Faruk ÇAKIR |
|
12 Eylül’den 28 Şubat’a |
Aralarında kısmî fark olsa da bütün ihtilâller ve ihtilâlciler ‘millete rağmen’ iş yapmayı kendilerine prensip edinmişlerdir. Dolayısı ile her hangi bir ihtilâli ‘iyi’ kabul etmek mümkün değildir. Bugün 12 Eylül 1980 ihtilâlinin yıldönümü. Aradan bunca yıl geçti, Türkiye hâlâ bu ihtilâlin izlerini silip, açtığı yaraları tedavi edebilmiş değil. Elbette bunda ‘ihtilâli meşrû gören’ anlayışın da payı var. Ne yazık ki bir kısım insanlar 27 Mayıs’ı, bir kısım insanlar 12 Eylül’ü, bir kısım insanlar da 28 Şubat’ı savunma yanlışına düşüyorlar. İhtilâllerin açtığı yarayı tedavi edebilmek için, bütün ihtilâllere ve bütün ihtilâlcilere karşı çıkmaktan başka yol, yordam var mı? 12 Eylül, diğer ihtilâllere nisbetle daha planlı, programlı ve ‘münafıkane’ yapıldığı için açtığı yaraları tedavi etmek de uzun sürüyor. İhtilâlcilerin en büyük yalanı, ihtilâllerle Türkiye’nin batmaktan kurtarıldığı şeklindeki sözleridir. Onlara göre 12 Eylül 1980’de darbe/ ihtilâli olmasaydı Türkiye kan gölüne dönecekti, hatta batacaktı. İhtilâlcilerin iddiasına göre, yönetime el koymakla ülke uçurumun tepesinden kurtarılmış! İhtilâlcilerin lideri olan paşa, bütün Türkiye’yi gezerek yaptığı meydan konuşmalarında siyasetçilerin ‘tencereyi pislettiğini’ ileri sürmüş ve “Biz olmasaydık hâliniz yamandı” yalanını dillendirmiştir. İlk bakışta ihtilâlcilerin yalanına hak verenler de olmuştur. Çünkü ülkede bir kavga yaşandığı ve devam eden anarşik hadiseler sebebiyle insanların öldüğü bir vak’a idi. Fakat şu unutulmamalı: Masum insanların kanlarının aktığı dönemde bütün şehirlerde ‘sıkıyönetim’ vardı. Dolayısı ile akan kanı durdurmak sadece siyasetçilerin değil, elinde silâh bulunduranların da göreviydi. Hatta ve hatta, asıl görev elinde silâh bulunduranlarındı. Siyasetçilerin görevi ise bu kanı durdurmak için elinde silâh bulunduran devlet görevlilerine ‘ne gerekiyorsa’ onları temin etmekti. Şahitleri hâlâ hayatta olduğu için rahatlıkla sorabiliriz: Hiç bir ihtilâlci bu güne kadar çıkıp “12 Eylül öncesi kanı durduracaktık, ama hükûmet bize lâzım olan imkânı, parayı, silahı, gücü, desteği vermedi” diyebildi mi? Demediklerine göre ‘kan’ın durmamasında onların sorumluluğu daha fazla. Belgelerin şehadetiyle 11 Eylül 1980 günü itibarıyla bu konuda bir eksiklik, bir ihmal yok. Buna rağmen kan akmaya devam ediyor... 12 Eylül ihtilaline maruz kalan siyaseçtilerin tâ o günlerde sorduğu soru hâlâ cevabını bulabilmiş değil: 11 Eylül günü durmayan, durdurulmayan kan; nasıl oldu da 12 Eylül günü durabildi? 11 Eylül gününe kadar elde olmayan yeni silâh ve teçhizat mı temin edildi? 12 Eylül günü kanı durduran ‘yetkililer’ o güne kadar ‘Tapu Memuru’ muydu? Yakın zaman önce gazetemizin yeniden hatırlattığı (Yeni Asya, 7 Eylül 2009) üzere, ihtilâlin olgunlaşmasının beklendiğini ihtilâlciler tâ 1987 yılında itiraf etmişler. Emekli Or. Bedrettin Demirel, Milliyet’e verdiği röportajda bazı arkadaşlarının “Tam olgunlaşsın, (ihtilâl) millet tarafından tamamen tasvip görsün” dediğini itiraf etmiş. O halde 12 Eylül’ü bu yönüyle de yargılamak gerekir. Daha da önemlisi 12 Eylül’ü ne 27 Mayıs’tan, ne de 28 Şubat’tan ayrı ve farklı düşünebiliriz. Bütün ihtilâller bir elmanın parçalarıdır. Tamamına karşı olmak da demokratların vazifesi olsa gerek. 12.09.2009 E-Posta: [email protected] |