Nurullah AKAY |
|
Ölçümüz ve yolumuz |
Bu dünya hayatında yaşamak için uygulamamız gereken kurallar elbette olacaktır. Dünyamızda, çevremizde meydana gelen hadiselere bakış açımızı belirleyecek, bizi yanlışlara sürüklemekten koruyacak önceliklerimizin olması gerekir. Bizler sadece kendi aklımızla doğruları bulamayız. Kendi aklımıza güvenirsek birçok yanlışlara düşebiliriz. Bu durumda, insan olmamızın gereği olarak yaşamamız gereken hayat tarzına ulaşmamız mümkün olmayacaktır. Bu hâl, bütün insanlar için geçerlidir. Bu sebeple insanlık her zaman kendisi için bazı kurtarıcılar ve önderler aramıştır. Bazıları kendi insanlık cevherine uygun yolu bulmuş olmakla birlikte bir kısım insanlar da kendisini karanlık âlemlere sürükleyecek sahte kurtarıcılar seçmişlerdir. Şüphesiz insanlar bu dünyada seçimlerinde serbest bırakılmışlardır. Fikirleri seçmede, hayat tarzları belirlemede bir zorluğa başvurulmamıştır. Ama gerçeğe varılmak için lâzım gelen bütün ışıklar yakılmış ve insanlık kendi yaratılışına uygun doğru bir tercihe çağırılmıştır. Kâinatın Yaratıcısı yaratılan bütün varlıkların içinde insanları imtiyazlı kılmış, bunun bedeli olarak onu imtihana tabi tutmuştur. İnsanlardan istenilenler, Resullerle ve Kitaplarla belirlenerek insanların düşünce ve tercihlerine sunulmuş ama bir zorlamada bulunulmamıştır. Biz Müslümanlar da kendi cüz’î irademizi kullanarak İslâm’ı kendimize bir hayat tarzı seçmiş bulunmaktayız. İnsan olarak Hz. Muhammed’i (asm) önder, kitap olarak Kur’ân-ı Kerim’i de rehber olarak seçmişizdir. Hiç şüphe yok ki, seçimimizi en güzel bir şekilde yaptığımıza inanıyoruz. Bu sebeple kendimizi bahtiyar biliyoruz. Bu duruma göre bizim temel hedefimiz, Rabbimizi razı etmek olacaktır. Yaşantımızı O’nun kanunlarına göre sürdürmemiz gerekir. Bunun için önümüzde hem örnek bir yaşantı var, hem de her an temel vazifelerimizi öğrenebileceğimiz bir kaynak bulunmaktadır. Bundan sonrası bizi bağlar. Yani hem “Müslümanım” deyip hem de gayr-i İslâmî bir hayat yaşamamızın haklı bir gerekçesi bulunmayacaktır bizim için. Gece olsun gündüz olsun günlerimizin her dakikasında uymamız gereken kurallar vaaz edilmiştir. Hem Hâlık-ı Rahimimiz olan Rabbimizi razı etmek, hem de dünyamızı imar etme imkânımız bulunmaktadır. Belirlenen İlâhî kaideler çerçevesinde hareket ettiğimiz takdirde aynı zamanda dünya işlerimizde de muvaffak olmanın önemli adımlarını atmış olacağız. Çünkü bizim inancımızda din ve dünya işleri iç içedir. Meselâ hem dünya işlerimizi yerine getirip hem de Allah’ın rızasını kazanmak mümkündür. İnsanlığın medar-ı iftiharı Peygamberimizin (asm) hayatı ve bu şerefli insanın yolundan giden büyük insanların yaşama tarzları bu konuda bize birer örnektir. Zira bu yolda Allah’ın emirleri istikametinde gidilecek, şeytanın telkin ettiği yıkıcı yaklaşımlar olmayacak; muhabbet asıl olacak, düşmanlıktan kaçınılacaktır. Yakmak, yıkmak, vurmak, kırmak, gururlanmak, kin beslemek, üstün görünmeye çalışmak olmayacak; tamir etmek, sevgi ile yaklaşmak, konuşarak anlaşmak, gönül kazanmak, mütevazi olmak asıl olacaktır. Eğer Rabbimizin bize ihsan ettiği İslâm nimetinden tam olarak istifade etmeğe muvaffak olabilirsek, hayatımızı güzellikler çevreleyecek, şeytanlar yol bulup dünyamıza giremeyecektir. Bizim “Asr-ı Saadet”lere ihtiyacımız bulunmaktadır. Kur’ân’ın nuru dışındaki ışıklar ateş böceğinden öte bir güce sahip olamamaktadırlar. Ölçümüz Kur’ân ve Kur’ân’ın dünyada en güzel bir şekilde yaşama şekli olan Muhammedî (asm) bir hayat olmalıdır. Bu çerçevede her zaman muhasebe içinde bulunmalıyız. Unutmayalım ki, nefis ve şeytanın en önemli mücadelesi İslâmî sınırlar içinde yaşayan Müslümanlarla olmaktadır. Allah’ın inayetine başvurmak, her an O’na sığınmak, O’ndan yardım istemek temel hedefimiz olursa, Allah’ın bize ihsanı olan İslâm nimetinden tam olarak faydalanma imkânımız olabilir. Rabbim bizleri, “Yolu Kur’ân, rehberi Muhammed (asm)” olanlardan etsin... 17.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Peşpeşe vefatlar ve tevafuklu bir vefat haberi |
O gün; sabah namazından sonra, hanımla beraber yaptığımız mutad dersimizi okuyorduk. Takib ettiğimiz kitab da; Üstad Hazretlerinin tarihçe-i hayatı idi. Artık sonlara yaklaşmıştık. Yurt dışındaki nur talebelerinin veya muhibb-i nur olan, nur aşıklarının mektuplarını okuyorduk. “Risâle-i Nur’un Pakistan’da neşriyatını yaparak, pek çok kimselerin bu eserlerden istifadelerini sağlayan Karaşi (Karachi) Üniversitesi Türk tarih bölümü asistanı ve dört büyük gazetenin muharriri (yazarı) M. Sabir’in bir mektubu” diye başlayan ve üç tane güzel mektup yazan M. Sabir’in vefat ettiğini, aynı gün içerisinde bizim “sentez haber” sitesinden okuyunca, hem şaşırmış hem de üzülmüştüm. Hem de “Fesübhanallah! Tevafukun böylesi, aynı gün onu okuyoruz ve onun vefat haberini alıyoruz” demiştim. Şaşırmıştım; ben o zatın ismini daha sonraları pek duymadığımdan ya vefat etmiş, ya da bir kenara çekilmiş v.s. zannediyordum. Ama hâlâ hayatta ve faal bir nur talebesi olduğunu da ancak işte bu vefat haberiyle öğrenebilmiş ve üzülmüştüm. Profesör olan Muhammed Sabir’in bu vaziyeti bana; hem dış dünyadaki nur talebesi olan insanları, hem de yakın zamanda vefat eden nurun sadık talebelerinden Prof. Dr. İbrahim Canan ve aynı zamanda gazetemizin yazarı, birçok eserin müellifi Şaban Döğen hocalarımızı hatırlatmıştı. Ani bir şekilde vefat eden o iki muhterem zata üzülüyorduk. Her ikisinin hayatları da, nurun hizmetiyle geçmişti. Daha onların üzüntüsünü üzerimizden atamamıştık ki, bu zatın da bu şekilde haberi gelince “İnnâ lillah ve innâ ileyhu râciûn” dedik. Allah rahmet eylesin, hepsinin de makamları cennet olsun inşaallah. Tabii, bizlerle bir hukuku olan, beraber hatıralarımızın geçtiği nur talebelerinden rahmet-i Rahman’a kavuşanlara, taziye babında, hatıralarını yâd eden yazılar yazmaya çalışıyoruz. Hatıralarımızın olmadıklarına da, ancak bu şekilde rahmetler diliyoruz. Bu meyanda Şaban hocamızın, berzah âleminden bizlerle muhaveresini tahayyül edip, satıra döktüğümüz “mesajı”ndan dolayı, teşekkür ve tebrikler aldık. Bunlardan biri de, 35 senedir hukukumuz olan, kadim dostlarımızdan, gazetemizin yazarlarından ve Ankara’nın hizmet erlerinden Sami Cebeci’nin söyledikleriydi. “Osman, bizi ağlattın yahu! Hanımla beraber yazıyı okuyup ağladık” diyerek, telefonun diğer ucundan sitayişkâr tebriklerini bildirmesiydi. (Tabii biz bunu dâvâmızın medhiyesi sayıyorduk) Dış dünyadaki nurun hizmetinde koşan nur talebelerini de müşahede ettiğimizde; “denizin içindeki balığın, karaya çıkınca denizin kıymetini anladığı” gibi, Nur’un, Risale-i Nur’un kıymetini, kadrini daha iyi anladık. Bizim alnımızı (özellikle âlem-i islâmda) ak eden o Nurları, o zatların teveccühleriyle daha iyi anladık. Hiç unutmam, hac ibadeti için Mekke-i Mükerreme’de bulunduğumuz zaman sarışın bir genç görmüştüm. Oradaki arkadaşlar, onun aslında bir Alman genci olduğunu, Risâle-i Nur’lar vasıtasıyla İslamla şereflendiğini, ondan sonra da hacca geldiğini söylemişler ve şunu da ilave etmişlerdi: “Bu kardeşimiz 23 yaşında, Risâle-i Nurları orijinal lisânından öğrenmek için Türkçe öğreniyor.” Şaşırmış ve tebrik etmiştim. Aynı şekilde, Mısır’da bulunduğumuz 3 ay zarfında da bunları müşahede ettik. Mısır’ın zekî evlâtları (özellikle Ezher hocalarının) Nurlara kendi malları gibi sahip çıktıklarını gördük. Öte yandan, Ekvator’dan, Afrika’nın ortasından, Fildişi‘nden Kahire’ye, orada Nurları ve Üstadımızı iyice öğrenip memleketlerinde anlatmak üzere gelen simsiyah Ali ve Zekeriya isimli kardeşlerimizi hiç unutmuyorum. (İnşaallah Mısır hatıralarımızı yazacağımız bir dizi yazıda bunları anlatacağız). 17.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Duânın gücü |
Van’dan okuyucumuz: “Duâ ruhumuzda nasıl bir güç meydana getirir? Duâ’ya nasıl başlamalıyız?”
Mü’min ne karamsardır, ne kötümserdir, ne bedbahttır, ne bedbin! Ve ne de mü’min, olaylara siyah gözlükle bakar. Zîrâ, “Bana duâ edin, size cevap vereyim”1 diyen Rabb-i Rahîm’ini, Mü’min, her an yanında hisseder. Bu yüzden mü’min güçlüdür, kuvvetlidir, iyimserdir, ümitvardır. Mü’min güçlüdür. Ama bu gücünü asâyişi ihlâlde kullanmaz, sokağa dökülüp taşkınlık yaparak göstermez. Zîrâ mü’min zorda kaldığında ıztırar dilini kullanarak, “kat’î bir ilticâ ile duâ eder. Bir Hâmî-i Meçhûl’üne ilticâ eder. Belki Rabb-i Rahîm’ine teveccüh eder.”2 “Bu nevi duâ, bir mâni olmazsa dâimâ makbul” olduğundan, mü’min ıztırar halindeyken, elinde “makbul duâ” gibi bir güç ve kuvvetin bulunduğunun idrâki içindedir. Iztırar hâli her zaman meydana gelmeyebilir. Ama, bir meydana geldi mi; mü’min, duâ için ellerini bir kaldırdı mı, daha ellerini indirmeden rahmet taneciklerinin bardaktan boşanırcasına döküldüğü ve yeryüzünü eşsiz bir bahara çevirdiği az görülmemiştir. İşte mü’minin gücü; bütün meşrû sebeplere müracaat ettikten sonra hâlâ ıztırar hali devam ediyorsa elindeki tek gücü budur! Mü’min ıztırar halindeyken telâşa, korkuya, paniğe yer vermez; şoka girmez. Hâmî-i Meçhûl’üne “duâ” ile ilticâ etmesi gerektiğini bilir, ellerini kaldırır, gönlünü açar, dilinin bağını çözer. Mü’minin en büyük gücü budur. Mü’min iyimserdir. Zîrâ her an kendisini Hâmî-i Meçhulünün müşfik kudretinde hisseder. Iztırar hali ile fazla rencîde olursa sabır, tevekkül ve duâ ile Hâmî-i meçhûlüne iltica eder. Ve bu iltica ile, “Ve beşşiri’s-sâbirîn” (Sabredenlere müjdele)3 “Ve beşşiri’l-mü’minîn” (Îman edenlere müjdele)4 âyetleri ile müjdelenir. Allah rızâsına nâil olur. Mü’min ümitvârdır; musîbeti günahların kefâreti, mükâfâtın mukaddimesi olarak görür. Musîbetten ders alır. Iztırar hâlini gelecek baharın sancısı, Cennet-âsâ günlerin müjdecisi unvânıyla gözyaşına çevirir. Dilinden ve gönlünden duâyı bir an bırakmaz. Mü’min ehl-i îmânı kendisine kardeş bildiği için duâlarında ortak eder. Her mü’min diğer mü’minleri duâlarında zikrettiğinde bizahri’l-gayb olduğu için, yani gıyâben ona duâ ettiği için makbul duânın bir şartı daha vücûda gelmiş olur.5 Kabul edilebilir şartlarla arş-ı âlâya yükselen duâ ve gözyaşlarına o yüksek makamın vereceği cevap O’nun hikmetine, izzetine ve maslahatına bırakılmalıdır. Mü’min dîne gelen musîbeti asıl ve muzır musîbet olarak algılar. Ve “musîbet-i dîniyeden her vakit dergâh-ı ilâhiyeye iltica edip feryad eder.”6 Dergâh-ı İlâhiyeye ilticâ ederken Kur’ân’ı şefaatçi yapar ve Cevşenü’l-Kebîr’in diliyle şöyle niyazda bulunur: “Yâ iddetî ınde şiddetî, yâ recâî ınde musîbetî, yâ mûnisî ınde vahşetî, yâ sâhibî ınde gurbetî... Yâ melce’î ınde ıztırârî” (Ey sıkıntım anında arkadaşım, ey musîbetim anında ümidim, ey yalnızlığım anında dostum, ey gurbetliğim anında sahibim, ey nimetlendiğim anda velim, ey kederim anında ferahlatıcım, ey ihtiyacım anında yardımıma koşan, ey zor durumumda sığınağım, ey korkum anında yardımcım, ey şaşkınlığım anında yol göstericim!) Mü’min duâsına kabul şartlarından birisi olan farz namazından sonra devam eder. Iztırar halinde tesbihatı içerisinde zikrederken şerlerin def’ini ister. Hâmî-i Meçhulüne iltica eder. İlticâ duasını sabah akşam dilinden eksik etmez. Evet, beş vakit namazdan sonra tesbihatımızı hazin bir ruh haliyle yapalım. Sanırım ıztırarımızı dile getirmiş ve musîbet-i dîniyeden Hâmi-i Meçhulümüze ilticâ etmiş oluruz. Şu an, ehl-i imanın duâsına muhtaç ne kadar ehl-i iman var. Allah’ım! Kur’ân hakkı için duâlarımızı kabul buyur.
Dipnotlar:
1- Mü’min Sûresi, 40/60 2- Sözler, s. 287 3- Bakara Sûresi, 2/155 4- Ahzâb Sûresi, 47 5- Mektûbât, s. 270 6- Lem’alar, s. 18 17.11.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Muhalifleri biçme siyaseti |
Demokrasi tarihimizin, Cumhuriyet'in özellikle ilk dönemlerine ait cidden utanç verici sayfaları var. İşte, hürriyet ve demokrasi adına utanç verici o sayfalardan biri 1925, bir diğeri ise 1930 yılına ait. 17 Kasım 1924’te kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF), daha bir yılını bile tamamlayamadan, 5 Haziran 1925'te kapatıldı. Parti kapatılmakla da yetinilmedi, lider ve kurucu kadrosu başta olmak üzere, yurt çapındaki yönetici ve aktif üyelerinin hemen tamamı en ağır şekilde cezalandırıldı. Benzer şekildeki diğer utanç hadisesi ise, 1930'daki Serbest Cumhuriyet Fırkasının (SCF) açılış ve kapanış safhasında yaşandı. Diğeri gibi bu parti de M. Kemal'in izin ve teşviki ile kuruldu. Kuruluş tarihi 12 Ağustos 1930, kapatılması ise aynı yılın 17 Kasım'ında gerçekleştirildi. Garip bir rastlantı eseri olarak, birinci sayfanın (CTF) açılış, ikinci sayfanın (SCF) ise kapanış tarihi gün itibariyle 17 Kasım'a tekabül ediyor.
Kuvâ–Milliye ruhu nerede?
Terakkiperver Fırkasının kuruluşu aşamasında, aynı zamanda Halk Partisinin Genel Başkanı olan M. Kemal, Çankaya Köşkünde Cumhurbaşkanlığı makamında bulunuyordu. Onunla birlikte "Amasya Tamimi"ne imza atan İstiklâl Harbinin diğer komutanları ise, tam kadro halinde Karabekir'in başkanlığında kurulan Terakkiperver C. Fırkasına girdiler: Rauf Bey, Adnan Bey, Ali Fuat, Refet Paşalar ve diğerleri... Bu durumda, asıl Kuvâ–yı Milliye ruhunun Terakkiperver grubunda yaşandığını rahatlıkla söylemek mümkün. CHF ise, bir ara Fethi Okyar'ın idaresine verildi; ancak onun kan dökme taraftarı olmaması üzerine, 1925'ten (Şeyh Said hadisesi) itibaren büyük ölçüde İsmet Paşanın insafına terk edildi. İsmet Paşa da, kendisinden umulanın bile üzerine çıktı ve Başbakanlık yaptığı dönemde (Mart 1925–Ekim 1937 tarihleri arasında) hem yüz binlerin kanını dökmekten, hem de muhaliflerini türlü entrikalarla ezip geçmekten geri durmadı. Meselâ, 1925 yılı başlarında yaşanan Şeyh Said Hadisesi esnasında Başbakanlığı devraldığı gibi, insanî alternatifleri hiç düşünmeksizin, Doğu'daki ayaklanmayı en kanlı bir şekilde bastırma cihetine gitti. Her iki taraftan dökülen kanların, zayi olan malların haddi hesabı bilinmiyor. Dökülen onca kardeş kanı bir yana, bu elem verici hadisenin siyasî faturası da TCF lideri Karabekir Paşa ve dâvâ arkadaşlarına çıkarıldı. Partileri kapatıldığı gibi, ayrıca yargılandılar ve bir sene sonraki hayalî "İzmir Sûikastı" dâvâsında idamın eşiğinden döndüler. Böylelikle, nisbeten yaşatılmaya çalışılan Kuvâ–yı Millîye ruhu, dehşet verici darbelere mâruz bırakılarak adeta komaya sokulmuş oldu.
"Serbest Fırka"cılık, bir kez daha hançerlendi
Terakkiperver Fırkasının kapatılması üzerinden henüz beş yıllık süre geçmişti ki, siyaset sahnesinde bu tam anlamıyla bir "danışıklı dövüş" denemesi yapıldı. Eski Başbakanlardan Ali Fethi Beye kurulacak yeni bir partinin başına geçmesi istendi. Fethi Bey, oldum olası kendi iradesi ile değil, bir başkasının inisiyatif ve direktifi ile hareket ediyordu. Yine öyle yaptı. "Acaba, başka muhalif kimse kaldı mı?" alavere–dalaveresiyle kurulan yeni partinin ismi "Serbest Cumhuriyet Fırkası" oldu. Siz bakmayın ismindeki "serbest" ve "cumhuriyet" tabirlerinin bulunduğuna. Bu parti, tam anlamıyla bir "yasak ve istibdad"ın âleti ve hatta oyuncağı haline getirildi. Fethi Beyin başına geçtiği bu partinin mahallî seçimlerde kısmî başarı kazanması bile, iktidardaki İsmet Paşayı deliye döndürmeye yetti. Paşa, hemen harekete geçti ve daha fazla büyümesine, ileri gitmesine fırsat tanımadan SCF'yi kapattırma cihetine gitti. Aldığı "kuvvetli destek" sayesinde de bu hedefine vardı. Partiyi kapattırdığı gibi, bu partide samimi duygularla faaliyette bulunan kimseleri cezalandırmada da başarı kazandı. (17 Kasım 1930) Üstelik, aynı yılın sonlarında Menemen'de yaşanan menfur hadiseyi (Kubilay olayı) de siyaseten bu partinin mensuplarına fatura etmeye çalıştı. Böylelikle, siyasî kumpas kurmada bir kez daha başarılı olundu ve demokrasinin ruhuna bir kez daha okunmuş oldu. 17.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Uykuda ikinci ve üçüncü zaman dilimleri |
İkinci Zaman Dilimi: Güneş doğduktan, öğleden 45 dakika sonrasına kadar geçen süre içinde bir miktar uyunan uykuya kaylûle denir. Tıpçıların da üstadı Hz. Peygamber (asm), bizzat bunu uygulayarak, “Gündüz orucu için sahur yemeğinden, gece ibadetine kalkmak için kaylûleden yararlanın”1 tavsiyesinde bulunmuştur. Onun seçkin arkadaşları özellikle cuma günü erken davranır ve namazdan sonra da kaylûle yaparlardı. Kaylûle neler kazandırır? • Yarım saatlik kaylûle, iki saat gece uykusuna denktir. • Hergün; ölümün küçük kardeşinin elinden bir buçuk saati kurtarıyor, ömrümüze ekliyoruz. Hatta bu zaman zarfındaki uyku ile açılacak kalbî kanallardan, yakaza (uyku ile uyanıklık arası) ile metafizik âlemlere dalışlar bile yapılabilir. Bugün Japonya’da, öğle üzeri bir miktar uyku, kanunî bir mecburiyet hâline getirilmiştir. Her işveren ve işyeri, bu imkânı çalışanına tanımak zorundadır. Yoksa güzel hasletlerimiz, özelliklerimiz bireysel ve sosyal hayatımızda itibar görmediğinden bize küserek yabancılar çarşısında mı sergilenmeye başlamış? • Kuşluk vakti, yani güneşin doğmasından öğleden biraz sonraya kadarki zaman dilimi arasında bir miktar uyumak sünnettir. • Bu uyku, doyurucu olduğundan gece kalkıp, ilim, ibadet ve tefekküre, zikre sebep olur. Böylece hem ömrün, hem de rızkın artmasına vesile olur. • Beynin en çok, gece saat üç ile beş arası üretim yaptığının tespit edildiğini hatırlatalım. Vücut ritmi, salgıları, uyku, yemek, gece namazı, Sünnet-i Seniyye arasında şaşırtıcı paralellikler vardır. Tansiyon sabah yükselir. O saatlerde kalkıp abdest alarak veya eli yüzü yıkayarak ibadet etmek, duâ ve tefekkürde bulunmak, yüksek tansiyon üzerinde müspet etki yapar. • Sağlıksız ruh/beden, uyku düzenini ve süresini olumsuz etkiler. Stres, sıkıntı, korkudan doğan uyku bozuklukları, karabasanlara yol açar. Bunun sebebi, güzel ahlâklının güzel düşünmesi; güzel düşünenin rüyasında güzel levhaları görmesi; fena ahlâklının, fena düşündüğünden, fena levhaları görmesidir.2 Üçüncü Zaman Dilimi: İkindi namazından, güneşin batışına dek süren zaman içindeki uykudur. Buna feylûle denir. Bu saatlerde uyumak son derece sakıncalıdır. • Bu uykudan gelen sersemlikle ömür kısacık gibi gelir. • O gün hayatının maddî ve manevî neticesi, üretimi ekseriyâ ikindiden sonra tezahür ettiğinden, o vakti uykuyla geçirmek, sonucu görmemek hükmüne geçer. Güya o günü yaşamamış gibi olur.3 Akşam karanlığıyla yüz yüze gelmek ise, karamsarlık, bedbinlik vermez mi? Uzmanlar, bu saatlerdeki uykunun sakıncalarını şöyle sıralar: • Tansiyon akşama doğru düşüş gösterir. • Kalp atışları yavaşlar. Şu halde bu saatleri uykuda geçirip bütün bütün hareketsiz bırakmak yerine, hareket ederek oksijen almak daha faydalı ve daha bereketli değil mi?
Dipnotlar:
1-İbni Mâce, Sıyâm, 22; Feyzü’l-Kadîr, 4; vd. 2-Mektubat, s. 263. 3-Lem’alar, s. 269. 17.11.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Medyanın komünisti olur mu? |
Kıbrıs meselesinden dolayı Türkiye Amerika’nın hışmına uğramış, ambargo uyguluyordu. Dönemin Başbakanı da Seydişehir Alüminyum ile İsdemir’de rotayı kuzeye çevirmiş ve kendisini tenkit edenlere “Teknolojinin komünisti olmaz” demişti. Komünizmi halkımız ve hatta iktisat ve sosyal bilimleri okumamış dünya halkları; komite diktası, temel insanî haklara karşı, aile ve nikâhı kabul etmeyen, tüm otoriteleri kendi adına yıkmaya çalışan, mukaddesata düşman ve yine yayılmacı politikaları istikametinde uluslararası terör ve anarşiyi destekleyici olarak tarif ederler. Bu genel tarifi doğrulayan uygulamaların coğrafyalarını, diktatörlerini ve anarşistlerini yaşlılarımız bizzat ve yeni nesillerimiz kitaplardan okuyarak öğrenmişlerdir. Biz komünizmin neticelerini incelerken Karl Marx, Sigmund Freud veya Vera Schmidt gibi teorisyenlerin ütopik hikâyelerini nazara alacak değiliz. Rusya’nın bin senelik ve Çin’in daha fazla tarih ve kültürlerinin nasıl herc-ü merc olduklarına bakmamız gerekir. Doğu Avrupa’daki kiliselerin yaşadığı felâketleri, Orta Asya Türkistan’ı ile Kafkasya İslâmının uğradığı ciğersûz hadiseleri nazara almamız lâzım. Henüz toplu mezarları bile tam aranamamış olan dünkü katliamlar olmamış gibi “komünizmi ve cinayetlerini” hemencecik rafa kaldırmak, yeni komünist ve bolşeviklerin şu küresel süreçte dünyamızı ağ gibi sarmasına zemin hazırlayacaktır. Komünizm, Marksizm, Darwinizm, Freudizm veya Bolşevizm deyiniz, netice değişmiyor. Tümünün ortak paydası “dinsizlik” değil mi? Hürriyet adı altında kadını âciz ve zelil bir zevk aracına dönüştürmek değil mi? Gençliği cinsellik ve benzeri meşguliyetlerle şirazeden çıkarmak değil mi? “Ekonomik olarak topluma pahalı mal oluyor” diye aileyi kaldırmak değil mi? Altmış yaş üzerindekiler için “Yeteri kadar yaşamışlar” deyip onlara ilgi ve bakımı kesmek değil mi? İnsanların manen hürmet ettiği tüm mukaddesatı tahrip etmeyi ve daha doğrusu insanlığın temel ilkelerini kaldırmayı hedeflemiş tüm fikir, eylem ve tasarrufların hepsine birden komünizm diyebileceğimize göre, medyanın da komünizm muhtevalı fikirlerinin olup olmadığına inceleyenler karar vereceklerdir. Saldırgan dinsizliğin teorisyenlerinin iddia ve hedeflerini, geleneksel Hristiyan Avrupa’sının hedefleriyle karıştırmamak gerekiyor. Zahiren birbirine yakın görünen bu iki hayat tarzının farklarını sorular ve iddialar ortaya koyar. Nikâh ve aileye bağlı değilse, Allah inancıyla problemi varsa, eşitlik adı altında zenginlerin malına ve ehl-i namusun kadınlarına göz dikiyorsa, Marx, Freud, Darwin ve diğer dinsiz feylesoflara kuvvetli bir tarafgirliği varsa, kıtalararası işbirlikleri ve barış konferanslarına karşıysa; bunlar geleneksel Avrupalılardan ayrılırlar. Bunlara “saldırgan ateist” de diyebiliriz. Mukaddesata, semavî dinlere, dinî ahlâka ve millî tarihlere bigâne kalmakla, onlarla mücadele etmek arasındaki fark; beynamaz ile namazı inkâr eden arasındaki fark kadardır. Veya tesettürü uygulamayan bir Müslüman kadınla tesettüre adeta savaş açmış kadın arasındaki fark gibi. Siz pek çok bînamazın “Türkçe ezan histerilerine” veya alkol kullanmadığı halde “alkol tellâllığına” şahit olmuşsunuzdur. Komünizm, dinsizlik adına “semavî dinlerle ve o dinlere dayanan hayat prensipleriyle” mücadele sistemi mânâsına da gelir. Masum ve afife bir genç kızın iffeti onu Kur’ân okuyan masum çocuk kadar rahatsız eder. Hayatın içindeki “dinî arayışları” gördükçe komünistleri “hafakanlar” basar. Onlar her ne kadar hiçbir dine mensup olmadıklarını iddia etseler de, taassup içinde dinsizliği din olarak yaşadıklarının, Avrupa’nın saldırgan dinsiz feylesoflarına birer peygamber gibi sarıldıklarının kendileri de farkında değillerdir. Size yukarıda arz etmeye çalıştığımız çerçeveden medyamıza baktığınızda; resimleriyle, mesajlarıyla, ahlâkı aşındıran haberleriyle, serd ettiği fikirleriyle, ekranların ahlâksızlığı teşvik eden yarışma programlarıyla ve aileyi parçalamayı hedef alan dizileriyle Lenin’i, Troçki’yi, Mao’yu, Stalin’i, Enver Hoca, Tito ve Jivkov gibi komünist diktatörleri mest edecek unsurlarla yazılı ve görüntülü basın-yayın “yeni komünizmi” ihyaya çalışmıyor mu? Bizim halkımız neocon, neoliberal, cinsel ihtilâl veya Frankfurt mektebinden fazla birşey anlamıyor. Komünizm buharlaşmadığına, dinsizlik teknolojinin yeni imkânlarını da kullanarak dört yanımızdan hücuma geçtiğine ve medyadaki insaniyet ve İslâmiyet düşmanları da “dinsizlik ve ahlâksızlık” silâhlarını, bin seneden beri Kur’ân’a bayraktarlık yapan milletin masum yavrularına doğrulttuklarına göre, sözü dolaştırmaya gerek yok. Bildiğiniz gibi, Rus milletinde komünizme karşı günden güne bir nefret ve intikam duygusu gelişiyor. Rus gençleri, kendilerini neoliberal diye tanıtan turuncular için Lenin’in heykellerini turuncuya boyuyorlarmış. Yani düne kadar “kızıl” rengiyle iftihar edenler, yeni dönemde turuncu olarak ortaya çıkıyorlar. Yarın yeşile de geçebilirler. Fakat artık renkler, sloganlar ve logolar fikirleri gizleyemiyor. Medyada olduğu gibi... 17.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Fatma Nur ZENGİN |
|
Yeşil açılım |
Sınırın öteki yanına olan merakımı kısa bir süre önce gerçekleştirdiğim Gürcistan ziyaretimle gidermeye çalıştım. Çalıştım diyorum, fakat oraya gittiğimde bunun sadece bir başlangıç olabileceğini görmemek mümkün değildi, bunu anladım. Mısırlı şoförlerden çok daha çılgın araba kullanan şoförleri, Türkiye’deki tüm otobüs firmalarının yazıhanelerinin bulunduğu Batum şehri, anneannemin Erzurum’da yaptığı yemeklerin belki de yüzde 90’ının baş köşede bulunduğu mutfak kültürüyle, bu çok bilindik, ama ilk defa gittiğiim ülkeye gidişim; komşularımızı daha çok ziyaret etme gerekliliğini hatırlatmıştı bana. Ne de olsa komşuyduk ve hazır açılım da bu kadar gündemdeyken, komşularımızı sık sık ziyaret etmeliydik belki de. Benzerlikler, ufak tefek ayrılıklar, birleştiren unsurlar, sevgi dolu kalpler, uçsuz bucaksız hoşgörü, seminerin konusu yer yer ağırlaşsa da, grubun atmosferini olumsuz yönde etkilemiyordu. Gürcü dostların yanı sıra, Ermeni ve Azeri arkadaşlar da edinmiştim ve bu iki ülkeye ziyaretimin de yakın olduğunu çoktan hissetmiştim, halen de hissetmekteyim. Özellikle hassasiyetler, yeni gündemin getirdikleri, tarih, siyaset, ekonomi v.s. gibi nedenlerden dolayı bazen çözüm, bazen bir sorun olan Ermenistan’ı ve oradaki sevdiğim arkadaşları bir an önce görmeyi isteyerek Gürcistan’dan ayrılırken, bir an önce benim yazılarımı okumak isteyen ve Türkçe sözlükle bilgisayarın karşısına geçeceğine söz veren Ermeni bir arkadaşıma, eski bir yazımı gönderdim; Ermeni meselesiyle ilgili olanı. Doğup büyüdüğü coğrafyada Ermenilerle yıllarca iç içe yaşamış ve tecrübe sahibi olmuş olan büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursî’nin bu konuyla ilgili güzel görüşlerine de yer vermiştim. “Size bunu katiyyen söylüyorum ki, şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vabestedir (bağlıdır). Fakat mütezellilâne (kendimizi alçaltarak) dost olmak değil; belki izzet-i milliyeyi muhafaza ederek, musâlâha (barış) elini uzatmaktır” sözünün “açılım” mevzuunun doğu ayağına ne kadar uyduğu apaçık ortada. Bütün bunların ışığında, ilk fırsatta Ermenistan’a gitme isteğiyle döndüm Gürcistan’dan. Birkaç hafta sonra ani ve beklenmedik bir şekilde Ermenistan’a davet edildiğimde çok heyecanlandım. Bir an önce gitmek ve mümkün oldukça uzun kalmak istiyordum. Gezecek çok yer, duyacak çok söz vardı ne de olsa. Ama bazı nedenlerden dolayı son anda gitmekten vazgeçtim. Ben gitmekten vazgeçmişim kendi kendime ama, Ermenistan benden çoktan vazgeçmiş meğer. Gruptan giden arkadaşlardan birinin sınırdan içeri alınmadığını öğrendiğimde bunu anladım. Meselenin detayına inersek, “yeşil” yani “hususî” pasaporta sahip olanlara sınırda vize ve sınırı geçmelerine izin verilmiyormuş. Öncelikle Tiflis’te (tabiî burada da, bir asır öncesindeki Bediüzzaman’ı hatırladık) vize başvurusunda bulunmaları ve akabinde birkaç gün beklenmesi gerekiyormuş. Son dakikada, hatta sınıra girildiğinde bu durumla karşılaşan ve Gürcistan’da (vizenin ortalama 3 günde çıkabileceğini öğrenerek) çaresiz eve dönebileceği ilk uçağı bekleyen arkadaşımız ise, çektiği maddî sıkıntıların yanı sıra, manevî olarak da çok şey ifade etmesi muhtemel bu geziyi, çektiği tüm sıkıntılara rağmen gerçekleştirememekle kaldı. Bu konunun ortaya çıkmasının ardından, internette küçük bir araştırma yaptım ve “Ermenistan’da yakınlaşma çabalarına yeşil pasaport darbesi” isimli haber, birkaç yerde karşıma çıktı. Bunun, daha önce de yaşanmış bir sorun olduğunu net bir şekilde görmek, neden çözüme ulaşma yolunda hâlâ bir iyileşme olmadığı sorusunu bir kez daha sordurttu bana. Neden? Açılımlarda; acaba bir tarafın imtiyazları çoğaltılırken, diğer tarafınkiler kısılmalı mıydı? Hayır. Özellikle de Ermenistan gibi, kendi ekonomik gelişmezinin hayrı için Türkiye sınırının hayatî önem taşıdığı bir ülke tarafından hiç de değil. “Bu, açılıma yeşil bir darbe” dedim olayı duyduğumda. Oldukça da üzüldüm. Bazı şeylerin değişmesi için; şimdi sınırın açılmasını mı, yeni kanunların yürürlüğe girmesini mi , yoksa hükümetlerin görev değiştirmesini mi bekleyeceğiz? Bence cevap “hayır.” Çok kısa olmayan birkaç işlemin ardından, yeşil pasaport sahiplerinin büyükelçiliklerden vize alabileceğini öğrenmiş olmama rağmen, bu davranışın âcilen düzeltilmemesi halinde, açılım sürecine gölge düşüreceği kanaatindeyim. Ben Ermenistan’a gitme planlarımdan vazgeçmedim, “Sinek küçük, ama mide bulandırır” atasözünün mânâsını da daha iyi anladım. Kimse birbirine yüzde yüz güvenmiyordu. Bu beklenen bir durumdu, fakat ayrımcılık çoğalıp krize dönüşmeden, birkaç adım atılmasının her iki taraf için de faydalı olacağı kanaatindeyim. Yoksa, sınıra kadar gidip de geri çevrilerek, saatlerce yol giderek, gecenin bir yarısı Tiflis’e ancak ulaşan ve sıkıntılı anlar geçiren bir kişiye, komşuyu anlatmak güçleşebilir. 17.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Açılım torbası”ndan çıkanlar… (2) |
İçişleri Bakanının her açıdan milletinin 21. yüzyıldaki ihtiyaçlarını karşılayamadığını ikrar ettiği mevcut “ihtilâl anayasası”nın yerine, geniş mutabakatla hazırlanacak çoğulcu ve özgürlükçü bir anayasayı “tedbirler”in en sonuna “uzun vade”ye ötelemesi, hükümetin “demokratik açılım”da demokratikleşmeyi ertelediğinin göstergesi… “Açılım”ın koordinatör Bakanı, açık açık anayasanın değiştirilmesi teklif edilemez olan ilk üç maddesinin hiçbir şekilde değiştirilemeyeceğini söylüyor; “Cumhuriyetin nitelikleri”nde yer alan “laiklik ilkesi”nin târif ve tanımının bu tartışmanın dışında bırakıldığını belirtiyor… Oysa Cumhuriyetin demokratikleştirilmesi; Türkiye’nin sözü edilen ve “açılım”ın ana hedefleri arasında sayılan gerçek bir demokrasiye ulaşması için AB’ye taahhüt ettiği insan haklarını, hukukun üstünlüğünü, siyasî partiler ve seçim kanunu, yargı reformunu ve özgürlükleri esas alan yeni demokratik anayasa kavuşması gerekiyor. Anayasanın baştan sona değiştirilmesi mümkün değilse bile, en azından anayasanın 4. maddesindeki, “Cumhuriyetin niteliklerinin değiştirilemeyeceği”ne dair hükmü kaldırılarak, 2. maddesinde “Atatürk milliyetçiliğine bağlı” kaydı getirilen “laiklik” ilkesinin, dünyadaki demokratik ülkelerin anayasalarındakiyle uyumlu hale getirilmesi; “din ve vicdan hürriyetinin teminatı” temel târifine göre yazılması demokratikleşmenin birinci şartı. Ve milletten yetki almayan yetkisiz “organlar”ın millet egemenliğine “anayasal müdahalesi”nin önlenmesi, düzeltilecek maddelerin başında geliyor. Bunun için evvela anayasanın 7. maddesinde “yasama yetkisi”ni “Türk milleti adına TBMM’ye veren” ve “bunun devredilemeyeceğini” belirten, 6. maddesinde “Egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir” esasını getiren ibarelerle, bu maddedeki “Türk milleti, egemenliğini, anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır” cümlesindeki çelişkinin giderilmesi lüzûmu ortaya çıkıyor. ÂCİL ANAYASAL VE YASAL DEĞİŞİKLİKLER… Bu bakımdan öncelikle anayasada yer alan ve hiçbir demokratik ülkede benzerine rastlanmayan, “eğitim ve öğretimin Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda” yapılması garabetinin âcilen düzeltilmesi icap ediyor. Sahi “Eğitim ve öğretimin Atatürk ilkeleri ve inkılâpları doğrultusunda yapılacağı” hükmünü getiren bu madde düzeltilmeden, tıpkı TRT-6’de olduğu gibi Kürtçe’nin “ilke ve inkılâplar” kalıpları içinde öğretilmesi, demokratikleşmeye hangi katkısı olacak? Sonra hemen hemen herkesin “Kürtçe” bildiği bölgede “Kürtçe seçmeli dersi” ne işe yarayacak? Bütün bunlarla beraber, vatandaşların düşünce, vicdan, din, inanç ve ibadet özgürlüklerinin, dinini öğrenme ve yaşama hakkının kâmilen sağlanması şart. Hiç olmazsa YÖK’ün kuruluş ve işleyişine dair Anayasanın 130. ve 131. maddelerinin düzeltilmesiyle, bütün demokratik ülkelerde olduğu gibi yükseköğretim üst kuruluşunun bilimsel özerkliğe ilişmeden üniversiteler arasında koordinasyon ve genel plânlama ile sınırlanması kaçınılmaz. Bunu yanında Ceza Kanunu, Askerî Ceza Kanunu, Ceza Yargılaması Yasası ve bu arada Askerî Mahkemelerin Kuruluşu ve Yargılama Usûlleri yasaları, askerlere sivil yargı yolunu açan değişiklikle uyumlu hale getirilmeli. Bu maksatla “Askerî yargı”ya dair Anayasanın 145. maddesi değiştirilmeli. Ayrıca her dönem onlarca subay-astsubayın sorgusuz yargısız “disiplin suçu”yla mesleklerinden ihraç eden Yüksek Askerî Şûra kararlarını yargı denetimi dışında bırakan Anayasa’nın 125. maddesindeki hukuk dışılık Anayasa ve yasalardan çıkarılmalı… DARBELERDEN KALMA AYRIKLAR AYIKLANMALI… Keza millet irâdesinin temsilcisi Meclis’i kapatan, meşrû hükûmetleri deviren, devleti işgal ve ilga eden darbecilerin “her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemeyeceği ve haklarından herhangi bir yargı merciine başvurulmayacağı” kaydını getiren, Anayasanın “geçici 15. maddesi”nden başlanarak, darbeleri ve darbecileri koruyan hükümler anayasadan ve yasalardan ıskat edilmeli. Yine Meclis’in ve demokratik mekânizmanın dışında, “koruma ve kollama görevi” bahanesiyle darbeleri meşru göstermede istimal edilen “TSK İç hizmet Kanunu 35. maddesi” gibi istismar âletleri, yönetmelikler ve tâlimatlar iptal edilmeli… 28 Şubat “irtica ile mücadele” sürecinden kalma Kur’ân kurslarındaki “yaş yasağı”ndan kanunsuz keyfî başörtüsü yasağına kadar yığınlarca yasak mevzuat tek tek ayıklanmalı. Özetle 27 Mayıs kanlı darbesinden 12 Mart muhtırasına, 12 Eylül ihtilâlinden 28 Şubat “postmodern darbesi” sürecinde, demokrasiye kurulan komplolar; başarılı-başarısız darbeler, demokrasi suikastları sorgulanmalı. Millete ve demokrasiye karşı dayatılan “psikolojik harekât”lar hesaba çekilmeli. Yüz binlerce insana işkence etmiş, hapse atmış, mağduriyete uğratmış, “irtica ile mücadele konsepti”yle fişlemiş bütün darbeler ve darbeciler yargılanmalı. Darbeler, darbe plânlamaları, andıçlar, fişlemeler, cuntalar, cunta oluşumları ve hazırlıkları yargılanmalı… Aksi halde, salt “terörle mücadele yasası”nda dair birkaç mevzii değişiklikle, içi boş yarım yamalak “torba yasalar”la, eksik ve güdük “yamalar”la “demokratik açılım” olmaz. Terörist başının gizlenen “yol haritası”daki “özerklik” ve “tefrika” talebine, terör örgütünün “tâlimatlı-şovlu açılım”ına karşı, bir-iki yönetmelikle ve birkaç komisyonla ne terör sonra erer, ne de “açılım” olur… Olsaydı, mevcut Anayasanın şimdiye kadar 16 kez değişikliğe uğrayıp 100’e yakın maddesinin değiştirilmesiyle olurdu… 17.11.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Felluce’de hâlâ bebekler ölüyor! |
Cumartesi günü The Guardian gazetesinin yayınladığı bir haber çok fazla dikkat çekmeden, sun’i gündemler içinde kaybolup gitti. Felluce’de bebekler, özürlü, tümörlü ve hatta iki başlı doğuyorlardı. Bu kısacık haberin içinde aslında tüm Irak’ın ve Afganistan’ın dramı saklıydı. Bu iki ülkeye özgürlük ve demokrasi getirmek için gelen Amerika ve müttefiklerinin yalnızca kan, gözyaşı ve kaos getirdiklerinin en hazin göstergesiydi orada olanlar. Peki ne olmuştu Felluce’de? Bağdat’tan yalnızca 70 kilometre uzaklıkta, Fırat kıyısındaki bu güzel şehir, önce ilk Körfez Savaşında bir İngiliz uçağının attığı dört bomba ile sarsılmış, iki yüzden fazla masum can vermişti. Ama Felluce adını Amerika’nın Irak savaşında duyurdu. İşgalcilere karşı direnişin kalesi oldu Felluce. Amerikan ordusu tüm gücüne, öldürücü silâhlarına rağmen teslim alamadı 2004 yılı Nisan ayında Felluce’yi. Bombalar yağdırdılar kentin üzerine. Sivilleri taradılar. Hastaneleri kuşatıp kapattırdılar. Ama teslim alamadılar bu kahraman kenti. Bunun üzerine dünyanın süper gücünün en ölümcül ordusu aylarca plan yaptı. Kasım ayı geldiğinde Amerikan ordusu 1968’de Vietnam Savaşında Hue Kenti Savaşından bu yana en şiddetli saldırısını gerçekleştirdi. “Hayaletin Öfkesi Operasyonu” adını verdikleri savaşta yasak olan kimyasal silâhları kullandı Amerikan Ordusu. Beyaz Fosfor kullanarak yaktılar masumları. Napalm’ın modern versiyonu olan MK-77 bombalarını attılar sivillerin üzerine. Camileri, tarihî eserleriyle birlikte on bin binayı yerle bir ettiler. Altı bin kişi öldü bu saldırılarda. Tüm Amerikan ordusu bomba olup, kurşun olup yağmıştı masum kadınların, çocukların ve yaşlıların kısılıp kaldığı kentin üstüne. Amerikalılar bu orantısız savaşı kazandıklarında Irak’ın işgalini tamamladıklarını varsaydılar. Şimdi Amerikan ordusu Irak’tan çekiliyor. Peki geriye ne bırakıyor? Özgürleşmiş ve demokratikleşmiş huzurlu bir Irak mı? Elbette hayır. Parçalanmış, Arap, Kürt, Sünnî, Şiî çatışmalarıyla kaosu yaşayan, tüm zengin kaynaklarına rağmen işgalciler ve ambargo ile yoksullaştırılmış, ağır bir şekilde tahrip edilmiş bir ülke bırakıyorlar geriye. Ama asıl mirasları insanların hayatlarında, ruhlarında açtıkları yaralar. Her evden cesetler çıktı bu savaşta. Yaralananlar, sakat kalanlar, yerlerinden yurtlarından edilenler yüz binlerce. Bu tahribatın daha yıllarca süreceğinin en acıklı örneği de Felluceli çocuklar. Bu zamana kadar hiç görülmemiş ve açıklanamayan çoklu tümörleriyle, sinir sistemi problemleriyle doğuyor çocuklar. Bu yıkımın simgesi de iki başlı doğan bir bebek. Şimdi Iraklılar ve İngiliz doktorlar Birleşmiş Milletlere başvuruyor. Bu özürlü ve hastalıklı bebeklerin nedenlerini araştıracak bağımsız bir komisyon kurmaları ve yirmi yıla yakın zamandır süren savaşın bıraktığı toksik maddelerin temizlenmesi için. Her gün iki özürlü çocuk doğuyor. İki yaşın altındaki çocuklarda beyin tümörleri var. Gözleri ve kalpleri kusurlu doğanlar var. Samira Abdülgani isimli bir çocuk hekiminin üç haftalık günlüğünü inceliyor The Guardian muhabiri. 37 özürlü çocuk doğduğunu görüyor. Yalnızca bir hastanede doğanlar bunlar. Amerikalılar Irak’tan çekilirken Amerikan halkı soruyor: “Değer miydi?” Amacınız dünya hegemonyası ise değerdi. Bedelini nasıl olsa Felluceliler ödüyor. Tıpkı Can Dündar’ın dediği gibi: Felluce’yim ben… Yıkık, harap, mağrur ve asi… Medeniyet denilen arsız yalanın tekzibi… İşgale uğradım, yağmalandım, kana bulandım. Evlâtlarım ceset ceset yatar caddelerimde… …dünyanın gözleri önünde… 17.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Atatürk’le açılım olur mu? |
Açılım, hükümetin özellikle seçtiği 10 Kasım’daki ön ve iki gün sonraki asıl görüşmelerle Meclis gündemine gelerek resmen start almış oldu. Ancak somut olarak ifade edilen maddeler beklentileri pek karşılamadı. Başbakan esasa dair görüşmelerin yapıldığı 13 Kasım’ı “milât” olarak nitelese de, İçişleri Bakanının açıkladığı hususlar tatminkâr bulunmadı. Öyle ki, açılımı hararetle destekleyenlerden dahi “Dağ fare doğurdu” yorumu yapanlar çıktı. Böylece, kendisiyle ilgili olarak yüksek beklentiler oluşturulan bu süreci başarıyla yönetmenin daha da zorlaştığı bir durum ortaya çıkmış oldu. Taş atan çocuklara ağır cezalar verilmesini önleyecek, yayla yasağını kaldıracak, yollardaki güvenlik kontrollerini azaltacak, insan hakları ihlâlleri üzerindeki denetimleri arttıracak düzenlemeler elbette ki yapılması gereken şeyler. Ama açılım bunlarla sınırlı kalırsa işimiz zor. Gerçi hükümet bunun sürekli yeni adım ve atılımlarla devam ettirilecek bir süreç olduğunu her fırsatta tekrarlıyor ve öyle de olması gerekir. Ancak mâlûm tepki, itiraz ve yıpratma kampanyalarının tamgaz devam ettiği bir ortamda, hem insanların zihinlerinde oluşan soru işareti, kuşku ve istifhamları izale edecek, hem de azalmaya yüz tutan toplum desteğini arttıracak çok daha güçlü sinyal ve mesajlarla yola çıkılabilirdi. Bunun yapılamayışı, açılımı zora sokabilir. Esasen asıl problem şurada: Temelleri Atatürk döneminde atılan uygulamalarla ortaya çıkıp bugünkü boyutlara erişmiş kronik sorunları çözme iddiasına sahip bir açılım projesinin yine Atatürk’e dayandırılması çok derin bir çelişki. Bu çelişkiye rağmen gerek Erdoğan’ın, gerekse hükümet üyeleri ile AKP sözcülerinin, açılımı “Atatürk devrimlerinin devamı” olarak nitelemekteki ısrarlarını sürdürmelerinin anlamı ne? Erdoğan diyor ki: “Atatürk’ün en büyük başarısı, farklılıkları önce Meclis çatısı altında, sonra TC vatandaşlığında birleştirebilmiş olmasıydı.” Eğer öyle olsaydı, Selahattin Duman’ın kendisine has üslûbuyla hatırlattığı gibi (Vatan, 15.11. 09), en başta İstiklâl Savaşında çok önemli görevler üstlenmiş olan komutanların—bir-iki istisna dışında—neredeyse tamamı, zafer sonrası tasfiye edilir miydi? Bu mu “birleştirme başarısı?” Bütün kesimlerini temsil ettiği milletin gücünü arkasına alıp büyük zafere imza atmış olan Birinci Meclisi daha sonra ilk fırsatta dağıtarak mı farklılıkları birleştirme başarısına imza atıldı, yoksa bu yolla, o farklılıkları yok sayma ve imha etme operasyonlarının startı mı verilmiş oldu? Bu çerçevede, CHP’li Onur Öymen’in yoğun tepki almaya devam eden Dersim söylemini eleştirirken, kanlı Dersim olayları sırasında devletin bir numaralı koltuğunda hangi ismin oturduğunu bilmiyormuş gibi veya onun bu hadiselerdeki sorumluluğunu gözardı eden sözler söylemenin dürüstlükle telifi mümkün olabilir mi? AKP Atatürk’ü samimiyetle sahipleniyorsa, bu çelişkilerin de izahını yapmak durumunda. Yok, taktik icabı ve takiyye gereği öyle görünme ihtiyacı duyuyorsa, yine aynı açmazla karşı karşıya. Ve her iki ihtimalde de, “Atatürk’e sahiplenme” tekelini hiçbir hal ve şartta başkasına kaptırmamakta kararlı olan devrimbazlar karşısında şansı yok. Boşu boşuna kendini helâk etmesin. Gerçi bizi dinleyeceklerini zannetmiyoruz. Binmişler bir alâmete, gidiyorlar kıyamete. Atatürkçülük bayrağını, hakikî ve öz Kemalistlerin elinden alarak onlarla yarışa girme ve bu şekilde Kemalist sistemin ömrünü uzatma noktasında başından beri gayet istekli ve kararlı görünüyorlar. Ve sırf bundan dolayı, sistemin asıl muhafızlarınca, kullanılmaya daha elverişli bir araç olarak görülüp, yine statükonun sınırları içinde kalmaları kaydıyla, şimdilik kısmî bir müsamaha ve toleransla iktidarda tutuluyorlar. Ama aba altından sopa gösterilerek ve Demokles’in kılıcı sürekli tepelerinde sallandırılarak... Açılımın bir türlü açılamayışı da bundan... 17.11.2009 E-Posta: [email protected] |