Selim GÜNDÜZALP |
|
Kaderin her şeyi güzeldir |
Gönülle ve akılla bilen insan, hayatın olumsuz gibi görünen cilveleri karşısında asla ümitsizliğe düşmez. Dalgaları hiç kesilmeyen ve ard arda gelen bir olaylar okyanusunda yaşıyoruz. Kâinatın her köşesinde, en ince noktasına kadar bir akış var. Bir toparlanış, bir dağılış ve ardından yıkılış ve çözülüş var. Gelenler, gidenler o kadar çok ki, yine de dünyanın uyumu bozulmuyor, hiçbir zaman yer darlığı yaşanmıyor. Dünyaya gelirken, kendi istek ve irademizle gelmediğimiz gibi, giderken de yaşamak istemediğimiz için ölüyor değiliz. Getiren götürüyor. Varlıklar, bütünüyle ezelde çizilmiş olan İlâhî bir programa uyarak hareket etmekte. Yaratılmış olan her şey Allah’ın eseri. Bizim bilmediğimiz nice sonsuz hikmetlerle dolu. Ama biz insanlar, olayların mutlak seyrinden ve genel hikmetinden çok, kendimize ait olan yönünü görür, onunla meşgul oluruz. Kendi fayda ve zararımıza göre olaylara hayır ve şer adını veririz. Bizim için hayır ve şer, olayların mutlak oluşu değil, bize bakan yönüdür. Yüce kitabımız bu ruh halimizi şöyle anlatır: “Sizin hoşunuza gitmeyen öyle şeyler vardır ki, onlar hakkınızda hayır olabilir. Yine hoşlandığınız öyle şeyler vardır ki, hakkınızda şer olabilir. İşin hakikatini Allah bilir, hâlbuki siz bilmezsiniz.” (Bakara, 216). Yine Kur’ân-ı Kerim’de Kehf Sûresi’nde Hz. Musa ile Hz. Hızır’ın bir seyahati hikâye edilir. Ve ard arda üç tane hadise anlatılır ki, bunların her biri mutlak gerçeği ile görünüşü arasındaki hayır ve şer anlayışlarını açıklaması bakımından dikkat çekicidir. Biz hayır ve şerri ancak Allah’ın emri sayesinde tayin edebiliyoruz. Yani bize yapılması emredilen şeyleri hayır, yasaklanan şeyleri de şer olarak tanımaya mecburuz. Kader denilince hemen akla ölçü ve miktar geliyor. Her şeyin güzelliği ve kemâli bu ölçüye tâbidir. Meselâ bir elbisedeki güzellik, o kumaşın bir terzinin takdiri ile biçilip dikilmesi neticesinde ortaya çıkıyor. Bakışımızı elbiseden çekip onu giyecek olan insana çevirelim bir de. İnsanın bütün organları en güzel şekilde, yerli yerinde yaratılmıştır. Gereken büyüklükte tasarlanmış ve düşünülebilecek en güzel yerlere konulmuştur. Bunların her biri bir kaderi, planı ve programı göstermektedir. Ne elbise bu şekil ve güzelliği kendi kendine kazanmıştır, ne de insanın vücudu. Bunlar hep bir plan, bir programın işaretidir. Yani İlâhî bir kaderden gelip, onu göstermektedir. Bir kitaba baktığımızda da durum bundan pek farklı değildir. Kitabın tamamının belli bir gaye için yazıldığını, bütün bölümlerin, paragrafların, cümlelerin, hatta kelime ve harflerin hep o gayeye göre dizildiğini görürüz. Yazılan her harf, yazarın gözünün önündedir ve onun bilgisi dâhilinde, onun takdirine göre planlanmıştır. Bu kâinat da kudret kalemiyle yazılmış İlâhî bir kitaptır. Atomlar bu kitabın mürekkebi hükmündedir. Bir binanın inşası sırasında kullanılan kalıplar, içlerine dökülen harcın taşmasına engel olduğu gibi, kaderin mânevî kalıpları da bu dünyada maddeyi ve eşyayı belli bir ölçüye göre şekillendirmiş, sınırlandırmış, en faydalı bir hâle sokmuştur. Elimizde tuttuğumuz kalem ve onun içindeki mürekkep, emre hazır bir şekilde bekler. Ne yazmak istersek kalemin ucundan o dökülür. Meselâ meyve kelimesini yazmayı dilediğimizde, harflerin şekli, sıraları ve büyüklükleri hep takdir ettiğimiz tarzda ortaya çıkar. Bu cansız ve şuursuz mürekkep maddesi, iradeden mahrum olan kalem, bu yazının yazarı olamayacaklarından, mürekkebin zihinde tesbit edilen bir programa göre döküldüğünü, her akıl sahibi rahatlıkla anlar, görür ve bilir. Bir meyve kelimesinin yazılmasında zihnî bir plan ve program esas olduğu gibi, bir ağacın başındaki gerçek bir meyvenin yaratılmasında da Cenâb-ı Hakk’ın ilmiyle takdir edilen şekil ve özellikler esas olmaktadır. Evet, yaratılmış olan her ne var ise; insan, hayvan, ağaç, yıldız, dağ, her biri birer kudret kelimesidir. Kaderin programına göre yazılmış ve yaratılmışlardır. Kadere inanıyorum demek, Allah’ın her şeyi bildiğine inanıyorum demektir. Kader, Allah’ın her şeyi bilmesi ve yazmasıdır. Bir başka ifadeyle, kâinatın plan ve projesidir. Olmuşlar, olanlar ve olacaklar, ne varsa hepsi kader defterinde yazılıdır. Kaza ise, yazılanın başa gelmesi, bir başka ifadeyle kaderde yazılan bir hükmün infazıdır, gerçekleşmesidir. İrade ise, insandaki seçme kuvveti, önünde var olan şıklardan birini tercih etme kabiliyetidir. Bizim nerede, ne zaman, ne yapacağımız yazılmıştır. Şimdi okumakta olduğunuz satırları yazmak da kaderimizde vardır. Yazdığımız anda bu hüküm infaz edilir ve kaza olur. Yazmak ya da yazmamak konusunda bir tereddüt geçirdikten sonra yazmaya karar verdiğimizde, bu da irademizi gösterir. Kader ikiye ayrılıyor: Iztırârî kader, ihtiyarî kader diye. Iztırârî kaderde bizim hiçbir etkimiz yok, o tamamen irademiz dışında yazılmış. Dünyaya geleceğimiz yer, annemiz, babamız, rengimiz, dilimiz, şeklimiz, kabiliyetlerimiz, hepsi ıztırârî kaderin konusu. Bunlara kendimiz karar veremeyiz ve bu kaderden dolayı da bir sorumluluğumuz yoktur. İkinci kısım da ihtiyarî kadere bağlıdır. Onu da Allah’ın bize verdiği iradeyle biz tercihimizi nasıl yapacak ve neye karar vereceksek, Allah ezelî ilmiyle onu öyle bilmiş ve öylece yazmıştır. Kalbimiz çarpar, kanımız temizlenir, hücrelerimiz büyür, çoğalır ve ölür. Vücudumuzda bizim bilmediğimiz birçok işler yapılır, bunların hiçbirini yapan biz değiliz. Bunlar uyuduğumuz zaman bile devam eder. Ama şunu da çok iyi biliyoruz ki; kendi isteğimizle yaptığımız işler de var. Yemek, içmek, yürümek gibi fiiller de var. Zayıf da, cüz’î de olsa bir irademiz, az da olsa bir ilmimiz, cılız da olsa bir kuvvetimiz var. Bir yol kavşağında, hangisinden gideceğimize biz karar veriyoruz. Yollar önümüzde ama gideceğimiz yolu seçmek bize ait. Hayat yolu da böyle, kavşaklarla dolu. Bilerek tercih ettiğimiz, hiçbir zorlamaya maruz kalmadan seçtiğimiz yoldan ve işlediğimiz her bir suçtan ve günahtan sorumlu olan da biziz. İşte irademize dayalı olan çirkin isteklerimizle bozmasak, yıkmasak ve dağıtmasak, kaderin her şeyinin ne kadar güzel olduğunu göreceğiz. Bazen başa gelen ve dışarıdan bakıldığında, çirkin gibi görünen şeyler var, ama onların da sonuçları güzel. Kışın fırtınası, karı, yağmuru, çamuru olmasa, baharın çiçeğini, yaprağını, kelebeğini görebilir miydik? Bir su damlasından süzülüp bu dünyaya gönderilen ilk hâlimizi bir düşünelim. Kendi başımıza bırakılsaydık, almamız gereken organları biz seçmek zorunda kalsaydık, ne acayip bir mahlûk ortaya çıkardı, kim bilir? Bir düşünün. Fakat kaderimizi yazan Allah, sonsuz merhamet sahibi olduğu için, bizi kendi hâlimize bırakmadı. Sonsuz ve sınırsız ilmiyle hayatımız için gerekli her şeyi planlayıp O yarattı. Kâinatı bize uygun, bizi de ona uygun bir şekilde O yarattı. Başımıza görünürde çirkin bir hâl gelirse bilelim ki, o ya bir hatamızın karşılığıdır veya mahiyetini bilemeyeceğimiz bir imtihan içindir. Evet, hikmet gözü dikkatle bakıp, ibretle görmeli, dilimiz: “Deme şu niçin böyle. Yerincedir ol öyle. Bak sonuna, sabreyle” demeli.
İBRET VE HİKMET DOLU BİR KADER ÖYKÜSÜ Bir küçük çocuk, annesi nakış işlerken dizlerinin dibinde oturup onu seyretmeyi çok severdi. Bir keresinde aşağıdan annesine doğru bakıp sordu: “Anneciğim, ne yapıyorsun?” Annesi, tatlı ve şefkatli bir sesle cevap verdi: “Nakış işliyorum yavrum. Bu kasnaktaki kumaşın üstüne güzel desenler işlemeye çalışıyorum.” Küçük çocuk: “Ama yaptığın şey, hiç güzel görünmüyor, karmakarışık…” Gerçekten de çocuğun oturduğu yerden bakınca, annesinin elinde tuttuğu kasnağın altındaki ipler, birbirine giriyor, kasnağın üstünde görülen san'atlı işlemelerden ise, hiçbir eser görünmüyordu. Çocuğun bu sözüne annesi gülümseyerek: “Hadi sen git, biraz oyna” dedi. “Nakışımı bitirdiğimde seni dizime oturturum, o zaman o nakışa benim yakınımdan bakar ve ne olduğunu anlarsın.” Çocuk oynarken, annesinin parlak renkli ipliklerin yanında, o kapkara iplikleri neden kullandığını merak etmekten kendisini bir türlü alamadı. Biraz sonra annesinin sesi duyuldu: “Gel kızım, yanıma otur da, birlikte bakalım bu nakışa.” Annesi gibi kasnağa üst taraftan bakan çocuk, şaşkınlıktan ve hayranlıktan ne diyeceğini bilemedi. Kasnağın üstünde harikulâde bir çiçek resminin nakşedildiğini gördü. Peki ama bu büyük farklılığın sebebi neydi? Alttan bakınca karmakarışık, üstten bakınca harika nakışlar. Nasıl böyle olabiliyordu? Annesi onun bu merakını şu sözleriyle giderdi: “Yavrum, alttan bakıldığında nakış karışık ve anlaşılmaz görünüyordu. Çünkü sen nakışın üst tarafına daha önceden çizili bir plan olduğunu göremiyordun. Bu benim yaptığım bir dizayndı. O çiçeği işlemek için, benim bu çizimi ve planı takip etmem gerekiyordu. Şimdi benim tarafımdan baktığında ise, ne yaptığımı daha iyi görebiliyorsun.” Küçük kız yıllar geçip büyüdüğünde, başına gelen her iyi ya da kötü, güzel ya da çirkin olaylar karşısında, hep bu yaşadığı olayı hatırladı. Hayatının bir nakış gibi, İlâhî bir kudret eli tarafından dantel dantel işlendiğini, kendisine karışık, anlamsız, kötü gibi görünen olayların, aslında İlâhî bir planın nakışları olduğunu, ortaya çıkacak bütünün ve kompozisyonun hârikulade bir resim teşkil edeceğini hissederek hâlinden pek de şikâyetçi olmadı. Evet; “Güzelin güzelliğini artıran, çirkinin çirkinliğidir” diyor Bediüzzaman. Kâinattaki kader imtihanında, çirkinin de şerrin de özel bir yeri vardır. İyiliğin ve güzelliğin dereceleri, mertebeleri onlarla bilinir. Şeytan ve nefsimiz bu duruma itiraz ettiğinde, mutlak kudret, cemâl, kemâl sahibi olan Allah’ımızla aramıza girmeye kalktığı zaman, “Rabbimizle aramızdan çık, çekil ve yıkıl.. Gölge etme, başka ihsan istemem” deyip onu uzaklaştırmalıyız. Ve İbrahim Hakkı gibi: “Hak şerleri hayreyler Zannetme ki gayreyler Arif ânı seyreyler Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler” demeliyiz. Kaderin her şeyi güzeldir bilmeliyiz. Ama irademizle çirkinleştirdiğimiz, günahlarımızla lekelediğimiz şeyler müstesna… Kader Allah’ı tanıtır, Allah’ı bildirir ve bize Allah’ı sevdirir. Ateşini kalpten, nurunu akıldan alan bir sevgiyle sevilirse Allah (cc), o zaman kaderin sırrı ve güzelliği daha iyi anlaşılacaktır İnşallah. NOT: Sevgili kardeşlerim, siz bu yazıyı okurken, biz de o mübarek beldelerde misafir ve duâcınız olacağız İnşallah. Duâlardan unutmamanız dileğiyle… 12.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Duâya devamdan yılmamak |
Kerim Bey: “Bilindiği gibi iftar vakti öncesindeki duâ, Kadir Gecesi yapılan duâ, babanın evlâdına yaptığı duâ gibi muhtelif duâlar Allah katında geri çevrilmeyen duâlardır. Bildiğim kadarıyla bu zamanda yapılan duâ kabul olunur. Ben de bu zamanlarda en içten dileklerimle girdiğim bir sınavı kazanmak için Allah’a duâ ettim. Yeterince de çalıştım. Ama kazanamadım. Şunu soruyorum: Çalıştım, duâmı bu zamanlarda ettim ve gerisini Allah’tan bekledim. Buna rağmen böyle bir sonucu almamda ne etkili oldu?”
Resûlullah Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “Sizden herhangi birinizin duâsı, acele etmediği ve ‘Duâ ettim, fakat benim duâm kabul edilmedi’ demediği sürece kabul edilecektir.” 1 “Bir çok defa duâ ediyoruz, kabul olmuyor. Hâlbuki ‘Duâ edin, size cevap vereyim’ 2 âyetinin umûmî olduğunu, her duâya cevap verildiğini ifâde ettiğini” bir soru olarak gündemimize taşıyan Bedîüzzaman Hazretleri, Cenâb-ı Allah’ın her duâ için cevap verdiğini, fakat duâmızı kabul etmesi ve istediğimiz aynı şeyi vermesi için, o şeyin Allah’ın hikmetine uygun olması gerektiğini bildiriyor. Bedîüzzaman Saîd Nursî, bunu şöyle bir misal ile açıklıyor: Meselâ hasta bir çocuk, doktora: “Ey hekim! Bana bak!” dediğinde, doktor: “Buyur! Derdini söyle!” diyecek, hasta çocuğun çağrısına cevap verecektir. Çocuk: “Şu ilâcı ver bana!” dediği zaman ise, devreye mecburen doktorun bilgisi, hikmeti, kanaati ve onayı girecektir. Çünkü o ilâcın çocuğun derdine fayda verip vermeyeceğini doktor çocuktan daha iyi bilmektedir. Bu durumda çocuğa düşen, doktorun kendi isteği ile ilgili bilgisine, hikmetine ve kanaatine razı olmak, doktorun hükmüne teslim olmaktır. Doktor bilgisiyle hareket edip çocuğa ya o ilâcın aynısını, ya daha iyisini verebilir, ya da hiç vermeyebilir. İstediği ilâcın aynısını vermediğinde çocuğun doktoru itham etmesi ve ‘İstediğim şeyi vermedin!’ diye doktora küsüp kırılması elbette doğru bir hareket değildir. 3 Bir diğer husus; kavlî duâ ile beraber fiilî olarak üzerimize düşeni eksiksiz yerine getirmeliyiz. Meselâ üniversite sınavını kazanmak gibi muhakkak fiilî duâ gerektiren, muhakkak tekniğine ve usûlüne göre çalışmamızı zorunlu kılan iş ve isteklerimizde yeterince çalışmamız ve ulaşmak istediğimiz sonuca fiilî olarak teşebbüs etmemiz şarttır. Bununla beraber istediğimiz sonucu almadığımızda bize düşen yine kendi kusurumuzu aramaktır. Allah’a küsmek veya kırılmak değil; yılmadan yine fiilî ve kavlî olarak duâya devam etmektir. Allah’ı itham etmek bize yakışmaz. Duâmızla ilgili olarak birinci görev bize düşüyor. Allah’ı duâmızı kabul etmeye mahkûm sayamayız. Allah’ın ilimle ve hikmetle davrandığını ve duâmızı dilerse kabul ettiğini bilmeli ve bundan râzı olmalıyız. Öte yandan Bedîüzzaman Hazretlerine göre, görünen maksatlar, yani dünyevî gâyeler, yani ihtiyaç zamanları o duânın ve duâ ibâdetinin husûsî vakitleridir. O vakitlerde duâ yaptıktan sonra istediğimiz şeye ulaşmak ise, o duânın hakîkî faydası değildir. Duânın hakîkî faydası âhirete bakar. Dünyevî maksatlar meydana gelmezse, “Duâ kabul olmadı” denilmez; “Daha duânın vakti bitmedi” denilir ve duâya devam edilir.4 Nasıl ki, güneş battığında akşam namazının vaktinin girdiğini anlıyor isek; bir takım husûsî ihtiyaç vakitlerinde de, söz konusu ihtiyacımızla ilgili hususi duâ vakitlerine girdiğimizi anlamalıyız.5 Bu vakitlerde gerek sözlü, gerekse fiilî olarak duâya devam etmeliyiz. Duâmızda aceleci olmamalıyız. Duâmızda Cenâb-ı Allah’tan mutlak hayır istemeliyiz. İhtiyaçlarımızın hayırlı neticelerle giderilmesini talep etmeliyiz. Dünyevî istek ve ihtiyaçlarımızı duâlarımızda “biricik gâye” yapmamaya özen göstermeli; duâlarımız için “biricik gâyenin” Allah’ın rızâsını kazanmak olduğunu unutmamalıyız. Başka bir ifâdeyle, her duânın bir ibâdet olduğunu, her ibâdetin de sırf Allah rızâsı için yapılması gerektiğini unutmamalı; Allah’a her el ve gönül açışımızda, öncelikle o isteğimiz ve ihtiyacımız vesilesiyle Allah’ın rızâsını aradığımızı teslim etmeli ve O’ndan hayırlı olanı istemeliyiz. Duâmızın kabûlünü Allah’ın hikmetine bırakmalıyız. Allah’ın rahmetinden ümit kesmemeliyiz.
Dipnotlar:
1- Tirmizî, Duâ, 11, 2. Mü’min Sûresi: 60, 3. Sözler, s. 287, 4. Mektûbât, s. 291 ,5. Sözler, s. 287. 12.09.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Selnâme |
Bilhassa İstanbul'un il, ilçe ve köylerinde büyük hasara ve dehşet veren tahribata yol açan sel felâketinin, zihnimizde çağrıştırdığı bazı mânâları bugünkü köşemizde sizlerle paylaşmak istiyoruz.
Hayır Allah'tan, fenâlık nefisten
Yağmur rahmettir; sel ise felâket... Yağmur, bizlere bir İlâhî ihsan ve ikrâmdır. Sel felâketi ise, insanların hata ve ihmalinin bir neticesi...
Gafletten uyanmak
Her varlığın gaflet zamanı vardır; Dereyi uykudan sel uyandırır. Rahmet de, tufan da O'ndan halk olur; Gökteki bulutu yel uyandırır.
Kadirli'li Âşık Feymânî
Bulut, yel'siz kalınca
Bazı görgü şahitlerinin anlattıklarına göre, rahmetin sele dönüştüğü bölgelerde, yağmur yüklü bulut kümeleri, uzun müddet aynı yerde hareketsiz bir vaziyette kalmış. Yani, o kalın bulut tabakaları, rüzgârın o esnada esmemesi sebebiyle, âdeta gökte asılı vaziyette kalmış ve bu acip vaziyet yaklaşık bir saat kadar sürmüş. Bunun, bir "İlâhî ikaz" mânâsı taşıdığını, acaba kaç insan anlayabildi? Bilirsiniz, şöyle çok mânidar bir söz vardır: "Emr–i Bârî olmazsa, yerden bir çöp kımıldamaz." Hiç şüphesiz, sel felâketini netice veren bu şiddetli yağmurlar da emr–i Bârî ile ve muhakkak bir hikmete binâen olmuştur. Yani, kuraklık ve yağmursuzluk hali gibi, âfete dönüşen şiddetli yağmurlar da, bizlere bir ikaz–ı İlâhîdir; hatta, bir cihette kefaretüzzünûbtur.
Ağaçlar katliâm, dereler istilâ edildi
Orman alanlarında sel baskınları olmaz; olsa da çok nâdir ve cüz'idir. Arazide biriken sel suları, dereler vasıtasıyla ana mecrasına doğru akıp gider. Ama siz hasis menfaatiniz için ağaçları keser, orman katliâmı yapar ve dereleri de istimlâk ile istilâ ederseniz, düştüğünüz bu derin gafletten, ancak derelerden taşan azgın sel suları ile uyanırsınız. Şayet uyanabilirseniz, yine de ne mutlu. Aksi halde, boğulmaya mahkûm olursunuz. Ne yazık ki, pekçok can ve mal kaybının yaşandığı Ayamama Deresini besleyen su havzası, aynen yukarıda izah ettiğimiz türden bir işgal ve istilâya uğramış durumda.
Yollar ve yağmurlar
Dün: Beraber yürüdük biz bu yollarda Beraber ıslandık yağan yağmurda Şimdi dilediğim tüm şarkılarda Bana herşey seni hatırlatıyor
Bugün Yürüyemiyoruz artık biz bu yollarda Sırılsıklam olduk yağan yağmurda Şimdi gördüğüm dehşetli derelerde Bana yolun sonunu hatırlatıyor
Ramazana hürmetsizliğin cezası
Arzî ve semâvi musibetlerin, ekser insanların hata ve günâhlarıyla bağlantılı olduğunu muhtelif eserlerinde hatırlatan Üstad Bediüzzaman, 1939 yılı sonlarında vuku bulan İzmir ve Erzincan depremleri ile o dönemde yaşanan sel ve yangın gibi musibetlerin, hasseten Ramazan ayında olmasının hikmetine dikkat çekiyor. O tarihteki şiddetli depremlerin artçı şokları—tıpkı devam eden şimdiki sel felâketi gibi—geniş bir alanda günlerce devam ederek, halkı uzun süre korku ve dehşet içinde bırakmış. Bu noktaya taalluk eden iki mühim suâl ve cevap var. Sırasıyla iktibas edelim... "Suâl: Bu zelzelenin maddî musîbetinden daha elîm, mânevî bir musîbeti olarak, şu zelzelenin devamından gelen korku ve me’yusiyet, ekser halkın ekser memlekette gece istirahatini selb ederek, dehşetli bir azab vermesi nedendir? "Mânevî cevap: Şöyle denildi ki: Ramazân–i Şerîfin terâvih vaktinde, kemâl–i neş’e ve sürur ile, sarhoşçasina, gayet heveskârâne şarkıları ve bâzan kızların sesleriyle, radyo ağzıyla bu mübârek merkez–i İslâmiyetin her köşesinde câzibedarâne işittirilmesi, bu korku azabını netice verdi. "Suâl: Bu hâdise–i arziye, bu memleketin ahâli–i Islâmiyesine bakması ve onları hedef etmesi ne ile anlaşılıyor ve neden Erzincan ve İzmir taraflarına daha ziyâde ilişiyor? "Elcevap: Bu hâdise hem şiddetli kışta, hem karanlıklı gecede, hem dehşetli soğukta, hem Ramazan’ın hürmetini tutmayan bu memlekete mahsus olması; hem tahribâtından intibâha gelmediklerinden, hafifçe gàfilleri uyandırmak için o zelzelenin devam etmesi gibi çok emârelerin delâletiyle bu hâdise ehl–i imânı hedef edip, onlara bakıp, namaza ve niyâza uyandırmak için sarsıyor ve kendisi de titriyor. (On Dördüncü Sözün Zeyli, s. 158–61)
Bugünlere gelince... Sonlarına geldiğimiz şu mübarek Ramazan ayında da, ne yazık ki birçok yerde hürmetsizlik, saygısızlık hali yaşandı. Sanki, bazı yerlerde, bilhassa plajlı tatil beldelerinde sanki hiç Ramazan gelmemiş gibi vaziyetler sergilendi. 1940'lardaki tek merkezli menfî radyo programlarına mukabil, günümüzde yüzlerce gazete, dergi, radyo ve tv kanalları, Ramazan'a hürmetsizlikte yarışır hale geldiler. Birçok yerde, özellikle İstanbul'da sel felâketinin yaşanmasıyla birlikte, yayın mevkutelerinin neredeyse tamamı kamera ve objektiflerinin yönünü değiştirdiler, değiştirmek mecburiyetinde kaldılar. Bu noktada, Risâle–i Nur'da aynen zikredilen şöyle bir suâl hatıra gelebilir: "Mâdem bu zelzele musîbeti hatâların neticesi ve keffâretü’z–zünubdur. Mâsumların ve hatâsızların o musîbet içinde yanması nedendir? Adâletullah nasıl müsaade eder?" Cevap kısmında yer alan ifadelerin bir kısmı şöyledir: (Enfâl Sûresi/25. âyetin meâli: "Bir belâ, bir musîbetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zâlimlere mahsus kalmayıp, mâsumları da yakar.') Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan–ı tecrübe ve imtihandır ve dâr–ı teklif ve mücâhededir. ...Eğer mâsumlar böyle musîbetlerde sağlam kalsaydılar, Ebû Cehiller, aynen Ebû Bekirler gibi teslim olup, mücâhede ile mânevî terakkî kapısı kapanacaktı ve sırr–ı teklif bozulacaktı. ...O musîbetteki gazab ve hiddet içinde, mâsumlara da bir rahmet cilvesi var. Mâsumların fânî malları, onlar hakkında sadaka olup, bâkî bir mal hükmüne geçtiği gibi, fânî hayatları dahi bir bâkî hayatı kazandıracak derecede, bir nevi şehâdet hükmüne geçer."(Age, s. 159)
Ya yağmursuzluk, ya fırtına, ya...
Üstad Bediüzzaman, ayrıca bazı memurların kànun nâmına kànunsuz ile hiyanet eden ve ilişenlerin, bu memleketin biçare ahalisine bir umumî tokadın gelmesine vesile olduğunu da hatırlatarak, bunun cezaî bir netice doğurduğunu şu sözlerle beyan ediyor: "Ya zelzele, ya yağmursuzluk, ya hastalık, ya fırtına gibi umumi belâlara bir vesile olur." (Emirdağ L, s. 67)
İstanbul hazır değil
Megaköy İstanbul'un şiddetli yağmura, sel ve su baskınlarına karşı hazırlıklı olmadığı kesinlik kazanarak tescillendi. Peki, aynı İstanbul kuvvetle muhtemel olan depreme karşı hazırlıklı mı? Maalesef değil... Haydi diyelim, böylesine bir yağış hesapta yoktu, tahmin edilmiyordu, vesaire... Peki, acaba bütün ilim adamlarının da "Her an olabilir" dediği İstanbul depremi hakkında "Benim için hesapta yoktu; hiç tahmin etmiyordum" diyecek bir tek kişi var mı? Yok. Ama ne yazık ki, böyle kuvvetle muhtemel olan bir felâkete karşı, ciddî herhangi bir hazırlık da yok...
Efsane yıkıldı
İstanbul Büyükşehir yönetimi, 1994'ten beri aynı siyasî ekolün elinde. Yani, 15 senedir aynı siyaset yolunda yürüyenler ve aynı yağmurlarda ıslananlar yönetti İstanbul Büyükşehir Belediyesini ve diğer birçok belediyeyi... O yollarda ihlâsla yürüdüklerinde, o yağmurların altında sadâkatle ıslandıklarında genellikle başarılı oldular. (Barajlar dolunca, "Allah, bize kredi açtı" diyorlardı. Ya şimdi?..) İhlâs ve sadâkati bozduklarında ve yakınlarını kayırmada sınır tanımaz hale geldiklerinde ise, yağan yağmurların altında perişan oldular ve balçıkla kaplanan o yollarda çakılıp kaldılar. Böylelikle "Büyükşehir çalışıyor" efsanesi de yıkıldı, gitti. Halk, "Madem ki Büyükşehir çalışıyordu da, Ayamama Deresini on beş senede neden ıslâh edemediler?" diye sorgulamaya başladı.
Son not Kula belâ gelmez, Hak yazmadıkça; Hak belâ yazmaz, kul azmadıkça. Tarihin yorumu 12 Eylül 1980 12 Eylül felâketi Bugün Türkiye'yi yerinde duraklatan, tevakkufa sevk eden, ilerlemesinin önünde en ciddî teşkil eden "ihtilâl anayasası" bir 12 Eylül Darbesinin ürünüdür. Türkiye'nin AB üyeliği önündeki en zor engel olarak da, yine bu darbe anayasası görülmesine rağmen, bunu hiçbir hükümet değiştirmeye ve bir sivil anayasa hazırlamaya cesaret edemiyor. Bugün Türkiye'nin başını ağrıtmaya devam eden şu kahredici terör belâsı, bir 12 Eylül Darbesinin mahsulüdür. Darbeciler, legal faaliyet yapan bütün örgütleri kapattı, böylelikle zaten illegal olan PKK'nın önünü açtı ve bilumum menfî örgütlerin suyunu bu örgütün kanlı deresine akıttı. Bugün parçalanmış ve şahıslara parsellenmiş durumdaki dinî cemaatlerin sergilemiş olduğu tablo da bir cihette 12 Eylül felsefesinin bir meyvesidir. Darbeden önce "sekiz"ler civarında olan dinî cemaat ve grupların sayısı, bugün "seksen"ler civarında seyrediyor. Darbeciler, şahıslarla anlaşarak birliklerini bozdular, aralarına nifak tohumları koydular. Bütün bu felâketler, 12 Eylül'ün yol açtığı şiddetli tahribatın henüz telâfi edilmediği, aksine devam ettiğini gösteriyor. 12.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Hem Allah rızası, hem insanların hoşnutluğu |
Başlığa bakınca “Bir insan Allah’ın rızasını hedeflemişse nasıl insanları da hoşnut edebilir? Her ikisinin bir arada olması mümkün değil” diyenler çıkabilir. Tabî ki insanların memnuniyet ve hoşnutluğunu hedef alan bir insan için Allah’ın rızasını yakalamak mümkün değildir. Ama Allah’ın rızası hedef alınırsa o başka. Her şey Allah’ın olduğuna göre Allah kulundan razı olursa—dünkü İhlâs Risâlesi’nden yaptığımız iktibasta da belirtildiği gibi—O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, bizler istemek talebinde olmadığımız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. 1 Demek bir insandan hem Allah razı olabilmekte, hem de insanlar. Ama dikkat edilirse buna sırf Allah rızası hedef alınırsa ulaşılabiliyor. Kalbler Allah’ın elinde değil mi? O istedikten sonra o kulunun sevgisini insanların kalbine nakşedemez mi? İnsanların gönüllerinde taht kuran Yunus Emreler, Mevlânâlar, Abdülkadir Geylânîler, Bediüzzamanlar buna böyle ulaşmamışlar mıydı? Allah bir kulunu severse sevgisini diğer insanların kalbine de koyar. Buharî ve Müslim’de yer alan bir hadis-i şerife göre, Allah, bir kulunu sevdiği zaman Cebrail’i çağırır, “Ben falanı seviyorum” dermiş. Gök ehli de artık o kulu sevmeye başlarlarmış. Sonra Allah tarafından yeryüzü ahalisinin kalplerine de o kulun sevgisi konurmuş.2 Demek insanların sevgisini kazanmanın en kestirme yolu bu. Yoksa insan ne yapsa bütün insanları memnun edemez. Bu gerçeği bilmeyen nice insan Nasreddin Hocanın bodrumda karanlıkta kaybettiği iğneyi evin önündeki ışıkta araması gibi yanlış kapılar çalar ve sonuca ulaşamaz. Sonra insanların sevgisini kazanmanın bir kısım tehlikeleri de var. En tehlikeli yanlarından biri riyaya, gurur ve kibire sevk etmesi. İnsanlardan aşırı ilgi gören bir kişi havalara girip kendini kaybedebilir. Mektubat’ta verilen bir örneğe göre şöhrete düşkün, makam sevgisini kalbinden atamayan bir insan ihlâsı ve rıza-yı İlâhiyi esas almak, makam sevgisini hedef almamak kaydıyla bir nevî meşrû manevî makam ve muhteşem bir makam kazanabilir. Makam sevgisi de böylece mükemmel anlamda tatmin edilmiş olur. 3 Demek her hâl ü kârda asıl olan rıza-yı İlâhîdir.
Dipnotlar:
1. Lem’alar, s. 222. 2. Buharî, Edeb: 41; Müslim, Birr: 157. 3. Mektûbât, s. 403. 12.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Bu açılım da kapanıyor mu? |
Görünen o ki, hükümetin önce “demokratik açılım” dediği, ardından “kardeşlik ve barış projesi” adını koyduğu ve bir sonraki aşamada “millî birlik projesi” diye isimlendirdiği, ama kamuoyunda “Kürt açılımı” olarak algılanan ve buna bağlı olarak mâlûm adreslerin tepkilerini tetikleyen son girişimi de herhangi bir neticeye ulaşmadan rafa kaldırılmak üzere. Açılımla ilgili olarak AKP bünyesinde oluşturulan komisyonun lâğvedilmesi, açılım kapsamındaki temasları yürütmekle görevlendirilen İçişleri Bakanının “Anayasa değişikliği de, af da söz konusu değil” demesi ve ardından Başbakanın “Ne zaman bir adım atmaya kalksak statüko önümüzü kesiyor” diyerek kimler tarafından nasıl engellendiklerini şimdi değil, daha sonraki tarihlerde açıklayacağını söylemesi, bunun işaretleri. Endişemiz o ki, geniş kitlelerde ve bilhassa Güneydoğu’da büyük ümitler uyandırıp “Galiba bu defa olacak” dedirten bu son açılım da, haftalarca gündemin ilk sırasında yer alıp heyecanla takip edildikten sonra, “Dağ fare bile doğuramadı” gibi bir neticeye müncer olup, ümitlenenleri bir kez daha hüsrana gark edecek. Esasen bu endişe başından beri mevcuttu ve biz hükümetin bir noktadan sonra “Ne yapalım, görüyorsunuz işte, yaptırmıyorlar” diyerek bu dosyayı da kapatıp halka şikâyet yoluna gitme ihtimalinin varlığına ta başında dikkat çekmiştik. Gelişmeler ve gelinen noktadaki işaretler, maalesef bu tahminimizi doğrular nitelikte. Peki, hükümet “Yapmak istiyorum, ama yaptırmıyorlar” şikâyetinde haklı olabilir mi? Bu noktada hep söylenegelen birşey var: İktidar, şikâyet yeri ve ağlama duvarı değil; icraat yapma yeridir. Yapabilecekse söylemeli ve gündeme getirmeli; yapamayacağı ve yarıda bırakacağı şeyleri vaad ederek insanları gereksiz yere ümitlendirmemelidir. Oysa yedi yılını tamamlamak üzere olan AKP iktidarı, üstelik en hassas ve kritik konularda bu temel prensiple çelişen çok sayıda ters manevra yaparak, ümitleri defalarca boşa çıkardı. Eğer deniyorsa ki, söz konusu adımların atılmasını engelleyen statüko ve dayandığı kurumsal yapı çok güçlü, aşılamıyor; bunun sorumlusu da, bir ara tek başına anayasa değiştirecek Meclis çoğunluğuna eriştiği halde, yürürlükteki ihtilâl anayasasını tedavülden kaldırıp yerine AB kriterlerine uygun yeni bir anayasayı ikame etmeyen veya edemeyen iktidar partisi. 22 Temmuz’dan sonra o fırsat bir kez daha doğmuştu, ama yine heba edildi. Hakkındaki kapatma dâvâsında verilen kararla daha sıkı bir yargı vesayetine alınan AKP, sekiz puan kaybettiği 29 Mart yerel seçiminden sonra, aynı seçimden birer-ikişer puanlık artışlarla çıkan muhalefet partileri karşısında siyasî manevra alanını da daraltan bir kuşatma ile karşı karşıya kaldı. Öyle ki, hâlâ Meclis çoğunluğuna dayanan bir tek parti iktidarını elinde tuttuğu halde, bu kuşatmayı kıramıyor ve daha çok zorlanıyor. Gelinen son aşamada AKP, aylardır lâfını ettiği “yargı reformu”nu, sadece HSYK’yı kapsayan bir mini paket halinde gündeme getirerek, temel bir soruna daha el attığı görüntüsü altında, haftalardır ülkeyi meşgul eden “açılım”ı tedavülden kaldırmaya hazırlanıyor. Ama HSYK reformunun âkıbetinin de öncekilerden farklı olması beklenmiyor. Çünkü temelsiz bir zeminde sağlam birşey yapılamaz; makyajdan öteye gitmeyen parça buçuk açılım ve reformlar dahi neticeye ulaşamaz. Bu durumun böyle olmasında rol oynayan en vahim ve tarihî hata, defalarca vurguladığımız gibi, beş seneye yakındır AB sürecinde bir ilerleme kaydedilememesi oldu. Eğer AB’nin ısrarlı takipçisi olduğu anayasa reformu ile, sivil-asker ilişkileri ve yargı başta olmak üzere, AKP’nin fiiliyatta hiçbir sorun yokmuş gibi davrandığı, ama sıkıntıya girince adres göstermeden şikâyet eder gibi olduğu konular çağdaş kriterlere uygun şekilde çözüme bağlanmış olsaydı, hem demokrasinin önü açılır, hem de iktidar partisi rahat ederdi. AB sürecini beş yıldır ilerletmeyen AKP, bu tavrıyla, kendi bindiği dalı kesmekten farksız bir tavır sergiledi. Onun için de, şikâyete hakkı yok. Çünkü kendi düşen ağlamaz. Ama milletin şikâyetçi olması; oylarıyla verdiği büyük güç ve yetkiyi sorumsuzca heba eden AKP’den bunun hesabını yine sandıkta sorması lâzım. 12.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
12 Eylül’den 28 Şubat’a |
Aralarında kısmî fark olsa da bütün ihtilâller ve ihtilâlciler ‘millete rağmen’ iş yapmayı kendilerine prensip edinmişlerdir. Dolayısı ile her hangi bir ihtilâli ‘iyi’ kabul etmek mümkün değildir. Bugün 12 Eylül 1980 ihtilâlinin yıldönümü. Aradan bunca yıl geçti, Türkiye hâlâ bu ihtilâlin izlerini silip, açtığı yaraları tedavi edebilmiş değil. Elbette bunda ‘ihtilâli meşrû gören’ anlayışın da payı var. Ne yazık ki bir kısım insanlar 27 Mayıs’ı, bir kısım insanlar 12 Eylül’ü, bir kısım insanlar da 28 Şubat’ı savunma yanlışına düşüyorlar. İhtilâllerin açtığı yarayı tedavi edebilmek için, bütün ihtilâllere ve bütün ihtilâlcilere karşı çıkmaktan başka yol, yordam var mı? 12 Eylül, diğer ihtilâllere nisbetle daha planlı, programlı ve ‘münafıkane’ yapıldığı için açtığı yaraları tedavi etmek de uzun sürüyor. İhtilâlcilerin en büyük yalanı, ihtilâllerle Türkiye’nin batmaktan kurtarıldığı şeklindeki sözleridir. Onlara göre 12 Eylül 1980’de darbe/ ihtilâli olmasaydı Türkiye kan gölüne dönecekti, hatta batacaktı. İhtilâlcilerin iddiasına göre, yönetime el koymakla ülke uçurumun tepesinden kurtarılmış! İhtilâlcilerin lideri olan paşa, bütün Türkiye’yi gezerek yaptığı meydan konuşmalarında siyasetçilerin ‘tencereyi pislettiğini’ ileri sürmüş ve “Biz olmasaydık hâliniz yamandı” yalanını dillendirmiştir. İlk bakışta ihtilâlcilerin yalanına hak verenler de olmuştur. Çünkü ülkede bir kavga yaşandığı ve devam eden anarşik hadiseler sebebiyle insanların öldüğü bir vak’a idi. Fakat şu unutulmamalı: Masum insanların kanlarının aktığı dönemde bütün şehirlerde ‘sıkıyönetim’ vardı. Dolayısı ile akan kanı durdurmak sadece siyasetçilerin değil, elinde silâh bulunduranların da göreviydi. Hatta ve hatta, asıl görev elinde silâh bulunduranlarındı. Siyasetçilerin görevi ise bu kanı durdurmak için elinde silâh bulunduran devlet görevlilerine ‘ne gerekiyorsa’ onları temin etmekti. Şahitleri hâlâ hayatta olduğu için rahatlıkla sorabiliriz: Hiç bir ihtilâlci bu güne kadar çıkıp “12 Eylül öncesi kanı durduracaktık, ama hükûmet bize lâzım olan imkânı, parayı, silahı, gücü, desteği vermedi” diyebildi mi? Demediklerine göre ‘kan’ın durmamasında onların sorumluluğu daha fazla. Belgelerin şehadetiyle 11 Eylül 1980 günü itibarıyla bu konuda bir eksiklik, bir ihmal yok. Buna rağmen kan akmaya devam ediyor... 12 Eylül ihtilaline maruz kalan siyaseçtilerin tâ o günlerde sorduğu soru hâlâ cevabını bulabilmiş değil: 11 Eylül günü durmayan, durdurulmayan kan; nasıl oldu da 12 Eylül günü durabildi? 11 Eylül gününe kadar elde olmayan yeni silâh ve teçhizat mı temin edildi? 12 Eylül günü kanı durduran ‘yetkililer’ o güne kadar ‘Tapu Memuru’ muydu? Yakın zaman önce gazetemizin yeniden hatırlattığı (Yeni Asya, 7 Eylül 2009) üzere, ihtilâlin olgunlaşmasının beklendiğini ihtilâlciler tâ 1987 yılında itiraf etmişler. Emekli Or. Bedrettin Demirel, Milliyet’e verdiği röportajda bazı arkadaşlarının “Tam olgunlaşsın, (ihtilâl) millet tarafından tamamen tasvip görsün” dediğini itiraf etmiş. O halde 12 Eylül’ü bu yönüyle de yargılamak gerekir. Daha da önemlisi 12 Eylül’ü ne 27 Mayıs’tan, ne de 28 Şubat’tan ayrı ve farklı düşünebiliriz. Bütün ihtilâller bir elmanın parçalarıdır. Tamamına karşı olmak da demokratların vazifesi olsa gerek. 12.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Robert MİRANDA |
|
Amerika’da İslâm |
Amerika’daki Müslümanlar yaklaşık 6-7 milyonluk bir topluluğu teşkil ediyor. Amerika’nın saygın üniversiteleri tarafından son zamanlarda yapılan bütün araştırmalar, ABD’de Müslümanların sayısının gün geçtikçe hızlı bir şekilde artmaya devam ettiğini gösteriyor. Cami Araştırma Projesi adı verilen son araştırmalardan bir tanesi, Amerika’da camilerin kuruluşu ve yapılanmasını incelemiş. Sözkonusu çalışmaya göre, Amerika’da 1200’ün üzerinde cami var ve bunların ekseriyeti yakın zamanda inşa edilmiş. İstatistikler gösteriyor ki; Amerika’da 1994 yılındaki toplam cami sayısı 962 iken, 2000 yılında ise bu rakam yüzde 25 oranında artış göstermiş. İslâm’ın Amerika’da yayılışı oldukça hızlı. Amerika’nın hali hazırda iki İslâm devletini işgal etmiş ve savaş halinde olduğu ve de Kur’ân üzerinde haddi olmayarak bazı reform çalışmaları yapmaya gayret gösterdiği düşünüldüğünde bu yayılış gerçekten çok önemlidir. “O, kendisine ortak koşanlar hoşlanmasa da, dinini bütün dinlere üstün kılmak için peygamberini hidayet ve hak din ile gönderendir.” (Saff Sûresi, 9) Allah yaşadığımız her anı kendi takdir ettiği kaderimize göre belirlemektedir. İnsanların nerede ve nasıl İslâm’a yaklaşacağı, bireylerin İslâm’a ne şekilde ilgi duymaya başlayacağı ve bu ilginin nerede, ne zaman ve nasıl ortaya çıkacağı Allah’ın zaten kader cihetiyle önceden belirlemiş olduğu şeylerdir. Allah kaderimizi biz bilmesek de önceden belirlemiştir. İşte Amerika’da İslâmiyet’in bu denli hızlı bir şekilde yayıldığına müşahade etmek de biz Müslümanlar için kaderin bir cilvesidir. Biz Amerikalı Müslümanlar olarak böyle bir zaman diliminde yaşadığımız için Allah’a şükrediyoruz. Bu hususa olan şükran ve minnettarlığımız hem kavli hem de fiili olarak olursa makbuldür. Başka bir deyişle, Kur’ân’ın ahlâkî mesajlarının yayılmasının hızlandırılması için gayret göstermeli, insanlığın gelişimine engel olan her türlü din karşıtı fikir ve ideolojiye karşı mücadele etmeli ve İslâm’ın öğretilerinin Amerikalılara anlatılması için çaba sarfetmeliyiz. Böyle yaparak, Müslümanlar, inançsızlar güruhundan gelecek türlü türlü baskılara maruz kalacaktır. Elbette Amerikalılar İslâm’ın dünya genelinde hızla yayılışını, İslâm’a Amerika’da artarak devam eden ilgiyi ve ABD nüfusunda Müslümanların sayısının artışı hakikatini görmezden gelemez. Müslümanlar olarak bizler olabileceğimiz en güzel konumdayız. Bir çok İslâm karşıtı ve Müslüman karşıtı tutumların ve düşmanca yaklaşımların tam ortasında, bizler Allah’ın mesajını yaydığı ve iradesini yansıttığı ışığın izinde duruyoruz. “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre (idarecilere) de itaat edin.” (Nisa Sûresi, 59) Bu iki karşıt gibi görünen medeniyet arasında diyalog zemini ancak Allah’ın emrettiği yüksek ahlâk değerlerini ilke edinmiş ve vicdan sahibi imanlı insanların iyi niyetleri ile tesis edilebilir. Bu bakımdan tebliğ metodumuz her zaman birebir olmalıdır. Bireylerden bireylere aktarılan fikir ve düşünceler en etkili yöntemdir ve bu şekilde İslâm Amerika’da ve bütün dünyada yayılmaktadır. Bu bağlamda bir diyalog zemininin güçlendirilmesiyle; barışa ve selâmeti baltalamak niyetiyle, ayrışmaları, tartışmaları ve savaşı körüklemeyi amaç edinmiş ideoloji ve fikirler kökten sökülüp atılabilir. Şiddete ve dünya barışına zarar veren her harekete karşı verilen mücadelede en önemli araçlar müzakere, diyalog ve fikirler zemininde yapılan tartışmalardır. Bu yaklaşım, dünya topluluklarını barışa ve güvenliğe yaklaştırmak ve masum insanların zarar görmesi veya kötü amaçlar uğrunda suistimal edilmesini önlemek adına izlenebilecek en iyi yoldur. Şüphesiz, kaderimiz önceden belirlenmiştir.
Tercüme: Umut Yavuz 12.09.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Amerika’da en çok ayrımcılığa uğrayanlar, Müslümanlar! |
Amerika’da 11 Eylül saldırılarından sonra artan Müslümanlara yönelik ayrımcılık maalesef sürüyor. Pew Halk ve Basın İçin Araştırma Merkezinin düzenlediği ankete göre Müslümanlar, diğer din mensuplarına nazaran Amerika’da en çok ayrımcılığa maruz kalan kişiler. Ankete katılanların yüzde 58’i (her on kişiden altısı) Müslümanlara karşı ayrımcılık yapıldığını düşünüyor. Bu oran diğer dinlerde daha düşük... Beyaz Amerikalı Müslümanlar bile siyahî Amerikalılardan daha fazla ayrımcılığa muhatap oluyorlar. Bu ayrımcılık okullarda ve işyerlerinde daha belirgin şekilde ortaya çıkıyor. Çoğu çalışan ve öğrenci yalnızca Müslüman oldukları için horlanıyor, işten çıkarılıyor veya kötü muameleye maruz kalıyor. Yapılan bir araştırmaya göre Müslümanların yüzde 76,5’u işyerinde sorunla karşılaşıyor. Halbuki bu oran ikinci sırada yer alan Hindular için bile yalnızca yüzde 32. Pew’in araştırmasına göre; Amerikalı Protestanların yüzde 85’i İslâm’ın kendi dinlerine benzerlik taşımadığı kanaatini taşıyor. Amerikan-İslâm İlişkileri Konseyi (CAIR) sözcüsü İbrahim Hooper’a göre bu bulgular kendi araştırma sonuçlarıyla uyumlu. Hooper’ın da dikkat çektiği gibi aslında İslâm’a karşı bu ayrımcılığın en önemli sebebi İslâm hakkındaki bilgisizlik. İşte burada Amerikalı Müslümanlara ve aslında bütün İslâm âlemine büyük bir görev düşüyor: İnsanlara İslâm’ı anlatacak ortamları geliştirmek. Bunun farkına varan CAIR, Başkan Obama’dan yerel okul yöneticilerine kadar yüz bin yerel ve ulusal lidere ücretsiz Kur’ân meali dağıtmaya başladı. CAIR ayrıca işverenlere İslâm’ın esaslarını anlatma ve İslâm’a ilişkin yanlış izlenimleri düzeltmenin, işyerindeki sorunları büyük ölçüde çözdüğüne dikkat çekiyor. Gerçekten de İslâm hakkında –özellikle lisan-ı hâl ile İslâm’ı yaşayanlara şahit olarak- bilgi sahibi olan Amerikalılarda bu önyargılar azalıyor. Hıristiyanlık ve İslâm’ın İbrahimî dinler olduğunu, dolayısıyla arasında diğer dinlere nazaran daha büyük bir benzerlik olduğunu bile bilmiyor Amerikalılar. Peki ne yapılabilir? Başkan Obama’nın da Müslümanlarla iyi ilişkiler kurmaya çaba gösterdiği bu dönemde, Amerikalı Müslümanların her türlü medya ortamını kullanarak Amerikan halkını daha fazla bilgilendirmesi gerek. Az değil Amerika’da altı milyon Müslüman yaşıyor. Temennimiz Müslümanlara karşı duyulan bu önyargı ve yapılan ayrımcılığın bir an önce sona erdirilmesi. Bunda doğru İslâm’ı asrın idrakine söyletme misyonunu üstlenen bizlere ne kadar büyük bir görev düşüyor! 12.09.2009 E-Posta: [email protected] |