Osman ZENGİN |
|
Peşpeşe vefatlar ve tevafuklu bir vefat haberi |
O gün; sabah namazından sonra, hanımla beraber yaptığımız mutad dersimizi okuyorduk. Takib ettiğimiz kitab da; Üstad Hazretlerinin tarihçe-i hayatı idi. Artık sonlara yaklaşmıştık. Yurt dışındaki nur talebelerinin veya muhibb-i nur olan, nur aşıklarının mektuplarını okuyorduk. “Risâle-i Nur’un Pakistan’da neşriyatını yaparak, pek çok kimselerin bu eserlerden istifadelerini sağlayan Karaşi (Karachi) Üniversitesi Türk tarih bölümü asistanı ve dört büyük gazetenin muharriri (yazarı) M. Sabir’in bir mektubu” diye başlayan ve üç tane güzel mektup yazan M. Sabir’in vefat ettiğini, aynı gün içerisinde bizim “sentez haber” sitesinden okuyunca, hem şaşırmış hem de üzülmüştüm. Hem de “Fesübhanallah! Tevafukun böylesi, aynı gün onu okuyoruz ve onun vefat haberini alıyoruz” demiştim. Şaşırmıştım; ben o zatın ismini daha sonraları pek duymadığımdan ya vefat etmiş, ya da bir kenara çekilmiş v.s. zannediyordum. Ama hâlâ hayatta ve faal bir nur talebesi olduğunu da ancak işte bu vefat haberiyle öğrenebilmiş ve üzülmüştüm. Profesör olan Muhammed Sabir’in bu vaziyeti bana; hem dış dünyadaki nur talebesi olan insanları, hem de yakın zamanda vefat eden nurun sadık talebelerinden Prof. Dr. İbrahim Canan ve aynı zamanda gazetemizin yazarı, birçok eserin müellifi Şaban Döğen hocalarımızı hatırlatmıştı. Ani bir şekilde vefat eden o iki muhterem zata üzülüyorduk. Her ikisinin hayatları da, nurun hizmetiyle geçmişti. Daha onların üzüntüsünü üzerimizden atamamıştık ki, bu zatın da bu şekilde haberi gelince “İnnâ lillah ve innâ ileyhu râciûn” dedik. Allah rahmet eylesin, hepsinin de makamları cennet olsun inşaallah. Tabii, bizlerle bir hukuku olan, beraber hatıralarımızın geçtiği nur talebelerinden rahmet-i Rahman’a kavuşanlara, taziye babında, hatıralarını yâd eden yazılar yazmaya çalışıyoruz. Hatıralarımızın olmadıklarına da, ancak bu şekilde rahmetler diliyoruz. Bu meyanda Şaban hocamızın, berzah âleminden bizlerle muhaveresini tahayyül edip, satıra döktüğümüz “mesajı”ndan dolayı, teşekkür ve tebrikler aldık. Bunlardan biri de, 35 senedir hukukumuz olan, kadim dostlarımızdan, gazetemizin yazarlarından ve Ankara’nın hizmet erlerinden Sami Cebeci’nin söyledikleriydi. “Osman, bizi ağlattın yahu! Hanımla beraber yazıyı okuyup ağladık” diyerek, telefonun diğer ucundan sitayişkâr tebriklerini bildirmesiydi. (Tabii biz bunu dâvâmızın medhiyesi sayıyorduk) Dış dünyadaki nurun hizmetinde koşan nur talebelerini de müşahede ettiğimizde; “denizin içindeki balığın, karaya çıkınca denizin kıymetini anladığı” gibi, Nur’un, Risale-i Nur’un kıymetini, kadrini daha iyi anladık. Bizim alnımızı (özellikle âlem-i islâmda) ak eden o Nurları, o zatların teveccühleriyle daha iyi anladık. Hiç unutmam, hac ibadeti için Mekke-i Mükerreme’de bulunduğumuz zaman sarışın bir genç görmüştüm. Oradaki arkadaşlar, onun aslında bir Alman genci olduğunu, Risâle-i Nur’lar vasıtasıyla İslamla şereflendiğini, ondan sonra da hacca geldiğini söylemişler ve şunu da ilave etmişlerdi: “Bu kardeşimiz 23 yaşında, Risâle-i Nurları orijinal lisânından öğrenmek için Türkçe öğreniyor.” Şaşırmış ve tebrik etmiştim. Aynı şekilde, Mısır’da bulunduğumuz 3 ay zarfında da bunları müşahede ettik. Mısır’ın zekî evlâtları (özellikle Ezher hocalarının) Nurlara kendi malları gibi sahip çıktıklarını gördük. Öte yandan, Ekvator’dan, Afrika’nın ortasından, Fildişi‘nden Kahire’ye, orada Nurları ve Üstadımızı iyice öğrenip memleketlerinde anlatmak üzere gelen simsiyah Ali ve Zekeriya isimli kardeşlerimizi hiç unutmuyorum. (İnşaallah Mısır hatıralarımızı yazacağımız bir dizi yazıda bunları anlatacağız). 17.11.2009 E-Posta: [email protected] |