Vehbi HORASANLI |
|
Dünyanın en dehşetli felâketini gördüm |
Felâketi gördüm, dehşeti yaşadım, şok oldum. Türkiye’deki sel felâketini anlatmayacağım, ama okuyunca belki bana hak vereceksiniz. Dünyanın en dehşetli felâketini gördüm. “Yahu, sel 30 can aldı, milyarlarca lira zarar var, bundan daha dehşetli ne olabilir?” diye sorabilirsiniz. Lâkin gerçekten de bu âfetten daha elim ve ağır bir afeti hâlen yaşıyorum. İsterseniz siz de duyun, dinleyin. Zübeyir Ağabey “Eğer, teessür ve ıztırap karşısında kalpten bir parça kopmuş olsaydı, ‘Bir genç dinsiz olmuş’ haberi karşısında o kalbin atom zerrâtı adedince paramparça olması lâzım gelirdi” diyor. İyi ki Zübeyir Ağabey, Çin’e gelmemiş! O şefkatli ve rikkatli ağabeyimiz buradaki hâli görüp yaşaması mümkün olmazdı. Zira bir değil, beş değil, milyonlarca, hatta bir buçuk milyar insanın inançsız ve başıboş yaşadığını gören bir kalp, böyle dehşetli bir duruma nasıl katlanabilir? Cenâb-ı Allah, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan’da, “Vemâ halektü’l-cinne ve’l-inse illâ liya’budûn” yani “Cinleri ve insanları ancak Bana iman ve ibadet etsinler diye yarattım” buyurmaktadır. Evet, bu çok büyük âyetin sırrıyla insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi, Kâinatın Yaratıcısı olan Allah’a iman edip, ibadet etmektir. İnsanın yaratılışı icabı üzerindeki en önemli vazife, Allah’ı bilmek ve O'nu tanımak, O'nun bir tek olduğunu tasdik etmektir. Fakat ne yazıktır ki insanlar dünyaya dalmış, aslî görev ve vazifelerini unutmuşlardır. Bütün dünyada ve özellikle de Çin’de. Bazen sel gibi umumî âfetler bize dünyaya gelişimizin hikmetini bildirdiği, mal ve mülk peşinde çok fazla koşmanın, kendini maddiyâta bağlamanın anlamsız olduğunu bildirmesinden ötürü, dehşetli felâketler değildir. Asıl dehşetli felâket, işte burada gördüğüm gibi, sadece dünya için çalışıp durmak, aslî vatanımız olan ahireti unutmaktır. Nitekim Bediüzzaman da “Hastalar Risâlesi” isimli eserinde bu mânâya şöyle dikkat çeker: “Eğer günahları düşünmüyorsan, yahut âhireti bilmiyorsan veya Allah’ı tanımıyorsan, sende öyle dehşetli bir hastalık var ki, milyon defa sendeki bu küçük hastalıktan daha büyüktür; ondan feryad et.” (Lem’alar, 25. Lem’a, s. 8. Devâ) “Ölüm gerçeği ve devekuşu hikâyesi” diye bir yazı yazmıştım. Tayvan’da “4” sayısının niçin sevilmediğini anlatmaya çalışmıştım. Hani “sı” kelimesi ‘4’ rakamı demek olup hem de ölüm anlamına geliyor ya, asansörlerde dahi bu rakama rastlanmıyor. İşte Allah’a iman olmadığından insanlar ölümden, devekuşuna benzer şekilde başlarını kuma gömüp, öyle kaçıyorlar. Hâlbuki ölüm çok yakınımızdadır hatta çok kısa zamanda bizi yakalayacak, Hindistan’a, Antarktika’ya, nereye gidersek gidelim bizi bulacaktır. Ondan kaçış yoktur. Onu çağrıştıran kelimelerden, sözcüklerden ve rakamlardan kaçmakla ondan kurtulamayız. O halde merdâne ölümü düşünüp onun mahiyetini anlamaya çalışmalıyız. Bu konuda başvurulacak en güzel kaynak, Kur’ân’ın günümüz insanlarına karşı en güzel tefsiri olan Risâle-i Nur eserleridir. Eğer onu okuyup anlamaya çalışırsak, Çin’deki gibi âleme maskara olmaz, gerçek bir insan gibi yaşamış oluruz. Evet, Bediüzzaman, insanı bir seyyaha yani gezip görmeye çıkmış bir macerâpereste benzetip kâinattaki her şeyden yaratıcımızın varlık ve birliğine deliller bulmuştur. “Ayetü’l-Kübrâ” adlı muhteşem eserinde iman hakikatlerinin önemini vurgulamış, bu hakikatler sayesinde inançsızlığın dehşetli, vahşetli ve karanlıklı cehaletinden kurtulacağını çok veciz bir şekilde izah etmiştir. Keşke bu güzel hakikatleri resmî rakamlara göre 1,3 milyar fakat gerçek rakamlarla 1,5 milyar olan Çin’lilere anlatabilsek... “Emri bi’l-ma’ruf ve nehyi ani’l-münker” yani “Allah’ın emrettiklerini bildirmek ve yasakladıklarından sakındırmak” çok önemli iki farzdır. Yani her iman sahibi insanın yapmak zorunda olduğu görevlerdendir. İşte bu yüzden doğru dürüst konuşamadığımız, hatta yazıları bile çok değişik olan bambaşka bir kültüre sahip bu insanlara bir şey anlatamamanın dehşetli bir ıztırabını yaşıyorum. Bunlar ile Çince’den başka hiçbir lisanla anlaşmak mümkün değil. Dünyada her insanın az çok bildiği İngilizce kelimelerden dahi hiçbir şey anlamıyorlar. Can, cin cong, hı, şı gibi tek heceli kelimelerin konuşulduğu garip bir lisanları var. Yazıları da öyle. Allahtan, gemide, tercüman olarak gelen bir Doğu Türkistanlı var. Onun sayesinde hem tersanede, hem de halkın içinde bir parça iletişim kurabiliyoruz. Bu tercüman arkadaş ve iş icâbı gelen insanlara Çinlilerin inançlarını sordum. Bana “Biz her şeye saygılıyız” ve “Her yere gideriz” gibi bir cevap verdiler. Bazen Buda’nın tapınaklarına, bazen kiliselere ve hatta camilere gidip ibadet ediyorlarmış. Budistler sayıca çok gibi görünüyor. Fakat komünizm onu da yıkmış. Bazen iyi de olmuş diye düşünüyorum. Zira reenkarnasyon inancı, yani “ölümden sonra başkasının ruhuna girme” düşüncesi bir din bile sayılmaz. Fakat Budizm inancı da yok denecek kadar az. Dağların tepesinde bazı tapınaklar var. Giden gelen oluyor mu, bilmiyorum. Fakat halk nezdinde fazla bir itibarları yok. Batı’nın biz Müslümanlara baktığı ve yanlış olarak telâkki ettiği gibi “Bunlar gerçek bir iman sahibi olsalardı kan dökmez, hile yapmazlardı” imajını ne yapıp edip düzeltmek zorundayız. Zira Çinliler de bu propagandaya aldanıp gerçek kurtuluş reçetesi olan İslâm’dan uzak duruyorlar. Ben de Peygamberimizin (asm) duâsı olan Cevşen’deki gibi “Sen her türlü kusur ve noksan sıfattan münezzehsin. Senden başka ilâh yok ki bize imdat etsin. Eman ver bize, eman diliyoruz. Bizi ve bütün insanları Cehennemden azabından kurtar” diye Rabbime duâ etmeyi en önemli görev sayıyorum. Kadir Gecesi hürmetine Rabbim cümlemizin duâsını kabul etsin. 13.09.2009 E-Posta: [email protected] |