Osman ZENGİN |
|
12 Eylül günü... |
O gün doğan çocuklar, bugün otuz yaşına girdi. Babalarımızın 1930’lu, 1940’lı yılları bizlere anlattığı gibi, biz de o günleri çocuklarımıza anlatıyoruz. O menhus günü, dün gibi hatırlıyorum. Biz de o gün, otuz yaşımıza merdiven dayamıştık. Hadiselerin içinde bizzat yaşayarak geldiğimizden, iyi bir canlı şahidiydik olanların. Millet düşmanları, milletin gencecik evlâtlarını birbirine düşürüp, beş bin civarında canın alınmasına sebep olmuşlardı. O gün Cuma idi. Sabah namazına kalkmıştık, babam namaz kılmak için camiye gitmişti, eve döndüğünde heyecanla yanıma geldi, askerlerin yolları tuttuğunu ve camiye de zorla müsaade alarak gittiğini (İhtiyarları bırakıp, gençleri yollamamışlardı) söyleyerek, “Oğlum, ihtilâl olmuş!” dedi. “Yok ya?” diye hayretimi ifade etmiş ve hemen radyoya yönelmiştim. Tok sesiyle Hasan Mutlucan, kahramanlık türküleri okuyordu. “Buna er meydanı derler... v.s.” diye. Peşinden de “Netekim Paşa” ahkâm kesiyordu, meydanı boş bulmuştu. Ağabeyim Erzurum’da yedek subay olarak askerliğini yapıyordu, rahmetli annemi de götürmüştü yanına. Babam ve kardeşlerimle beraberdik evde. Hadiseyi yorumluyorduk aramızda. Zaten ihtilâllerin şiddetle karşısında olan babam, (Çünkü yapılan üç ihtilâl de demokratlara karşı yapılmıştı) yine kızarak, ”Bu mendeburlar şimdi bizi Cuma namazına da göndermezler” demişti. Hafızamda kalan ve atladıklarımın da olacağı o günlere ait satırbaşlarını sizlere aktarayım istedim: O yıllarda, 1975 senesinde bitmesi gereken yüksek okul tahsilimiz, maalesef 1979’da bitmişti. O yılları, anarşi ve terörün yüksek okullarda kol gezdiği yılları hiç unutmuyorum. Şimdiki Ankara Gazi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’nde okuyorduk. O zamanki adı Ankara Devlet Mimarlık-Mühendislik Akademisiydi. Anarşinin doruğa yükseldiği, hadiselerin çoğunun başlangıç-bitiş noktası bizim okulumuzdu. Meşhur Bahçelievler katliâmında ölenlerin çoğu bizim okuldaydı ki ona misilleme olarak da aynı sayıda diğer guruptan tanıdığımız çocuklar öldürülmüştü. Öyle bir hâle gelmişti ki; okulu bir ülkücüler, bir solcular işgal ediyordu. Sabah bir grup, öğleden sonra da başka grup, kalabalık hâlde geliyordu. Arkadaşlar bir şey tesbit etmişlerdi. Her iki grubu da yönlendiren bir kişiden, daha doğrusu aynı kişiden bahsediyorlardı. Daha sonraları onun bir yüzbaşı olduğu söylenmişti. Kan gövdeyi götürüyor—daha doğrusu götürtülüyordu—; ihtilâlcinin de ifadesiyle “İyice olgunlaşması için daha çok kanın akması, daha çok kişinin ölmesi bekleniyordu.” İhtilâl oldu, sanki ertesi gün hadiseler bitmişti. Mahalleler, aileler bile ikiye bölünmüştü. Sağcı-solcu diye. “Kurtarılmış bölge” adı verilen yerlere, başka gruptan biri giremiyordu. Vatandaş da zahire baktığı, dış görüntüyü bildiği için, bir kısım insanlar “anarşi bitti” diye ihtilâle sevinmişti. Hadiseye karışanlar, o zamanki hükümetin bütün çaba ve ısrarlarına rağmen yakalanamazken, ihtilâlin ertesi günü, elleriyle koymuşlar gibi tek tek yakalıyorlardı hepsini. Lise ve üniversiteden bir arkadaşım vardı. En çok da onun başına gelen beni şok etmişti. Kendisi safça bir çocuktu, Anadolu insanının birçoğu gibi, onda ülkücülere sempati vardı. Kendisinin evi Ankara’daydı. Yurtta kalan bir arkadaşı, üzerinde olan bir tabancayı buna vermiş saklaması için. O da arkadaşa vefa kabilinden alıp, saklamış fakat sonra o tabancayı bulmuşlar ve arkadaşı yakaladılar, içeri attılar. Bunu sonradan radyodan duyunca, nutkumuz tutuldu. Hem içeri attılar, haksız yere yattı, hem de radyodan idamla yargılananlar arasında ismi okundu. Bir sendikacının hatırasını okumuştum 12 Eylülle ilgili. Bunu yakalamış ve kendisiyle birlikte bir grup insanı askerî vasıtaya bindirmiş götürürlerken, telsizden sıkıyönetim komutanlığından, başlarındaki subaya kaç kişi oldukları sorulmuş. O da 14 kişi olduğunu söylemiş. Sonradan bir sayıyorlar ki; esasında 13 kişiler. Tabiî ne yapacaklarını fazla düşünmüyor ve hemen kendi pratik mantıklarını ortaya koyuyorlar. Yoldaki bir simitçinin yanında durup, çağırıyorlar. O da koşarak geliyor, ”Kaç simit abi?” diye soruyor. Yanlarına gelince onu da arabaya atıyor ve böylece sayıyı tamamlayıp götürüyorlar. Bir müddet içeride haksız yere simitçiyi de yatırıyorlar. Parti liderlerinin hepsine tutuklama emri çıkartmışlardı. Demirel hanımıyla vedalaşarak gitti. Bazıları “sırra kadem” basarak saklanmıştı. Türkeş, uzun müddet saklanmış sonra ortaya çıkmıştı. Ecevit ise, ”İrfan Özaydınlı gelmeden gitmem” diyordu. Malûm Özaydınlı, 12 Mart harekâtının ihtilâlcilerinden ve sonradan CHP’den milletvekilliği ve Ecevit hükümeti zamanında da İçişleri Bakanlığı yapmıştı. O götürüp teslim etmişti. İhtilâlden önce ateşe körükle giden konuşmalar yapan Ecevit, o günden itibaren kuru fasulyenin faydalarını anlatır olmuştu. İhtilâlden 5 ay kadar sonra Erzurum’a gitmiştik. Orada Kırkıncı Hocayla başbaşa 2-3 saat kadar çeşitli meselelerle birlikte ihtilâli de konuştuk. Cemaatlerin en büyük iftirakının, ayrılığın işaretlerini veriyordu hoca. Yeni Asya misyonu olarak biz, ihtilâli tasvip etmezken hoca ve şürekası maalesef Niğbolu, Malazgirt gibi İslâm fütuhatlarıyla bir tutuyordu ihtilâli. Bir müddet sonra ben de Erzurum’a tayin olup geldikten sonra lojmanda oturan arkadaşlarla kendi aramızda sohbet yaparken, bu ihtilâle tarafgirlik gündeme gelmişti. Orada, Erzurum’lu bir ağabeyimiz demişti ki: ”Kardeşler yapmayın, etmeyin, M. Kemal de kongre için buraya gelince, aba u ecdadımız ‘Hz. Halid gelmiş’ diye karşılamıştı onu. Bak yine aynısı olmasın!” Nitekim, Kenan Paşanın Erzurum’a bir Ramazan’da gelip, millete konuşma yaptığı gün, bizleri de daireden zorla, tehditle götürmüşlerdi. Paşa konuşma esnasında seferî olduğunu söyleyerek su içince millet hep dağılmıştı, biz de oradaydık o zaman. Dikkatimi çeken şeylerden biri de şuydu: M. Kemal’in kurduğu, kendi partileri CHP başta olmak üzere, bir çok dernek ve sendikayı kapatırlarken, komünist faaliyetlerin odaklarından biri olan mühendis odalarını kapatmamışlardı ne hikmetse? Daha sonra parti kurmaya müsaade etmişler, ama bir tek her seferinde tepesine ihtilâl yaptıkları demokrat misyona müsaade etmemişlerdi. Millete her şeyi zorla kabul ettirdikleri gibi, kendilerini de koruma ve kollama altına aldıkları geçici ve değiştirilemez maddelerle yaptıkları anayasayı da yine millete zorla, tehditle kabul ettirmişlerdi. Bu millet düşmanlarıyla alâkalı çok şey var aslında yazılacak. Allah bu millete hem merhamet etsin, hem de basiret versin. Dostunu düşmanını iyi tesbit etmesini nasip etsin. Ve her ihtilâlin milleti maddî-manevî alanlarda yıllarca geriye götürdüğü o meşum günler bir daha tekrar etmesin İnşaallah! 13.09.2009 E-Posta: [email protected] |