Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Atatürk’le açılım olur mu? |
Açılım, hükümetin özellikle seçtiği 10 Kasım’daki ön ve iki gün sonraki asıl görüşmelerle Meclis gündemine gelerek resmen start almış oldu. Ancak somut olarak ifade edilen maddeler beklentileri pek karşılamadı. Başbakan esasa dair görüşmelerin yapıldığı 13 Kasım’ı “milât” olarak nitelese de, İçişleri Bakanının açıkladığı hususlar tatminkâr bulunmadı. Öyle ki, açılımı hararetle destekleyenlerden dahi “Dağ fare doğurdu” yorumu yapanlar çıktı. Böylece, kendisiyle ilgili olarak yüksek beklentiler oluşturulan bu süreci başarıyla yönetmenin daha da zorlaştığı bir durum ortaya çıkmış oldu. Taş atan çocuklara ağır cezalar verilmesini önleyecek, yayla yasağını kaldıracak, yollardaki güvenlik kontrollerini azaltacak, insan hakları ihlâlleri üzerindeki denetimleri arttıracak düzenlemeler elbette ki yapılması gereken şeyler. Ama açılım bunlarla sınırlı kalırsa işimiz zor. Gerçi hükümet bunun sürekli yeni adım ve atılımlarla devam ettirilecek bir süreç olduğunu her fırsatta tekrarlıyor ve öyle de olması gerekir. Ancak mâlûm tepki, itiraz ve yıpratma kampanyalarının tamgaz devam ettiği bir ortamda, hem insanların zihinlerinde oluşan soru işareti, kuşku ve istifhamları izale edecek, hem de azalmaya yüz tutan toplum desteğini arttıracak çok daha güçlü sinyal ve mesajlarla yola çıkılabilirdi. Bunun yapılamayışı, açılımı zora sokabilir. Esasen asıl problem şurada: Temelleri Atatürk döneminde atılan uygulamalarla ortaya çıkıp bugünkü boyutlara erişmiş kronik sorunları çözme iddiasına sahip bir açılım projesinin yine Atatürk’e dayandırılması çok derin bir çelişki. Bu çelişkiye rağmen gerek Erdoğan’ın, gerekse hükümet üyeleri ile AKP sözcülerinin, açılımı “Atatürk devrimlerinin devamı” olarak nitelemekteki ısrarlarını sürdürmelerinin anlamı ne? Erdoğan diyor ki: “Atatürk’ün en büyük başarısı, farklılıkları önce Meclis çatısı altında, sonra TC vatandaşlığında birleştirebilmiş olmasıydı.” Eğer öyle olsaydı, Selahattin Duman’ın kendisine has üslûbuyla hatırlattığı gibi (Vatan, 15.11. 09), en başta İstiklâl Savaşında çok önemli görevler üstlenmiş olan komutanların—bir-iki istisna dışında—neredeyse tamamı, zafer sonrası tasfiye edilir miydi? Bu mu “birleştirme başarısı?” Bütün kesimlerini temsil ettiği milletin gücünü arkasına alıp büyük zafere imza atmış olan Birinci Meclisi daha sonra ilk fırsatta dağıtarak mı farklılıkları birleştirme başarısına imza atıldı, yoksa bu yolla, o farklılıkları yok sayma ve imha etme operasyonlarının startı mı verilmiş oldu? Bu çerçevede, CHP’li Onur Öymen’in yoğun tepki almaya devam eden Dersim söylemini eleştirirken, kanlı Dersim olayları sırasında devletin bir numaralı koltuğunda hangi ismin oturduğunu bilmiyormuş gibi veya onun bu hadiselerdeki sorumluluğunu gözardı eden sözler söylemenin dürüstlükle telifi mümkün olabilir mi? AKP Atatürk’ü samimiyetle sahipleniyorsa, bu çelişkilerin de izahını yapmak durumunda. Yok, taktik icabı ve takiyye gereği öyle görünme ihtiyacı duyuyorsa, yine aynı açmazla karşı karşıya. Ve her iki ihtimalde de, “Atatürk’e sahiplenme” tekelini hiçbir hal ve şartta başkasına kaptırmamakta kararlı olan devrimbazlar karşısında şansı yok. Boşu boşuna kendini helâk etmesin. Gerçi bizi dinleyeceklerini zannetmiyoruz. Binmişler bir alâmete, gidiyorlar kıyamete. Atatürkçülük bayrağını, hakikî ve öz Kemalistlerin elinden alarak onlarla yarışa girme ve bu şekilde Kemalist sistemin ömrünü uzatma noktasında başından beri gayet istekli ve kararlı görünüyorlar. Ve sırf bundan dolayı, sistemin asıl muhafızlarınca, kullanılmaya daha elverişli bir araç olarak görülüp, yine statükonun sınırları içinde kalmaları kaydıyla, şimdilik kısmî bir müsamaha ve toleransla iktidarda tutuluyorlar. Ama aba altından sopa gösterilerek ve Demokles’in kılıcı sürekli tepelerinde sallandırılarak... Açılımın bir türlü açılamayışı da bundan... 17.11.2009 E-Posta: [email protected] |