böyledir de, böyle olmasına… İnsanın yine de feleğe tokat vurası geliyor. Azrail’e kızası geliyor Hazret-i Musa (as) gibi. Böyle altın hizmet çağında bir insanı neden aldın diyesi geliyor insanın! İnsan kolay mı yetişir diyesi geliyor? Acelen neydi? Ebediyet nasıl olsa sonsuz bir hayat değil miydi? Şu sonlu ve kısacık hayatta, ömrünün altın hizmet çağında, dâvâsına hizmetine biraz daha müsaade etseydin? Alelacele alıp nereye yetiştirdin sanki diyesi geliyor insanın? Kelimeler boğazında düğümleniyor.

Allah’ın emrine, hükmüne ve takdirine boynumuz kıldan ince şüphesiz! Teslimiz O’na! Razıyız O’ndan; Hâlıkiyetinden, Rububiyetinden, Âmiriyetinden, Rahmaniyetinden! Din, iman, dâvâ ve hizmet Hak’tansa… Takdir de, irade de, emir de, hüküm de Hak’tan hiç şüphesiz. O verdi, O aldı. Verirken bize sormamıştı, alırken de sormayacak hiç şüphesiz.

Bu tecelli doğrudan O’ndan geliyor. O emredince felek ne yapsın, melek ne yapsın? O emredince gidilir! Demek O, onu bizden çok seviyordu. O’nu erkence mele-i alaya alıverdi. O’nu, ömrünü hizmetine adadığı Üstadına, dinine adadığı Peygamberine kavuşturdu. Bize, inna lillah ve inna ileyhi raciun deyip, teslim olmak düşer.

Bir de Üstadımın şu ifadesi ile teselli olmak düşer: “…Madem dünya bir misafirhanedir; vefat eden ….. nereye gitmişse, siz de, biz de oraya gideceğiz. Ve hem bu vefat ona mahsus değil, umumî bir caddedir. Hem madem mufarakat dahi ebedî değil; ileride hem berzahta, hem Cennette görüşülecektir. “El-Hükmü lillah” demeli. O verdi, o aldı. “Elhamdülillahi ala külli hal” deyip sabırla şükretmeli.” 9

Allah seni rahmetine, rahimiyetine, mağfiretine, lütfuna, keremine mazhar eylesin Şaban Ağabey. Erken gittin, ama ahiretini yaptın da gittin! Senin gibilere ancak imrenilir! Yolun açık olsun Cennete kadar! Sen bize duâ et! Allah bize de güzel ölüm nasip etsin!

Aziz ruhuna binler Fatiha!

DİPNOTLAR:

1. Mülk Sûresi: 2, 2. Mektubat: 278, 3. Mektubat: 1 4. Sözler: 617, 5. Lem’alar: 233, 6. Mektubat: 221, 7. Mektubat: 278, 8. Sözler: 478, 9. Mektubat: 80

06.11.2009

E-Posta: [email protected]



Nejat EREN

Haftaya “sonundan” başlamak


A+ | A-

“Perşembe’nin gelişinin Çarşamba’dan” olduğunu tahmin edip çok bilen var dünyada. Siz de muhtemelen biliyorsunuz muhakkak. “Hafta sonunu” da çok bilen var mutlaka. Haftanın başını bildiği gibi. Çünkü her başlangıcın bir sonu vardır bu fani dünyada ve hayatta. Her işin, gücün, faaliyetin normal seyrinde bir başı bir de sonu vardır. Saat, gün, hafta, ay, yıl, ömür zaman hep böyle işliyor. Haftanın sonunu başa alma teşebbüsünüz oldu mu hiç hayatta bilmiyorum. Ben hiç denemedim. Ama “geçen haftanın sonunun” “gelecek haftanın başlangıcına” etkili tesir eden bir hal yaşadım.

Nerede mi? Bilerek mi? Kendi irade ve aciz gücümle mi? Kimlerle mi? Nasıl mı? Ne zaman mı? Müsaadenizle yukarıdaki soru sırasına göre kısaca anlatmaya çalışayım.

Bu duygu ve tatbikatı: Barla’da Yeni Asya Sosyal Tesislerinde. Risâle-i Nurları mütalâalı ve müzakereli okuma iklimine girerek.

“Birlikte okuma” konusunda; meşveretden çıkan bir “tavsiye kararına” uyma kararlılığıyla.

Bu programda kaderin ve İlâhî iradenin yanında bir dostun kararlılığı, isteği ve teşvikiyle.

Mübarek Isparta civarındaki üç ilden (Afyon, [Dinar,] Antalya, [Alanya, Gazipaşa, Kumluca] Isparta) gelen kadim, samimî, istekli ve fedakâr dostların katılımı ve icabetiyle.

Tesbit edilmiş, eksikliği hissedilen, daha pekiştirilmesi lâzım gelen, herkese gerekli olan konuları; mütalâalı, müzakereli, dikkatli ve derin okuyarak. Kasım ayının ilk Cuma’sını takip eden hafta sonunda. Yani geçen hafta sonu.

Şimdi diyeceksiniz ki ne var bunda? Yazının başlığı ile bu yazdıklarının arasında ne münasebet var? Az müsaade edin, uzatmadan anlatmaya çalışayım. Antalya ilinde arkadaşlarımızla daha önce tavsiye niteliğinde bir karar almıştık. Buna göre müsait olan kardeşlerimizle, Barla’da Yeni Asya Sosyal Tesislerinde Kasım ayı başında, bir hafta sonunda gidip sakin kafayla üç gün sıkı bir şekilde “Olgunlar okuma programı” yapmayı plânlamıştık. İşte geçen hafta sonu diğer üç ilden katılan arkadaşlarımızla bunu icra ettik. Hakikaten çok istifadeli oldu.

Şahsım adına ben bu programdan sonra takip eden haftaya gayri şuûrî ve benim iradem dışında çok farklı bir haleti ruhiyeye girdiğimi hissettim. Bu değişikliğin iç dünyamda tahlilini yapmayı gerekli gördüm. Şöyle bir gerçekle karşı karşıya geldim.

Genelde bütün dünyada hafta sonları, “dinlenme ve tatil” olarak telâkki edilir.

Risâle-i Nur hareketi “ezberi bozan, aksiyoner” bir hareket. Dünyadaki materyalizm ve dünyevîlikten gelen bütün “ülfet, alışkanlık ve tiryakiliği reddeden, onun yerine, ilâhiliği, müsbeti ve hakkın hükümlerini amir kılan bir dâvâ. Tahdisi nimet olarak, geçen hafta sonu değerli dostlarımızla sakin bir ortamda Risâle-i Nur deryasından nasiplenmek için Barla’da yaptığımız “Olgunlar okuma programına” katılan herkeste ortaya çıkan yeni bir başlangıcın, gayretin canlı tezahürlerini sizlerle paylaşmak istedik. Bu duyguları gerek program anında, gerekse daha sonraki görüşmelerimizde herkesin samimî ve içten ortak ifadelerinde ma’kes bulduğunu keyifle müşahede ve hissettik. Yeni haftaya başlarken iç dünyamızda şunu yaşadık: Gelen haftayı nurlandırma “zembereği” giden hafta sonunda yaşanan ve yapılan güzellikler olmuştu. Yani yeni haftanın başlangıcının “güç motoru” giden haftanın sonunun iyi bir şekilde değerlendirilmesi ve plânlanmasında gizliydi sanki!

O zaman şöyle bir yeni yol ve “ezberi bozma” prensibi geliştirebilir miyiz acaba diye ortak gelişen bu fikri sizlerle de paylaşmak istedik. Her mahalde belli aylarda “hafta sonlarını” sistemli ve amaçlı bir programla gelecek gün, hafta ve ayların muharriki (hareket ettiricisi) ve zembereği yapabilir miyiz? İyi bir niyet ve güzel bir programla, “hakikat mesleğine” uygun olacak şekilde, hafta sonu güzelliğini ve fırsatını malayaniyattan uzak tutup, gelecek “hafta başının” güç zembereği yapmayı başarabilir miyiz?

Nasıl mı? Fazla zor olmasa gerek. Elhamdülillâh her bölgemizde, il ve ilçemizde güzel, hoş, modern hizmet merkezi ve vakıflarımız var. İl veya ilçe merkezlerindekiler zaman zaman uygun hafta sonlarında bir araya gelip belli bir konu tesbit edilip sadece o konuda yoğunlaşarak “Nur deryasından” yudumlanabilirler. Böylece yeni haftaya yeni bir enerji ve hareketlilikle girip, ömür dakikalarını sevap ve ibadete çevirme bahtiyarlığına kavuşabilirler.

Son olarak bu Barla “Olgunlar Okuma Programının” benim ruh, akıl ve his dünyamda meydana getiren etkili ve ciddî değişikliğinden sadece ikisini; kaynağından zikrederek yazıma son vermek istiyorum.

Birincisi: Maddî çizgi yerine, manevî çizginin tercihi konusunda güzel bir tesbit.

İşte örneği: “Aziz, sıddık, mücahid kardeşlerim Hasan Âtıf ve sadık rüfekası,

“Sizin kalemlerinizin yadigârları ve Risâle-i Nur’dan ayrılmamak ve sebat etmek senetleri olan yazılarınızı ve dininizi dünyanın çok fevkinde tutmanıza işaret veren dünya sureti üstündeki çizgilerinizi ve iman hizmetinde daima sebat etmenize, vesikalar hükmündeki imzalarınızı, kemal-i memnuniyetle aldık, kabul ettik. Cenâb-ı Hak sizlere, hazine-i rahmetinden onların hurufatı adedince defter-i âmâlinize haseneler yazsın. Amin.” Kastamonu Lâh. (Sh. 191)

İkincisi: İslâmiyetin her iş ve yolunun birer “hüküm ve kararlılık” arz ettiğine, materyalist felsefenin ise temel kaynağının “taklit” olduğunu ispat eden şahane bir fikir ve yorum: “İşte mâhiyet-i istibdâdın timsâli budur. Zîrâ, sâbıkta, Padişah kendi yerinde mahpus gibi oturuyordu, bîçare milletin hâlini anlamıyordu, yahut zaaf-ı kalb ve kuvvet-i vehim ile anlamak istemiyordu, yahut mütehevvisâne ve mütekeyyifâne ve mütekalkıl olan tabiatı, anlattırmaya müsâit değildi. İşte hükümetteki istibdâda, her şeydeki istibdâdı kıyas ediniz. Hattâ, taklidi tevlid eden ilmin istibdâdı dahi böyledir.” Münâzarât, (Sh: 26) Etrafımızdaki vakıf ve tesis nimetlerinden yıl boyunca faydalanmak niyet ve temennisiyle.

NOT: Değerli dostum, güzel insan, kıymetli

yazarımız, Aziz dâvâ arkadaşım Şaban Döğen’in hakka kavuşma vuslatını bu yazıyı yazarken gazete merkezimizden gelen telefonla öğrenmiş bulunuyorum. Merhum kardeşime Cenâb-ı Haktan rahmet ve merhamet, akraba ve dostlarına da sabırlar diliyorum. Ruhu şad, makamı cennet olsun İnşallah. Hepimizin başı sağ olsun.

N. E.

06.11.2009

E-Posta: [email protected]



Halil USLU

Ayağımızın tozu ile


A+ | A-

Gözlerimizi fani âleme açtığımız baba ocağı aziz Van ilimizden, deruhte ettiğimiz hizmetlerin ardından geldiğimiz Mevlânâ diyarı güzel Konya’mızda kısa bir nefes aldıktan sonra, Karadeniz canibinden gelen ve Hz. Mevlânâ ve emsali yerleri ziyaret eden 40’ı aşkın dostlar makamında ki, bay ve bayan gurubunun, Konya’daki rehberliğimiz den dolayı ısrarla bizleri ekiplerine alarak Isparta ve Barla yolunu tuttuk.

Özellikle Hz. Bediüzzaman’ın ikamet ettiği ayak bastığı menzilleri; Sav beldesinden taa Çam Dağına kadar merhale merhale kat ettik. Isparta Ulu Camide ve Barla’nın meşhur Yokuşbaşı Camiinde secdeye gidildi, dilimizin döndüğü kadar bay ve bayanlara hatıratlar nakledildi. O kadar muhibban çoğalmış ki, ihvanların birbirlerini tanımaları imkânsız hale gelmiş, nurdan halkalar ve ışığın etrafında dolanan kelebekler gibi seyir bütün haşmetiyle devam etmektedir.

Yine avdet ettiğimiz Sultanımızın beldesinden, kafileden ayrılarak yine kısa bir moladan sonra 2 ay önce kendilerine söz verdiğimiz Erdemli Yeni Asya Temsilcisi Ahmet Çevik kardeşimizin düğününde konuşmak üzere Mersin istikametine hareket ettik. Bizim Erdemli’ye geleceğimizi öğrenen Mersin Yeni Asya camiası kendi vakıflarında bir gün öncesinde bir sohbet yapmamızı rica ettiler. Onları da kabul ederek, kendi vakıf binalarının seminer salonlarında “Bediüzzamanın Gözüyle İttihad-ı İslâm ve Uhuvvet” üzre Hucurat Sûresi 10. âyet serlevha tutularak, Hz. Bediüzzaman’ın eserlerinden aralıklı iki sohbetim oldu.

Sohbetin özetinde; İslâm dünyasından, Rusya’dan UNESCO’ya kadar gelişen ve beklenen ittihadı İslâmın meyve ve metodlarını dile getirdik. Ayrıca üstünde yaşadığımız Türkiye’nin dün ile bugününü kardeşlik çizgisi içinde nelere muhtaç olduğumuzu ve 57 İslâm ülkesinin de ittihad-ı İslâma ne kadar muhtaç olduğunu ve çıkış yollarını anlattık ve Hz. Bediüzzamanın 22. mektupta “Evet tevhid-i imani, elbette tevhid-i kulübu ister. Ve vahdet-ı itikad dahi vahdet-i içtimaîiyeyi iktiza eder“ tesbitinin içtimaî sahaya nasıl hakim olmasını izaha çalıştık. Hakkâri’de okunan ezanla Mersin’de okunan ezan aynı. Türkiye’de okunan ezanla, Irak’ta Pakistan’da okunan ezan aynı. Edirne’deki Müslümanın Kelime-i Şahadetiyle Van’daki Müslümanın Kelime-i Şahadeti yine aynı. Çanakkale’de, Palandöken’de, Kore’de, Kıbrıs’ta hep beraberdik, öyle ise nedir bu kavga, nedir bu cebelleşme?

Osmanlı 623 yıl, 200 ırkı bir babanın evlâdı gibi idare etmiş, dünyada bu rekoru kıracak devlet yok. Osmanlının ayakta kalmasının en büyük sebeplerinden birileri Hucurat Sûresi 10. âyet ve Kur’ân’ın içtimaî hayata bakan ve ruhumuza ve insan haklarına hitap eden âyetlerinin hayatta var olmasıyla olmuştur. Bugün Türkiye ve âlem-i İslâm bu âyetlerin neresinde olmalıydık. Âyetler mi bize küstü? yoksa biz mi âyetlerden uzaklaştık? Hassaten müderrisler ve siyasetçiler bir vebalin altındadırlar. Görev onların..

Yine Türkiye’de 524 ceza evinde 100 bin mahkûm bulunmaktadır, bunun 50 bin civarı tutuklu. İstanbul emniyetinin açıklamasına göre çıkan mahkûmların yüzde 34 dördü geri geliyor. Soruyorum bunlara ne veriliyor ki bu mahkûmlar tekrar geri dönüyor? Bu sualin halli ancak mahkûmlara Kur’ân’ın nurlu hakikatleri mutlaka ders olarak ve eğitim olarak verilmelidir. Eğer oralar “Medrese-i Yusufiye” ise, onlara Yusuf Aleyhisselâm anlatılmalıdır. Nevşehir Ceza Evindeki konferansımda mahkûmlara sordum: Yusuf Aleyhisselâmı okudunuz mu? Vahşi’nin (r.a.) hayatına baktınız mı? İşte çıkışın yolları vs.

Biz bunları konuşurken, anlatırken sevgili Ahmet Bey kardeşimiz Erdemli “Grant Hacı Restaurant” düğün salonunda bizleri bekliyordu. Hem de Tekeli’den, Mersin’den, Adana’dan ,Tarsus’tan, Silifke’den gelen bay ve bayan kardeşlerimizle. Onlara ayakta ve o güzel salonda “Aile hayatı ve muhabbet” başlığı altında hitap ettim. Düğünlerde nasıl konuşulursa öyle konuştuk. Van’da açık havada konuştum, burada kapalı ama görkemli bir salonda konuştuk. Konuşmalara devam edeceğiz. Bütün niyet ve hedefimiz bir çatı altında onun rızasını ve sevgisini yakalamak… Emeği geçenlere binler teşekkürler ve tebrikler...

06.11.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

“Ölüm arslanıyla” pençeleşmeyi başaran...


A+ | A-

Vaktiyle pehlivanın birisi ölmüş ve el üstünde kabre taşınıyordu. İlâhî aşkla yanan bir meczup cenazeye yaklaşarak, “Ölüm aslanının pençesindeki bu adam da kim?” diye sordu.

“Tanımıyor musun, ülkemizin en güçlü pehlivanıydı!” dediler.

Derviş: “Hııımmm, demek en güçlü pehlivan buymuş... İnşallah bir gün ölüm aslanıyla da güreşip pençeleşeceğini düşünmüştür!”

Şaban Ağabey, ölüm aslanıyla pençeleşmesini düşünen, bilen bir hizmet eri idi. Yaşaması, gezmesi, yazması, hülâsa her şeyi hizmetti. İman, Kur’ân hizmetlerine, aşk ve şevkle koşarken, aşk ve şevk de aşılardı. Ölümü şöyle de anlatırdı:

Ölüm aslanının elinden kurtulmak için herkes bir şekilde çaba sarf eder ve savunma mekanizması geliştirir. Kimi unutmak ister, kimi kaçar... Ama en sonunda ecel cellâdı onu yakalayacaktır. En basit bir eşyasının kaybolmasından üzüntü duyan ve uykuları kaçan insan için, üzerine titrediği ruhuna kavuşmak, yani öldükten sonra dirilişe iman, hayatî bir önem taşır. Bu sadece geçici hislerden kaynaklanan bir arzu değildir. İnsanın ruhu, bu ruha takılan akıl, mantık, kalp, vicdan ve sair lâtifeler de, “ahireti,” yani “öldükten sonra dirilme”yi, yani sonsuz hayatı istemektedir.

Bundan ötürü de hayatı ve hayat ötesini sorgulamak kaçınılmaz olur. Ve, “Ben kimim, nerden geliyorum, niye geldim, kim gönderdi ve niye gönderdi ve nereye gidiyorum, mezar kapısı nereye açılıyor, sonsuz hayat nasıldır?” gibi ve benzeri soruların cevabını arar. Şuurî olmasa da zihninde derinden derine bunlar yankılanır.

Şayet bu soruların yanında duygu ve hislerimizin beklentilerine tatmin olacak tarzda cevap veremezsek, kısacık dünya hayatımız da azap içinde geçer. Çünkü “geçmiş, şimdi ve gelecek” gibi üç boyutlu zaman dilimlerinde yaşıyoruz. Geçmişten gelen kötü hatıralar, şimdi zamandan kaynaklanan problemler, istikbalden hücum eden endişe ve korkular, hayatımızı acılaştırıyor, zevk ve sefa cephesini tahrip ediyor.

Aslında dünyada dahi gerçek mutluluğu kazanmak, “ölümü öldürmek”ten geçer! Ölüm ise ancak ahirete imanla öldürülebilir. Fakat bu iman, taklidî bir surette değil, aklını/kalbini/vicdanını doyuracak, tatmin edecek tarzda olmalı.

Aslandan ve ve insandan kaçmak mümkün, ama ölümden asla! “De ki: ‘Kaçıp durduğunuz ölüm mutlaka gelip sizi bulacaktır.’” 1

***

lVe ileyhilmesııır, yani, dönüş O’nadır. Yani, ticaret ve memuriyet için, mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar, ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelâllerine dönecekler ve Mevlâ-yı Kerîmlerine kavuşacaklar. Yani, bu dâr-ı fâniden gidip dâr-ı bâkide huzur-u Kibriyaya müşerref olacaklar. Yani, esbab dağdağasından ve vesâitin karanlık perdelerinden kurtulup, Rabb-i Rahîmlerine, makarr-ı saltanat-ı ebedîsinde perdesiz kavuşacaklar…

lEy insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Bir Mâbud-u Lemyezelin, bir Mahbub-u Lâyezâlin daire-i huzuruna gidiyorsunuz. Ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennete çağırılıyorsunuz. Öyleyse, kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz.

lMezaristana göçtüğünüz vakit, “Eyvah, malımız harap olup sa’yimiz hebâ oldu. Şu güzel ve geniş dünyadan gidip dar bir toprağa girdik” demeyiniz, feryad edip meyus olmayınız. Çünkü sizin her şeyiniz muhafaza ediliyor. Her ameliniz yazılmıştır. Her hizmetiniz kaydedilmiştir. Hizmetinizin mükâfâtını verecek ve her hayır elinde ve her hayrı yapabilecek bir Zât-ı Zülcelâl sizi celb edip yeraltında muvakkaten durdurur, sonra huzuruna aldırır. Ne mutlu sizlere ki, hizmetinizi ve vazifenizi bitirdiniz. Zahmetiniz bitti; rahata ve rahmete gidiyorsunuz. Hizmet, meşakkat bitti; ücret almaya gidiyorsunuz.

lÖyleyse, kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz.2

Aziz dâvâdaşım, arkadaşım, ahbabım, meslekdaşım, dâvâ adamı Şaban Döğen Ağabeyimize tekrar Cenâb-ı Hak’tan rahmet, mağfiret, akraba ve dostlarına sabır-ı cemil niyaz ediyorum.

lSiz de ağlamayınız ve şükrediniz. Madem iman var ve hakikat böyledir; (öyle ise) ehl-i gaflet ağlasın, ehl-i dalâlet ağlasın…

Dipnot:

1. Mektubat, YAN, s. 385. 2. a.g.e.

06.11.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Şükrü BULUT

Almanya hükümetleri aileye önem vermelidirler


A+ | A-

Dışardan bakıldığında Almanya AB’nin motoru olarak görülür. Belki de doğrudur. Son zamanlarda, bilhassa 11 Eylül hadisesinden bu yana bu motordaki geçici arızalar ve sıkıntılar, dışardan gözleyenlerin dikkatini daha fazla çekiyor. Meselâ, düne kadar insan hakları ihlâlinde listenin üst sıralarında bulunan ülkeler bile, Almanya’daki yanlış uygulamaları ve çifte standartlı tatbikatları gözler hale gelmişler. Din karşıtı uygulamalar, ahlâksızlığı teşvik ve sosyal devleti tahrip noktalarındaki icraatlar iyice öne çıkmaya başlamış olacak ki, her taraftan itiraz sesleri yükselmeye başladı.

Biz, şu yazımızda yalnızca “aile” ile ilgili haklı itirazların mahiyeti üzerinde duracağız. Daha önceleri, sosyal yapıda güzellikle aileye vurgu yapılırken son zamanlarda “aile bakanlığının” da inisiyatifiyle vurgunun aile bireylerine ayrı ayrı yapılması çok kişinin dikkatini çekmiyordur. Ailenin yanı sıra kadın, gençlik ve ihtiyarların zikredilmesi, belli cereyanların “aileyi tahriplerinde” mesafe aldıkları izlenimi veriyor. Bilhassa, kadını ve gençleri aileden ayrı değerlendiren, aile bireyleri arasındaki alâkaları öne çıkarmayan bu anlayışın, “iyilik yapıyorum” zannıyla aile içindeki en küçük sıkıntıyı bahane ederek resmî kurumların negatif olarak aileye müdahale yolunu açması, aileyi emniyet ve güven noktasında sorgulanır hale getirdi.

Yeni evlenmiş çiftlerin birbirlerinden küçücük bir şikâyetini değerlendiren resmî kurumların, bazen haftalar sürecek “evine girme yasakları” genellikle yuvanın dağılmasına yol açıyor. Bilhassa Müslüman ailelerle ilgili çalışmalarda, kadının; insanî temel kuralları ve inançları çiğnenerek pozitif ayırıma tabi tutulması, erkeğin yuvadan ayrılmasını sağlıyor. Bir müddet sonra “dul kalmış, hamisiz ve yardımcısız” kadını psikiyatri merkezlerinde, hastahanelerde ve maalesef bazen de sokaklarda görmeye başlıyorsunuz. Bu neticenin yalnızca maddî maliyetini hesaplamak, Almanya’nın ne kadar zarar uğratıldığını ortaya çıkarır.

Almanya’nın yabancılar politikası çerçevesinde aile ile ilgili yaptığı en büyük bir yanlışlık da “gençlik yurtları” meselesidir.

Terbiyede ölçüyü kaçıran ailelerin çocuğu veya terbiyeden kurtulup nefsinin istediği şekilde yaşamak isteyen gençlerin genellikle doldurdukları “gençlik evleri veya yurtları” netice itibariyle Almanya ailesine büyük zarar vermiştir. Anne-babasıyla tartışırken resmî kurumlara müracaat eden çocuklara, maalesef devlet adeta el koymuş, çocukları öz anne-babadan kaçırırken, düşmandan kaçırıyormuş muamelesi yapmış ve yıllar sonra da (18 yaşını doldurduktan sonra) insanî terbiyeden mahrum yetişmiş birer genç olarak onları sokağa terk etmiş. Sokak diyoruz, çünkü sosyal devlet giderek zayıfladığından, bu gençler netice itibariyle sokağa kalacaklar. Bu konuda ciddî bir istatistik yapılsa, devletin “koruma gayesiyle” öz anne babasından kaçırdığı, çocukların doğru dürüst bir tahsil yapamadıkları, meslek edinemedikleri için bir çoğu zararlı alışkanlıklarıyla hem topluma, hem de devlete “ağır yükler” haline gelmişler.

Almanya’nın son yıllardaki sosyal politikaları, aileyi kuvvetlendireceğine maalesef çözüyor. Eski devletçi politikaları tedaî ettiren “kurumların resmî” müdahaleleri aileyi yıpratıyor. Anne-babaya güvenin mütemadiyen sorgulandığı, bilhassa İslâm ülkelerinden gelen ailede, babaya potansiyel suçlu nazarıyla bakıldığı, baba hakkındaki en küçük bir şikâyetin bile mübalâğa ile değerlendirildiği bir cemiyette, aile, ayakta zor kalır.

Almanya’daki hükümetler; bazı kuruluş ve düşüncelerin temelden aileye karşı olduklarını, elbette biliyorlardır. Kuzey Avrupa tarihinin bir parçası olan “Bolşevik hareketi”nin en önemli düşmanlarından birisi aile idi. Ailede de en büyük faşist baba idi. Bütün insanlardan ekonomik olarak faydalanmak için “aile” engelinin kaldırılması esas alınmıştı. Leo Troçki ve Vera Schmidt’in organizeleriyle bu ideoloji Rusya’da tatbik edilmiştir. Tamamı Sigmund Freud’un hayranı olan bu dönemin “dinsiz ve ahlâksız” pratisyenlerinin yolunda yürüyen “aile düşmanlarına”, Almanya Federal ve eyalet hükümetleri kesinlikle “dur” demelidir.

Kaldı ki, bu hükümetler müteveffa Papa John Paul’ün Avrupa “İslâmî aileyi” örnek verdiğini de bildiriyorlardır. İslâmî prensiplerri ailede tatbik eden Müsmülanların buradaki başarılarını istatistikler ortaya koyuyor. Aileyi korumada dinî pratiklerin ehemmiyeti ortada iken, bazı politikacı ve resmî kurum temsilcilerinin “düzmece raporlarla” Müslüman aileleri suçlamaları, hakikî medeniyete giden Avrupa’yı şaşırtma oyunlarıdır. İnsanlığa medeniyette AB örnek olacaksa, elbetteki insanlığın en sağlam kalesi, çekirdeği ve sığınağı olan aile ile olacaktır. Ailenin dağıldığı ve insanların aralarındaki rabıtaların tamamen koptuğu ve sosyal hayatın hayvanî hayata yuvarlandığı bir Avrupa, elbette ki medenî Avrupa olamaz.

06.11.2009

E-Posta: [email protected]



Rifat OKYAY

Bir varmış, bir yokmuş denmeden!..


A+ | A-

Bir gün olur elimizdeki ve dilimizdeki sahip olduğumuz her şey Sahib-i Hakikisine rücu ediverir. Bunu bilmek elbette ki yetmez. Ötesinin ötesinde bu hakikatın hakikatını amel-i saliha ve faaliyet-i hayır, farzların, vaciplerin, sünnetlerin, güzel emir ve yasaklarla süslemek, donatmak ve yerine getirmek lâzımdır. Ufuklara ve afak-ı âlemin ümidlerine yapacağımız işleri büyüterek veya küçüllterek takmadan, havale ve emanet etmeden, bizatihi hayatın içinde hayatı Allah için yaşamalıyız ve ihlâsla göstermeliyiz.

Gerçek ve hakikatlı bir mü'minin, boş hayalleri, anlamsız ümidleri ve kovaladığı, koşuşturduğu merakları olmaz ve olmamalıdır da... Bir kısım ihsan-ı İlâhî muvaffakiyetleri, yapacağımız işlere perde ve bahane yapmadan, hayatın her kademesinde ki her isteğimizi Rabbimizin şefkati ve merhametini vesile kılarak yine O’ndan, yine O’nun engin, sonsuz hazinesinden istemeliyiz ve bu isteğin daimi, bıkmayan, usanmayan takipçisi bir ubudiyete, kulluğa sahip olmalıyız.

Kulluğun hakkını vermeyi, hayatı ve ihsanları Allah’tan bilerek yine O’nun yolunda mücahede ve mücadelede bulunmak ehl-i imanın şiarı, özelliği ve gayesi olmak lâzımdır, gereklidir. Başımızı döndürecek hiçbir emrin gelmediği bir yerden, başımızı hakikatlara daima çevrik tutmalıyız ve kendimizi emirber birer nefer olarak görmeliyiz.

Hakkımıza razı olarak, bizim için yapılan her bir faaliyetin bizim için yapılacak her şeyin habercisi ve teminatı olduğunu bilmeliyiz ve öylecede dünyanın ve mafianın üstünde Allah’ın rızası ve yolunda irademizi ve nefsimizi kullanmaya ve yönlendirmeye çalışmalıyız.

Biraz da kendimiz açısından en önemli olanı, kimsenin minneti ve mihenki ile değişmeyecek olanı yani Rabbimize karşı birinci vazifemiz kulluğumuzu düşünmeliyiz ve en evvela bu yolda başarılı olmaya çalışmalıyız.

Sahip olduklarımız bu dünyada iken daima öbür dünyayı anlatıyor ve bize orasını ihsas edip, haber veriyorsa, bize düşen öbür dünya için çalışıp gayret gösterip, orası için salih ve hayırlı ameller kazanmaktır.Yol budur, bize düşen tek ve önemli dünya vazifesi budur ve bu olmalıdır. Bunun dışında ne aklınıza geliyorsa dünyaya aittir ve bize ahiret adına birşey kazandırmayacaktır.

Zaman bitmez gibi görünsede, en çabuk ve en çok biten ve kaybolan bir kıymet. Gelin zamanı, zamanı yaratan Rabbimizin yolunda ihlâs ve ubudiyetle kullanalım ve O’nun yolunda yapabileceğimiz hiçbir hayırlı faaliyeti ertelemeyelim... Bir varmış bir yokmuş denmeden, varlığımızın ve var edenin kıymetini bilelim ve buna görede yaşayalım İnşaallah...

06.11.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Nur Talebesinin ölümü


A+ | A-

Ölüm oku, bu defa muhterem ağabeyimiz, gazetemizin yazarı Şaban Döğen’e isabet etti. Herkes onu mütebessim yüzü ve hizmet aşkıyla dolu konuşmalarıyla hatırlayacak İnşallah.

Şaban Ağabey İstanbul’da ikamet eden, ama yazılarını evinden yazıp gönderen yazarlarımızdandı. Her fırsatta gazeteye uğrar, hal hatır sorar ve kısa da olsa sohbet etmek imkânı bulurduk. Hastahaneye kaldırılmadan bir kaç gün önce de yine gazetemize gelmiş, gazete satışını arttırmak için yapılması gerekenler üzerine sohbet etmiştik. “Şaban Ağabey hastahaneye kaldırıldı, yoğun bakımda yatıyor” haberini duyunca hemen hastahaneye koştuk. İlk bilgiler ‘kalp krizi geçirdiği’ yolundaydı. Doktorlarıyla konuşunca durumunun ciddî olduğunu anladık, ama zaten tıbben yapılması gereken her şey yapılıyordu. Bize ve okuyucularımıza sadece ‘duâ etmek’ düşüyordu. Her gün sevinçli haberler duymak için ailesini aradık. İlk günlerde ‘düzelme var’ şeklindeki haberlerle sevindik, ama son haber hepimizi üzdü. Vefat haberi üzerine yine hastahaneye koştuk ve yapılan işlemlerin ardından cenazesini yıkamak için Zeytinburnu’ndaki Kozlu Mezarlığı gasılhanesine götürdük. Cenaze yıkanıp kefenlendikten sonra da Fatihalar ve duâlar eşliğinde memleketi Kargı’ya uğurladık. İnşallah orada kılınacak cenaze namazından sonra da hepimizin ‘asıl memleketi’ olan kabre uğurlanmış olacak.

Bilmiyorum, “Nur Talebesi”nin ölüm haberine üzülmek ne derece doğrudur? Ama nihayetinde ölümün yüzü soğuk olduğu için üzülmemek de mümkün değil. Hem “Nur Talebesi” hem de ilahiyatçı olması hasebiyle bu konuları en iyi bilenlerden biri de Şaban Döğen Ağabeyimizdi. Yazdığı yazılar ve geride bıraktığı eserler bunun en büyük delili.

Dolayısı ile onu her zaman rahmetle anacak ve ‘Cennet-i Ala’da Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm) ve Üstadımızla buluşmayı dileyeceğiz.

Şaban Döğen Ağabeyimizle hem beraber çalıştık, hem de zaman zaman yolculuk ettik. Dolayısı ile hadis-i şeriflerdeki izahlara bakılırsa insanları tanımak için gerekli olan şartları yerine getirdik diyebiliriz. Cenazesinde bulunamadığımız için “Nasıl bilirsiniz?” sorusuna muhatap olamadık, ama sorulmuş gibi cevabımızı verebiliriz: İyi biliriz! Onun mü’min ve muvahhid olduğuna şehadet ederiz! “Nur Talebesi” ve “Mehdi’nin askeri” olduğuna da şehadet ederiz! Varsa haklarımızı da helâl ediyoruz!

Şaban Ağabeyimizle ilgili elbette çok hatıralarımız var. Belki çeşitli vesilelerle daha sonra bunları aktarma imkânı olur. Vefat haberini duyan herkesin onu hayırla yad etmesi, göz yaşı dökmesi ve iyiliğine şehadet etmesi imrenilecek bir durum. Amerika’dan arayan bir okuyucumuz ağlamaklı sesiyle baş sağlığı diliyordu. Ona şunu söyledim: Keşke bizim arkamızdan da göz yaşı döken mü’minler ve Nur Talebeleri olsa. Şaban Ağabey için buna şahit olduk. Bu durumda ona ‘ne mutlu’ demek durumundayız. İnşallah Mevlâm hepimize güzel ölümler nasip eder.

Evet, hiçbirimiz dünyada ebedî kalmayacağımıza göre mühim olan ahiret hayatıdır. Bugün ölecekmiş gibi ebedî hayata hazır mıyız? Ölüm haberlerinden sonra bir anlık uyanıp, sonra yine gaflete dalmakla ne kazanabiliriz ki? Ölüm bizi uyandırmadan uyanmak ve uyanık kalmak en iyisi.

Bu vesile ile Şaban Döğen Ağabeyimize bir defa daha Allah’tan rahmet ve mağfiret dilerken, yakınlarının acılarını paylaşıyor; sabır ve tevekkül niyaz ediyoruz.

Malûm, mü’minler için ölüm bir tebdil-i mekândır. Allah’ın rahmeti üzerine olsun; yeri, mekânı cennet olsun İnşallah. Amin.

06.11.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Sulandırmadan, bulandırmadan…


A+ | A-

“İrtİca ile Mücadele Eylem Plânı”nın orijinalinin Ergenekon soruşturmasını yürüten savcılara ulaştığı ve Adli Tıp’ın raporuyla belgenin altındaki imzanın Genelkurmay Harekât Başkanlığı Bilgi Destek Dairesi’nde görevli Albay Dursun Çiçek’e ait olduğunun tespitinin doğrulandığı yönündeki haberler tartışmaları devam ederken, bilgi kirliliği de yaşanıyor.

Geçtiğimiz günlerde bir subayın, söz konusu belgenin ıslak imzalı olduğu iddia edilen orijinalini savcılığa göndermesinin ardından soruşturma yeni bir boyut kazanmıştı. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yurtdışında olduğu döneme denk gelen tartışma Başbakanlık resmî konutunda Cumhuriyet bayramının akşamı Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’la görüşmesinin ardından “yargı sürecinin beklenmesi” yönünde bir açıklama gelmişti. “Islak imzalı” orijinal belgenin gazetelerde yayınlanmasının ardından Genelkurmay Bilgi Destek Şubesinde çalışan yedi subay ve bir sivil memurun İstanbul adliyesine getirilerek Ergenekon soruşturmasını yürüten savcılara ifade vermişlerdi. Bu ifadelerin 7’sinin “tanık” bir kişinin de “şüpheli” sıfatıyla alındığı da söylenmişti. İlk haberlerde bu subaylar arasında Çiçek’in olduğu söylenmesine rağmen Çiçek’in ifadeye gelmediği ve “zorla getirileceği” de söylenmişti. Bu safhadan sonra Çiçek’e savcılıktan ifade için davetiye gönderilip gönderilmediği tam bir bilmeceye dönüşmüştü.

Tartışmalar devam ederken, İstanbul savcılığından Çiçek’e “tebligat çıkarılmadığına” ilişkin bir açıklamasının olduğu söylendi. Tam da bu açıklamanın geldiği saatlerde Meclis’te partilerin grup toplantılar vardı. Grup toplantılarında genel başkanlar olayların aydınlatılması ile ilgili açıklamaları yaptılar. Gruplar başlamadan önce kulislerde milletvekillerinin gündeminde de bu konu vardı. İlk grup toplantısını yapan Devlet Bahçeli, siyasete müdahale heveslerini asla kabul edemeyeceklerini, konunun bir an önce açıklığa kavuşmasını, eleştirilerin hedefi haline gelen TSK’nın üzerindeki kuşku ve baskıların acilen kaldırılmasını gerektiğini, burada görevin hükümette olduğunu söyledi.

Ardından Başbakan Erdoğan, partisiyle ilgili hazırlanmış böyle bir rapor karşısında sessiz kalamayacaklarını söyledi. “Oradaki zanlılar varsa bunların ortaya çıkarılması, bunların hukuka teslim edilmesidir. Burada da yönetici makamında olanların tutuculuk içine girmemesi gerekir. Rahatlıkla gelip yargıya bunları teslim etmelidir” derken de gerek hukuk sistemine gerekse de kurumların acımazsızca eleştirmenin de mahsurlu bulduğunu ifade etti.

Son grup toplantısı ise CHP’nindi. Baykal, belgeyi hazırlayanlara da onu sızdıranlara da yüklendi. “Eğer o belge gerçekten doğru bir belgeyse, hazırlayanlar mutlaka ortaya çıkarılmalı” dedi. Belgeyi sızdırana ise meydan okudu, “Çık ortaya da hesaplaşalım” diyerek gürledi. Grup toplantılarının bittiği saatlerde de ihbarda bulunan kişinin ikinci bir mektubunun mail yoluyla savcılara ulaştırıldığı kamuoyuna yansıdı. İkinci ihbar mektubunda “ıslak imzalı belge”nin ortaya çıkmasından sonra Genelkurmay’da “olumsuz havayı lehe çevirmek” için 9 maddelik “faaliyetler” ve 400 internet sitesinin “andıçlandığı” söylendi.

Ancak savcılara gönderildiği söylenen ve gazetelerde tüm ayrıntısına kadar yayınlanan ikinci ihbar mektubunun kendilerine gelmediğini söyleyen İstanbul Cumhuriyet Başsavcıvekili Turan Çolakkadı, ikinci ihbar mektubunu gazetecilerden istedi! Bir gazeteci çantasından çıkarttığı belgenin bilgisayar çıktısını Çolakkadı’ya verdi!

Bütün bu tartışmalar yapılırken meselenin yine “özü”nden kaçılıyor. Oysa ki, “vahim belge”de ortaya atılan ifadeler demokrasiye darbe niteliğinde...

Ya birileri fena halde milleti işletiyor, ya da başka birileri gündemi değiştirip, olayı soğumaya, bırakıp, içinden sıyrılmaya çalışıyor. Bunu da meseleyi sulandırarak yapma niyetinde… Vahim belge hadisesinin serencamını böyle. Artık devleti yönetenlerin, soruşturmayı yürütenleri çıkıp neler olduğunu açıklaması gerekiyor. Çünkü her geçen gün hadise içinden çıkılmaz hale götürülüyor. Tartışmalar da demokrasiye zarar veriyor. Türkiye’nin hâlâ bunları konuşması büyük bir ayıp. Bu ayıptan kurtulmak için de herkes üzerine düşen görevi yapmalı. Sulandırmadan, bulandırmadan, karartmadan suçlu varsa hesabını hukuk önünde vermeli.

06.11.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Ve Afganistan’a “ek asker” çarpıtması…


A+ | A-

Rafa kaldırılıp ertelenen “açılım” ile Başbakan’la Genelkurmay Başkanı’nın başbaşa görüşmesinde “yargının kararının beklenilmesi”ne karar verilen hararetli “belge” suçlamaları ve “domuz gribi” gâilesi gürültüsünde güme giden bir diğer konu, Türkiye’nin Afganistan’a ek asker göndermesi…

Bilindiği gibi Washington, baştan beri saplanıp çıkmaza girdiği Afganistan’da Türkiye’nin muharip ilâve asker gönderip zora giren işgalci conilere kalkan edilmesini Ankara’dan “talep” ediyor. Bunu çeşitli vesilelerle dayatıyor. Bunun içindir ki, Ramazan’da Ankara’da “AKP iftarı”na katılıp Peygamberimize hakaret eden karikatürleri savunmasından dolayı “özür” dilemeyen NATO’nun yeni Genel Sekreteri Rasmussen, kendisini seçtiren ABD’nin işgali ve çıkarları hesabına iç çatışmayla kaosa sürüklenen Afganistan’a “ek asker” istemişti. Türkiye’nin Afganistan’da “kilit rolü oynadığı”nı övüp, dost ve kardeş bu Müslüman ülkede işgalcilerle işbirliğini önerisini tekrarlamıştı.

Aslında Ankara’nın “ek birlik gönderileceği”nin ilk sinyali aylar öncesinden verilmişti. NATO zirvesinde görev süresini dolduran Bush’la yan yana poz verip fotoğraf çektiren Gül, “Afganistan’a ek asker gönderilebileceği”ni telâffuz etmişti. Ardından Dışişleri Bakanı Davutoğlu, “her zaman çok yakın bir dost gördük” dediği Rasmussen’in “ABD adına” yinelediği “isteği”nin yerine getirileceğini kaydetmiş, Başbakan Erdoğan ise son New York seyahatinde ABD’nin “ek asker talebi”nin kabul edildiğini söylemişti.

“LOJİSTİK KOMUTA” KILIFINDA

İLÂVE ASKERÎ BİRLİK…

Peşinden ABD’nin Pakistan ve Afganistan özel temsilcisi Richard Holbrooke ile yaptığı görüşmede, “ABD’nin bir asker talebi olmadı” diyen Davutoğlu’nun, “Türkiye’nin ISAF komutanlığını üstlendiğinde asker sayısı tabii olarak artacak” demesi, Türkiye’nin Afganistan’da ABD’ye büyük katkı yaptığını ve “en ciddî bir işbirliği içinde olduğunu” belirtmesi, bunun açık itirafıydı.

Nihâyetinde Başbakan, önce partisinin MKYK toplantısında, ABD’nin talebinin “olumlu” karşılandığını ve Genelkurmay’a bu konuda tâlimat verildiğini açıkladı; ardından Pakistan ziyaretinde “Şu an itibarıyla Afganistan’da 1700-1800 civarında Türk askeri var” diye resmen ikrar etti…

Neticede Ankara’nın, Afganistan’daki 795 Türk askerine ilâveten Rasmussen’in 805 asker ilâvesiyle bu ülkedeki Mehmetçiğin sayısının 1600’e çıkarılması önerisini fazlasıyla kabul ettiği, Başbakan’ın ifâdesiyle asker sayısını 1700-1800’e çıkarıldığı anlaşılmakta. Halka “ek asker gönderilmeyecek” teminatını veren hükûmet’in Obama ve Rasmussen’e verdiği “ek asker teminatı” yerine getirdiği görülmekte…

Gelinen noktada AKP hükûmeti, bir kamuoyuna “ek asker yok” derken, diğer yandan el altından sessiz sedâsız bin civarında askerden oluşan yeni birlik göndermeyi, bu karmaşada 1 Kasım devralınan Kabil’deki bölge komutanlığının üstlenmesi perdesinde “bir barış ve lojistik güç desteği”yle izâhı, bir siyasî taktik olarak karşımıza çıkmakta. “Daha fazla asker göndermek gibi bir plânımız yok” diyen Başbakan’ın meseleyi ABD’nin istediği ek askerî birliği gönderdikten sonra, “Asker gönderilmeyecek” sözü, tam bir saptırma ve çarpıtma olmakta...

Ve bu çarpıtma, ister istemez şu soruları akla getirmekte: 2007’deki ilk Kabil Bölge Komutanlığı görevini 750 civarında askerle sekiz ay yürüten Türkiye, bir yıl sürecek aynı görev için şimdi neden bin askere daha ihtiyaç duymakta? Hükûmet neden doğrudan Afganistan’a “ek askerî birlik” gönderdiğini gizleyip bunu “lojistik komuta” kılıfına sarmakta?

NATO PERDESİNDE ABD’NİN

STRATEJİK ÇIKARLARINA HİZMET!

Gerçek şu ki ABD’nin hegemonyası, Asya’daki enerji kaynaklarını ve hatlarını elde etmesi hesabına Afganistan’a ek asker göndermekten en yakın “Amerikan müttefikleri” ve “işgal ve savaş ortakları” dahi sakınmakta. Avrupa’daki “Amerikan dostları”nın bile ayak sürümekteler..

Bush hayranı Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy bile, “Fransa tek bir asker daha göndermeyecek’’ diye konuşmakta. Japonya Afganistan’a lojistik desteğini yılbaşından itibaren keseceğini bildirmekte. İslâm Konferansı Teşkilâtı, tarih boyunca Büyük İskender’den bu yana bu ülkeye askerî harekât ve işgalin hiçbir zaman çözüm olmadığı, bütün müdahâlelerin problemleri daha karmaşık hale getirip hüsranla sonuçlandığı uyarısında bulunmakta. Dahası, Amerikalılar bile Afganistan işgali yanlışını sorgulamakta. Irak işgalinde bulunan, daha sonra Afganistan’da Pentagon’un emrinde görevli eski deniz yüzbaşısı sivil-asker karşımı tecrübeye sahip Amerikalı diplomat Mattehew Hoh, Washington’a yazdığı ve Beyaz Saray’ı sarsan istifa mektubunda, “ABD’nin iç savaş ve yolsuzluğa batan Afganistan’daki varlığının stratejik amaçlarının bir anlamı olduğuna inanmıyorum; öngörülen strateji hakkında kuşkularım var” restini çekmekte. “Burada neden savaşıyoruz?” sorusunu sormakta…

Buna mukabil, başta İncirlik Üssü olmak üzere havaalanı ve limanlarını Irak’ı işgal eden Amerikan askerlerine ve Irak halkını bombalayan Amerikan savaş uçaklarına açan Türkiye, NATO kapsamında ABD’nin stratejik çıkarlarına hizmete peşkeş çekmekte. Türkiye’yi işgale ortak edip Mehmetçiği belâ ve bataklığın ortasına, cepheye sürmekte… Peki, Bush’un peşinden Obama ve H. Clinton’un yinelediği, Rasmussen’in ilettiği “talepleri” Ankara niçin harfiyen yerine getirmekte? AKP hükûmetinin zoru ne? İşgalle iki milyon insanın katledildiği Irak gibi ABD’nin işgaliyle kaos ve içsavaşla tam bir kâbusa dönüşen Afganistan’a ek asker gönderme gereğini neden duymakta?

Doğru tesbit, soruların cevabında…

06.11.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Avrupa Birliği’nin başkanı kim olacak?


A+ | A-

Çek Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesinin Lizbon Anlaşmasını anayasaya uygun bulan kararıyla, Avrupa Birliği anayasal yapısına kavuştu. AB Anayasasının Fransa ve Hollandalı seçmenler tarafından 2005 yılında reddedilmesiyle, panikleyen AB ülkeleri, Lizbon Anlaşmasının 1 Aralıkta yürürlüğe girmesiyle sağlam bir yapıya kavuşacak.

Bundan böyle Avrupa’nın iki buçuk yılda bir seçilecek başkanı ve başkan yardımcısı olarak da görev yapacak bir dışişleri ve güvenlik koordinatörü olacak. Böylece Eski ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger artık “Avrupa Birliğinin arayacak bir telefon numarası yok” diye şikâyet etme imkânı kalmayacak. Artık kırmızı hattan arayacakları bir başkanı olacak. Başkanı AB Konseyi seçecek.

Lizbon Anlaşması aslında müstakil bir uluslar arası hukuk belgesi değil. Mevcut anlaşmalara ilaveler içeriyor. Yasama organlarının da yapısı ve yetkileri netleşiyor. AB Konseyi, Avrupa Konseyi, Avrupa Parlamentosu artık yetkilerini tam bilecek. Birçok karar için artık oybirliği yerine nitelikli oy çokluğu aranacak. Bakanlar Konseyinde 27 üyeden 15’inin oyu yetecek.

Bu anlaşmanın yoksul ülkeleri ilgilendiren yönü ise ilk kez insanî yardımlara yasal temel oluşturması. Yoksulluğun azaltılması ve ortadan kaldırılması Birliğin kalkınma işbirliği politikasının ana hedefi kabul edildi. Anlaşmayla getirilmeyen kurumlardan birisi AB ordusu... Ordu yine devletlerin yönetiminde olacak. Hatta AB Konseyinde karar alınsa dahi, istemeyen ülke Bosna’daki savaş gibi acil durumlara müdahale edilmesine karşı çıkabilecek ve katkılar tamamen gönüllü olacak.

Lizbon Anlaşmasının bizi ilgilendiren tarafı Birliğin gelişmesini engelleyici ya da kolaylaştırıcı bir unsur içermemesi. Yani bu Anlaşma ülkemizin üyeliğini kolaylaştırmayacak.

Peki gerçekten Lizbon Anlaşması bir Avrupa Süper Devleti doğuracak mı? Birçok ortak anlaşmasına çekince koymuş üyeleri bulunan bir birliğin devlet gibi hareket etmesi mümkün görünmüyor. Çek Cumhuriyeti’nin çekince koyarak Avrupa Birliği Temel Haklar Sözleşmesi’nden muaf kalması, ortak para birimi Avro’nun halen İngiltere’de kabul görmemesi, üye ülkelerin bile birbirlerine karşı bazı sektörleri koruma yolunda tavır sergilemesi, özellikle Doğu Avrupa ülkelerinin Birliğe üyeliği sonrası emeğin serbest dolaşımının pek de serbest bırakılmaması, böyle bir Süper Devletin imkânsızlığını açıkça gösteriyor.

Peki Avrupa Birliği’nin ilk başkanı kim olacak?

Eski İngiltere Başbakanı Tony Blair’in ağzının suyu aksa da, Irak savaşında Bush’a sorgusuz sualsiz itaati, ülkesini Afganistan’da savaşa sokması, küresel kriz karşısında etkisiz kalması onu pek beğenilmeyen bir aday konumuna getirdi. Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in de adı geçiyorsa da onun da çok fazla seveni yok.

En büyük ihtimalin ise Belçika Başbakanı Herman Von Rompuy olduğu söyleniyor. Daha geçen ay Gent şehrindeki fuar açılışında Türkiye’yi “sıkı dost” ilân eden Von Rompuy’un bu göreve seçilmesinin bizim için ne anlama geleceğini ancak seçildikten sonra görebileceğiz.

Umarız artık anayasalı Avrupa Birliği, aday ülkeler arasında ayrım yapmayı bırakır da Türkiye hak ettiği üyeliğe kavuşur.

06.11.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

İslâm birliği ve barış


A+ | A-

Hükümetin Suriye ve Irak’la yakınlaşması, İsrail Dışişleri Bakanlığı Siyasî Araştırmalar Bölümü eski Başkanı Aryen Levin’e, Menderes’in Irak’la yaptığı ve sonra Pakistan’la İran’ın da katıldığı ittifakı hatırlatmış.

The Jerusalem Post gazetesindeki makalesinde Menderes’e “hırslı ve dalavereci” diye hakaret etmekten de geri durmayan Levin, şöyle demiş:

“1948’deki kuruluşundan sonra İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke Türkiye olmuştu. Ama Müslüman ortaklarıyla girdiği bu savunma oluşumunun geliştirilmesinde kendisine verilen faal rol nedeniyle, Türkiye’nin İsrail’e yönelik bu ilk samimiyet gösterisi hızla söndü.” (1 Kasım 2009)

Şimdiki hükümetin de Menderes’in İsrail’le ilişkilere yönelik tavrını tekrarladığını savunan Levin, yazısını Türkiye-İran yakınlaşmasının yakın takipte tutulması gereğini ifade ile bitiriyor.

Levin, sözünü ettiği Türkiye-Irak-Pakistan ittifakının, 1950’lerin başlarındaki Sovyet tehdidine karşı Ortadoğu’da bir savunma paktı oluşturmak isteyen ABD ve İngiltere’nin teşvik ve yönlendirmeleri sonucu kurulduğunu vurguluyor.

Aynı ittifaka Bediüzzaman, İslâm âlemindeki üç önemli ülkenin bir araya gelmesini bütün Müslümanların ve insanlığın barış ve selâmeti için başlangıç olarak gören bir bakış açısıyla yaklaşıyor ve bu fikrini, Bayar ve Menderes’e hitaben yazdığı mektupla iletiyordu. (Tarihçe, s. 1095)

Ama ne yazık ki, bu ümit veren başlangıcın arkası getirilemedi; ittifak anlaşmasına imza koyan üç ülkenin liderleri de kanlı darbelerle alaşağı edilerek devredışı bırakıldı ve kurdukları ittifak zaman içinde işlevsiz hale getirilerek dağıldı.

Eğer müdahale ve sabote edilmeyip gelişerek devamına imkân verilseydi, o üçlü ittifak bir İslâm birliğinin çekirdeği olabilir ve hem bölge, hem de dünya barışına ciddî katkı sağlayabilirdi.

Önce Bağdat Paktı adıyla Türkiye-Irak arasında akdedilen, ardından Pakistan, İran, İngiltere ve daha sonra da ABD’nin katılımıyla CENTO olarak genişletilen bu ittifakın iç darbelerle sabote edilmesinde, İsrail’in devredışı bırakılmasının da bir etkisi olmuş olabilir mi, bilemiyoruz.

Levin’in imalı hatırlatması sanki böyle bir ihtimalin ciddîye alınması gereğini düşündürüyor.

Türkiye’nin özellikle Müslüman komşularıyla ilişkilerini geliştirmeye yönelmesinin, bir İsrail gazetesinde, mazideki benzer girişimler—âkıbetlerine değinilmeden de olsa—hatırlatılarak böyle bir yoruma konu edilmesi boşuna olmasa gerek.

Anlaşılıyor ki, oralarda ciddî rahatsızlık var.

Müslüman ülkeler ne zaman birbirlerine yakınlaşmaya yönelse, birtakım fitne merkezleri hemen harekete geçerek, bu gelişmeyi sabote edip engellemeye çalışıyorlar. Hep böyle olmuş.

Burada hem yakınlaşma çabasındaki İslâm ülkelerinin, hem de dünya politikasındaki etkinliklerini devam ettiren ABD ve İngiltere gibi ülkelerin, İsrail ve irtibatlı olduğu güç merkezlerini dizginleyip etkisiz kılarak, olumlu gelişmeleri yine sabote etmelerine fırsat vermemeleri lâzım.

Bağdat Paktının kurulduğu dönemde Bediüzzaman, “Eskiden Hıristiyan devletleri bu ittihad-ı İslâma taraftar değildiler. Fakat şimdi komünistlik ve anarşistlik çıktığı için, hem Amerika, hem Avrupa devletleri Kur’ân’a ve ittihad-ı İslâma taraftar olmaya mecburdurlar” (Emirdağ, s. 577) diyerek, Batının izlemesi gereken doğru politika ve stratejinin ne olduğunu ifade etmişti.

Bu gerçek şimdi de geçerliliğini koruyor. Her ne kadar siyasî rejim olarak komünizm çöktüyse de, “doğrudan doğruya anarşistliği netice veren masonluk, zındıklık, dinsizlik,” (a.g.e., s. 526) değişik kılık ve formatlarda tahribatını sürdürüyor.

Buna karşı, Kur’ân hakikatlerine dayalı bir İslâm birlik ve dayanışmasına Hıristiyan âleminin vereceği desteğe ihtiyaç artarak devam ediyor.

Temennî edelim ki, Obama ABD’sinin bu istikamette verdiği mesajlar ve bunlara paralel gelişmeler kalıcı olsun ve tekrar sabote edilmesin.

Ve hasret kalınan barışa artık kavuşulsun.

06.11.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.