13 Eylül 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Kazım GÜLEÇYÜZ

Bir Leyle-i Kadir hatırası


A+ | A-

Bundan 66 sene önce, bu vakitlerde, Ramazan-ı Şerifin sonuna doğru yaklaşılırken, zorunlu ikamet için sekiz senedir Kastamonu’da tutulan Bediüzzaman Hazretlerinin evi önce 31 Ağustos’ta, sonra 18 Eylül’de polis ve jandarma tarafından basılarak arama yapılır ve “suç âleti” olarak bulunan risalelere el konulur.

İkinci baskından iki gün sonra Said Nursî tevkif edilerek Çankırı yoluyla Ankara’ya getirilir, orada sarığına ilişmek isteyen Vali Nevzat Tandoğan’a “Bu sarık bu başla beraber çıkar” dediği tarihî tartışma yaşanır. Ardından trenle evvelâ Isparta’ya ve hapse konulmak için Denizli’ye sevk edilir.

Kastamonu’daki Oluklubaşı Karakolu önünde başlayan ve Ankara’ya kadarki kısmı bir yolcu otobüsü ile yapılan bu seyahatin ilk saatleri Kadir Gecesi iftarından öncesine tevafuk etmiştir.

Sonrasını, o yolculukta Üstadın yanındaki koltukta oturmakta olan Ziya Dilek’ten dinleyelim:

“Hocaefendi, ‘Şoför efendiye söylerseniz acaba makineyi durdurur mu? Dinde cebir yoktur. Arabadakilere bir nasihatim var’ deyince, şoför arabayı durdurdu. Hocaefendi hemen arabadakilere hitaben konuşmaya başladı:

‘Bu gece ağleb-i ihtimal (büyük ihtimalle) Leyle-i Kadir’dir. Diğer günlerde Kur’ân okunursa harf başına on sevap, Ramazan’da okunursa bin sevap, Leyle-i Kadir’de okunursa otuz bin sevap verilir; bunu kazanmak ister misiniz?’

“Yolcular ‘Evet, isteriz’ diye cevap verince Hocaefendi konuşmasına devamla:

‘Bu fâni hayatta beş sarı lira kazanmak için bütün gücünüzü ve enerjinizi sarf ediyorsunuz. Sonsuz, ebedî bir hayat için dağarcığınıza azık hazırlamak istemez misiniz?’

“Yolcular ‘Evet, isteriz’ deyince Bediüzzaman,

‘Öyle ise şimdi her Müslüman üç İhlâs, bir Fatiha, bir Âyetü’l-Kürsî okursa ebedî hayat için dağarcığına azık hazırlamış olur’ dedi.

“Şoför Rizeli Lütfi ve diğer yolcular ‘Allah razı olsun Hocam sizden’ dediler.

“Az sonra iftar vakti girdi. Ilgaz’ın meşhur Çamlığındaki su başında otobüs iftar için mola verdi. İftarı yaptık. Akşam namazını da beraber kıldık. Ilgaz’da Hocaefendiden ayrıldım ve işime gittim…” (Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, s. 322)

Ziya Dilek’in anlattığı başka ilginç şeyler de var, ama konumuz Kadir Gecesiyle ilgili olanı olduğu için bu kadarını aktarmakla yetiniyoruz.

Sürgünde devamlı gözetim altında tutulduğu evi Ramazan günü basılıp kendisi tevkif edilen ve bir kez daha hapse konulmak üzere yola çıkarılan Üstadın, bu vaziyetteyken bile Ramazan’ın ve Kadir Gecesinin derin mânâlarıyla iç içe bir vecd halinde olması ve bu halini sadece kendi iç dünyasında yaşamakla kalmayıp birlikte seyahat ettiği yolculara da taşıması, başlı başına düşündürücü, örnek bir hayat levhası daha oluşturuyor.

66 yıl sonrasının Kadir Gecesine hazırlanırken, Risale-i Nur’dan ve Üstaddan alacağımız daha nice dersler olduğunu bir kez daha hatırlıyoruz.

Cenâb-ı Hak o dersleri alabilmeyi ve gereğine uygun yaşayabilmeyi cümlemize nasip eylesin.

***

Geçen yıl kuraklık felâketinden bîzardık. Bizi bu afete müstehak kılan günahlardan tevbe edip duâlarımızla yeniden rahmete istihkak kesb etmiş olmalıyız ki, bu sene bol yağmur yağdı. Ama bu defa da şükrünü eda edemediğimiz, yine hırslarımıza yenik düştüğümüz ve zekât borçlarımızı da biriktirdiğimiz için olmalı, yağmur Trakya’yı ve İstanbul’u vuran dehşetli sellere dönüştü.

Bu afetler, Allah’ın koyduğu yaratılış kanunlarına itaatsizlik ve isyanın bizi adım adım kıyamete doğru götürdüğü gerçeğinin de bir ifadesi.

Peki, selin en çok sahilleri, plajları ve basın ekspres yolunu vurmasında, gayri ahlâkî ve müstehcen tavır ve yayınlara Ramazan’da bile ara vermeyen edepsizliğin de ağır bir hissesi yok mu?

Boğularak ölen ehl-i iman şehit oldu, geride kalanların ise bu afetten alacakları çok ders var.

13.09.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Eyâlet fikri”, federasyon fitnesine dönüşür…


A+ | A-

Osmanlının meşrûtiyet ve hürriyet içinde düzenli ve güvenilir bir idâreye kavuşması iyi niyetiyle “adem-i merkeziyet”i teklif eden Prens Sabahaddin’in, peşinden sözkonusu “fikri”nin son derece su-i istimale müsait olduğunu görmesi üzerine vazgeçmesi, daha o devirde Bediüzzaman’ın isâbetli tesbitini tasdik etmekte.

Büyük devletler tarafından ırkî ayırımların tahrikiyle iftirak fitnesinin azdırılması ve ülkenin bölünmesine istimali, “adem-i merkeziyet”i ve “muhtariyet”i, Prens’in kastettiği idârî tarzın çok ötesine taşımış; ülkeyi parçalayacak fitneye âlet edilmişti.

Bu bakımdan Kürtlerin mâneviyat mâyâsını ve kültürünü katleden Marksist terör örgütünün ve “muhatap alınması”nı şart koştuğu İmralı’daki terörist başının, güya “Kürtler adına” ortaya attığı teklifler, bir zamanlar Fransa’da Ermeni Boğos Nubar’la “Ermeni Konferası”na katılan Şerif Paşa’nın “Kürtler adına” Osmanlı’ya karşı kalkışan Ermenilerle “iftirak mukavelesi”yle işbirliğine benziyor…

“Irkçılık fikri”nin Emeviler zamanında Müslümanların ittihadını zedeleyen, Hürriyetin başında “kulüpler” suretinde büyük zararlar veren ve İslâm dünyasının Osmanlıdan koparılıp istilâcılarca bölüşüldüğü Birinci Dünya Savaşında “ırkçılığın istimali”ne dikkat çeken Bediüzzaman’ın, bunun vatan ve millet için büyük bir tehlike teşkil ettiğini her fırsatta bildirmesi, oldukça anlamlı.

Bu açıdan “İslâm kahramanı Adnan Menderes”e yazdığı mektupta “hayat-ı içtimaîyeyi tamamen zir-u zeber eden bir zehir ve hâriçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamak” olarak ikaz ettiği, “vatana ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye bir su-i kast” olarak nitelendirdiği “pek dehşetli cinâyet” ve “büyük fitne” budur. (Emirdağ Lâhikası, 393-394)

KÜRTLERİ “ECNEBİ HİMÂYESİNE İTME” PLÂNI…

Görünen o ki tıpkı Osmanlı’nın son döneminde olduğu gibi, “muhtariyet” perdesi altında tahrik edilen “ayırımcılık” illeti, “altıyüz seneden beri bayrak-ı tevhidi (İslâm’ın tevhid ve birlik bayrağını) umum âleme karşı i’lâ eden (yücelten) Türkler”le onların “cihâd arkadaşı” Kürtleri birbirinden koparma komplosu. Dün olduğu gibi bugün de “özerklik” paravanında modern “mandacılık”la tıpkı Kuzey Irak’taki işgalcilerin kuklası yetme yönetim gibi Kürtleri “ecnebî himâyeciliği”ne itme oyunu…

“Özerkliğin”, yani “eyâlet sistemi”nin neticede ülkenin bütünlüğünü parçalayıcı bir “muhtariyet”e ve “federasyon”a dönüşeceğini ve Kürtleri ecnebi himâyesine sokacağını belirten Bediüzzaman’ın, bir asır öncesinden “Kürtlük dâvâsı pek mânâsız bir iddiadır” demesi, bu açıdan dikkate değer.

İşin gerçeği şu ki bugün Osmanlı’yı bertaraf etmeye çalışan ecnebilerle işbirliği içindeki kavmiyetçilerin “özerklik talebi”, Bediüzzaman’ın tesbitiyle, “kendilerini Kürdlerin vekil-i müdafii olarak gösteren”, ancak “hakikî Müslümanlardan olan Kürdleri Müslümanlıktan ayırmak isteyen ve esasat-ı İslâmiyeye muhalif hareket eden” ifsad şebekelerinin “büyük plânı”nın bir parçası…

Zira bu plân, Osmanlı’yı bertaraf etmeye çalışan ecnebilerle işbirliği içindeki kavmiyetçilerin “muhtariyet talebi”yle aynı vartaya varıyor. “Etnik iftirakı” dinamitlemekle küresel ifsad şebekelerin tuzağına düşürüyor.

Bediüzzaman’ın ifâdesiyle, “Kürdleri ecnebî himâyesi altına alan “İslâmın men’ettiği (yasakladığı), uhuvvet-i İslâmiyeye münâfi (aykırı) pek mânâsız bir iddia olan ‘Kürdlük kavmiyeti’ dâvâsı”, Osmanlı devletini ortadan kaldırmaya uğraşan ecnebilerin emelleriyle aynı temâyı taşıyor. (Kürdler ve Osmanlılık, Sebilürreşâd, 4. Mart 1336 -17 Mart 1920- Eski Said Dönemi Eserleri, 107-110)

İSLÂM KARDEŞLİĞİ, MİLLÎ BİRLİĞİN TEMEL TAŞI

Dün “mübârek kardeş Arapların mücâhid Türklere karşı zararları görülmüş”tü. Bugün aynı iftirak fitnesi, “eskidenberi İ’lây-ı kelimetullah (Allah’ın isminin yücelmesi ve İslâmın yayılması) ve bekâ-yı istiklâliyet-i İslâm (İslâm’ın hâkimiyet ve istiklâliyetinin ebed müddet olması) için, farz-ı kifâye-i cihâdı deruhte ile (yerine getirmekle) kendini yekvücut olan âlem-i İslâma fedâya vazifeder ve hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiye” diye târif ettiği Osmanlı’nın bâkiyesi Türklerle Kürtler arasında ilka edilmeye çalışılıyor.

Bediüzzaman’ın tâbiriyle, vatana ve milletin birliğine ve bütünlüğüne karşı “ifsadçı, anarşi hesâbına çalışan komitelerce” İslâm kardeşliğini tahrip eden “kavmiyetçilik” türetilmekte. “Emâreler” açıkça görünüyor. (Emirdağ Lâhikası., 319-320)

Milyonlarla şehidin kanıyla kaynaşmış İslâm kardeşliğiyle bin yıl beraber barış içinde yaşamış Türklerle Kürtlerin mânevî muhkem birlik bağını, “ayrılıkçı” te’villerle bombalamak, “ittifaksızlıktan gelen zafiyet ve kuvvetsizlik sebebiyle ecnebinin politikasına âlet” olmaktır…

Bu tehlikeye karşı yegâne çâre, asırlarca omuz omuza cihâd edip Kur’ân’ın bayraktarlığını yapan Türklerle “cihad arkadaşı” Kürtlerin ve sâir Müslüman unsurların birbiriyle mecz olmuş ve “tam birleşmiş İslâmî bir milliyet” haline gelen inanç birliği üzerinde gelişen “İslâm kardeşliği”nde.

Çözüm, “İslâm kardeşliği ve milliyeti”ni millî birliğin ve bütünlüğün temel taşı yapmaktır. Başka olamaz, olmadı, olmuyor…

13.09.2009

E-Posta: [email protected]



Vehbi HORASANLI

Dünyanın en dehşetli felâketini gördüm


A+ | A-

Felâketi gördüm, dehşeti yaşadım, şok oldum. Türkiye’deki sel felâketini anlatmayacağım, ama okuyunca belki bana hak vereceksiniz. Dünyanın en dehşetli felâketini gördüm.

“Yahu, sel 30 can aldı, milyarlarca lira zarar var, bundan daha dehşetli ne olabilir?” diye sorabilirsiniz. Lâkin gerçekten de bu âfetten daha elim ve ağır bir afeti hâlen yaşıyorum. İsterseniz siz de duyun, dinleyin.

Zübeyir Ağabey “Eğer, teessür ve ıztırap karşısında kalpten bir parça kopmuş olsaydı, ‘Bir genç dinsiz olmuş’ haberi karşısında o kalbin atom zerrâtı adedince paramparça olması lâzım gelirdi” diyor. İyi ki Zübeyir Ağabey, Çin’e gelmemiş! O şefkatli ve rikkatli ağabeyimiz buradaki hâli görüp yaşaması mümkün olmazdı. Zira bir değil, beş değil, milyonlarca, hatta bir buçuk milyar insanın inançsız ve başıboş yaşadığını gören bir kalp, böyle dehşetli bir duruma nasıl katlanabilir?

Cenâb-ı Allah, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan’da, “Vemâ halektü’l-cinne ve’l-inse illâ liya’budûn” yani “Cinleri ve insanları ancak Bana iman ve ibadet etsinler diye yarattım” buyurmaktadır. Evet, bu çok büyük âyetin sırrıyla insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi, Kâinatın Yaratıcısı olan Allah’a iman edip, ibadet etmektir. İnsanın yaratılışı icabı üzerindeki en önemli vazife, Allah’ı bilmek ve O'nu tanımak, O'nun bir tek olduğunu tasdik etmektir.

Fakat ne yazıktır ki insanlar dünyaya dalmış, aslî görev ve vazifelerini unutmuşlardır. Bütün dünyada ve özellikle de Çin’de.

Bazen sel gibi umumî âfetler bize dünyaya gelişimizin hikmetini bildirdiği, mal ve mülk peşinde çok fazla koşmanın, kendini maddiyâta bağlamanın anlamsız olduğunu bildirmesinden ötürü, dehşetli felâketler değildir. Asıl dehşetli felâket, işte burada gördüğüm gibi, sadece dünya için çalışıp durmak, aslî vatanımız olan ahireti unutmaktır. Nitekim Bediüzzaman da “Hastalar Risâlesi” isimli eserinde bu mânâya şöyle dikkat çeker:

“Eğer günahları düşünmüyorsan, yahut âhireti bilmiyorsan veya Allah’ı tanımıyorsan, sende öyle dehşetli bir hastalık var ki, milyon defa sendeki bu küçük hastalıktan daha büyüktür; ondan feryad et.” (Lem’alar, 25. Lem’a, s. 8. Devâ)

“Ölüm gerçeği ve devekuşu hikâyesi” diye bir yazı yazmıştım. Tayvan’da “4” sayısının niçin sevilmediğini anlatmaya çalışmıştım. Hani “sı” kelimesi ‘4’ rakamı demek olup hem de ölüm anlamına geliyor ya, asansörlerde dahi bu rakama rastlanmıyor. İşte Allah’a iman olmadığından insanlar ölümden, devekuşuna benzer şekilde başlarını kuma gömüp, öyle kaçıyorlar.

Hâlbuki ölüm çok yakınımızdadır hatta çok kısa zamanda bizi yakalayacak, Hindistan’a, Antarktika’ya, nereye gidersek gidelim bizi bulacaktır. Ondan kaçış yoktur. Onu çağrıştıran kelimelerden, sözcüklerden ve rakamlardan kaçmakla ondan kurtulamayız. O halde merdâne ölümü düşünüp onun mahiyetini anlamaya çalışmalıyız.

Bu konuda başvurulacak en güzel kaynak, Kur’ân’ın günümüz insanlarına karşı en güzel tefsiri olan Risâle-i Nur eserleridir. Eğer onu okuyup anlamaya çalışırsak, Çin’deki gibi âleme maskara olmaz, gerçek bir insan gibi yaşamış oluruz.

Evet, Bediüzzaman, insanı bir seyyaha yani gezip görmeye çıkmış bir macerâpereste benzetip kâinattaki her şeyden yaratıcımızın varlık ve birliğine deliller bulmuştur. “Ayetü’l-Kübrâ” adlı muhteşem eserinde iman hakikatlerinin önemini vurgulamış, bu hakikatler sayesinde inançsızlığın dehşetli, vahşetli ve karanlıklı cehaletinden kurtulacağını çok veciz bir şekilde izah etmiştir. Keşke bu güzel hakikatleri resmî rakamlara göre 1,3 milyar fakat gerçek rakamlarla 1,5 milyar olan Çin’lilere anlatabilsek...

“Emri bi’l-ma’ruf ve nehyi ani’l-münker” yani “Allah’ın emrettiklerini bildirmek ve yasakladıklarından sakındırmak” çok önemli iki farzdır. Yani her iman sahibi insanın yapmak zorunda olduğu görevlerdendir. İşte bu yüzden doğru dürüst konuşamadığımız, hatta yazıları bile çok değişik olan bambaşka bir kültüre sahip bu insanlara bir şey anlatamamanın dehşetli bir ıztırabını yaşıyorum. Bunlar ile Çince’den başka hiçbir lisanla anlaşmak mümkün değil. Dünyada her insanın az çok bildiği İngilizce kelimelerden dahi hiçbir şey anlamıyorlar. Can, cin cong, hı, şı gibi tek heceli kelimelerin konuşulduğu garip bir lisanları var. Yazıları da öyle. Allahtan, gemide, tercüman olarak gelen bir Doğu Türkistanlı var. Onun sayesinde hem tersanede, hem de halkın içinde bir parça iletişim kurabiliyoruz.

Bu tercüman arkadaş ve iş icâbı gelen insanlara Çinlilerin inançlarını sordum. Bana “Biz her şeye saygılıyız” ve “Her yere gideriz” gibi bir cevap verdiler. Bazen Buda’nın tapınaklarına, bazen kiliselere ve hatta camilere gidip ibadet ediyorlarmış. Budistler sayıca çok gibi görünüyor. Fakat komünizm onu da yıkmış. Bazen iyi de olmuş diye düşünüyorum. Zira reenkarnasyon inancı, yani “ölümden sonra başkasının ruhuna girme” düşüncesi bir din bile sayılmaz. Fakat Budizm inancı da yok denecek kadar az. Dağların tepesinde bazı tapınaklar var. Giden gelen oluyor mu, bilmiyorum. Fakat halk nezdinde fazla bir itibarları yok.

Batı’nın biz Müslümanlara baktığı ve yanlış olarak telâkki ettiği gibi “Bunlar gerçek bir iman sahibi olsalardı kan dökmez, hile yapmazlardı” imajını ne yapıp edip düzeltmek zorundayız. Zira Çinliler de bu propagandaya aldanıp gerçek kurtuluş reçetesi olan İslâm’dan uzak duruyorlar.

Ben de Peygamberimizin (asm) duâsı olan Cevşen’deki gibi “Sen her türlü kusur ve noksan sıfattan münezzehsin. Senden başka ilâh yok ki bize imdat etsin. Eman ver bize, eman diliyoruz. Bizi ve bütün insanları Cehennemden azabından kurtar” diye Rabbime duâ etmeyi en önemli görev sayıyorum. Kadir Gecesi hürmetine Rabbim cümlemizin duâsını kabul etsin.

13.09.2009

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

12 Eylül günü...


A+ | A-

O gün doğan çocuklar, bugün otuz yaşına girdi. Babalarımızın 1930’lu, 1940’lı yılları bizlere anlattığı gibi, biz de o günleri çocuklarımıza anlatıyoruz.

O menhus günü, dün gibi hatırlıyorum. Biz de o gün, otuz yaşımıza merdiven dayamıştık. Hadiselerin içinde bizzat yaşayarak geldiğimizden, iyi bir canlı şahidiydik olanların.

Millet düşmanları, milletin gencecik evlâtlarını birbirine düşürüp, beş bin civarında canın alınmasına sebep olmuşlardı.

O gün Cuma idi. Sabah namazına kalkmıştık, babam namaz kılmak için camiye gitmişti, eve döndüğünde heyecanla yanıma geldi, askerlerin yolları tuttuğunu ve camiye de zorla müsaade alarak gittiğini (İhtiyarları bırakıp, gençleri yollamamışlardı) söyleyerek, “Oğlum, ihtilâl olmuş!” dedi. “Yok ya?” diye hayretimi ifade etmiş ve hemen radyoya yönelmiştim. Tok sesiyle Hasan Mutlucan, kahramanlık türküleri okuyordu. “Buna er meydanı derler... v.s.” diye. Peşinden de “Netekim Paşa” ahkâm kesiyordu, meydanı boş bulmuştu.

Ağabeyim Erzurum’da yedek subay olarak askerliğini yapıyordu, rahmetli annemi de götürmüştü yanına. Babam ve kardeşlerimle beraberdik evde. Hadiseyi yorumluyorduk aramızda. Zaten ihtilâllerin şiddetle karşısında olan babam, (Çünkü yapılan üç ihtilâl de demokratlara karşı yapılmıştı) yine kızarak, ”Bu mendeburlar şimdi bizi Cuma namazına da göndermezler” demişti. Hafızamda kalan ve atladıklarımın da olacağı o günlere ait satırbaşlarını sizlere aktarayım istedim:

O yıllarda, 1975 senesinde bitmesi gereken yüksek okul tahsilimiz, maalesef 1979’da bitmişti. O yılları, anarşi ve terörün yüksek okullarda kol gezdiği yılları hiç unutmuyorum. Şimdiki Ankara Gazi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’nde okuyorduk. O zamanki adı Ankara Devlet Mimarlık-Mühendislik Akademisiydi. Anarşinin doruğa yükseldiği, hadiselerin çoğunun başlangıç-bitiş noktası bizim okulumuzdu. Meşhur Bahçelievler katliâmında ölenlerin çoğu bizim okuldaydı ki ona misilleme olarak da aynı sayıda diğer guruptan tanıdığımız çocuklar öldürülmüştü. Öyle bir hâle gelmişti ki; okulu bir ülkücüler, bir solcular işgal ediyordu. Sabah bir grup, öğleden sonra da başka grup, kalabalık hâlde geliyordu. Arkadaşlar bir şey tesbit etmişlerdi. Her iki grubu da yönlendiren bir kişiden, daha doğrusu aynı kişiden bahsediyorlardı. Daha sonraları onun bir yüzbaşı olduğu söylenmişti. Kan gövdeyi götürüyor—daha doğrusu götürtülüyordu—; ihtilâlcinin de ifadesiyle “İyice olgunlaşması için daha çok kanın akması, daha çok kişinin ölmesi bekleniyordu.” İhtilâl oldu, sanki ertesi gün hadiseler bitmişti. Mahalleler, aileler bile ikiye bölünmüştü. Sağcı-solcu diye. “Kurtarılmış bölge” adı verilen yerlere, başka gruptan biri giremiyordu. Vatandaş da zahire baktığı, dış görüntüyü bildiği için, bir kısım insanlar “anarşi bitti” diye ihtilâle sevinmişti.

Hadiseye karışanlar, o zamanki hükümetin bütün çaba ve ısrarlarına rağmen yakalanamazken, ihtilâlin ertesi günü, elleriyle koymuşlar gibi tek tek yakalıyorlardı hepsini. Lise ve üniversiteden bir arkadaşım vardı. En çok da onun başına gelen beni şok etmişti. Kendisi safça bir çocuktu, Anadolu insanının birçoğu gibi, onda ülkücülere sempati vardı. Kendisinin evi Ankara’daydı. Yurtta kalan bir arkadaşı, üzerinde olan bir tabancayı buna vermiş saklaması için. O da arkadaşa vefa kabilinden alıp, saklamış fakat sonra o tabancayı bulmuşlar ve arkadaşı yakaladılar, içeri attılar. Bunu sonradan radyodan duyunca, nutkumuz tutuldu. Hem içeri attılar, haksız yere yattı, hem de radyodan idamla yargılananlar arasında ismi okundu.

Bir sendikacının hatırasını okumuştum 12 Eylülle ilgili. Bunu yakalamış ve kendisiyle birlikte bir grup insanı askerî vasıtaya bindirmiş götürürlerken, telsizden sıkıyönetim komutanlığından, başlarındaki subaya kaç kişi oldukları sorulmuş. O da 14 kişi olduğunu söylemiş. Sonradan bir sayıyorlar ki; esasında 13 kişiler. Tabiî ne yapacaklarını fazla düşünmüyor ve hemen kendi pratik mantıklarını ortaya koyuyorlar. Yoldaki bir simitçinin yanında durup, çağırıyorlar. O da koşarak geliyor, ”Kaç simit abi?” diye soruyor. Yanlarına gelince onu da arabaya atıyor ve böylece sayıyı tamamlayıp götürüyorlar. Bir müddet içeride haksız yere simitçiyi de yatırıyorlar.

Parti liderlerinin hepsine tutuklama emri çıkartmışlardı. Demirel hanımıyla vedalaşarak gitti. Bazıları “sırra kadem” basarak saklanmıştı. Türkeş, uzun müddet saklanmış sonra ortaya çıkmıştı. Ecevit ise, ”İrfan Özaydınlı gelmeden gitmem” diyordu. Malûm Özaydınlı, 12 Mart harekâtının ihtilâlcilerinden ve sonradan CHP’den milletvekilliği ve Ecevit hükümeti zamanında da İçişleri Bakanlığı yapmıştı. O götürüp teslim etmişti. İhtilâlden önce ateşe körükle giden konuşmalar yapan Ecevit, o günden itibaren kuru fasulyenin faydalarını anlatır olmuştu.

İhtilâlden 5 ay kadar sonra Erzurum’a gitmiştik. Orada Kırkıncı Hocayla başbaşa 2-3 saat kadar çeşitli meselelerle birlikte ihtilâli de konuştuk. Cemaatlerin en büyük iftirakının, ayrılığın işaretlerini veriyordu hoca. Yeni Asya misyonu olarak biz, ihtilâli tasvip etmezken hoca ve şürekası maalesef Niğbolu, Malazgirt gibi İslâm fütuhatlarıyla bir tutuyordu ihtilâli. Bir müddet sonra ben de Erzurum’a tayin olup geldikten sonra lojmanda oturan arkadaşlarla kendi aramızda sohbet yaparken, bu ihtilâle tarafgirlik gündeme gelmişti. Orada, Erzurum’lu bir ağabeyimiz demişti ki: ”Kardeşler yapmayın, etmeyin, M. Kemal de kongre için buraya gelince, aba u ecdadımız ‘Hz. Halid gelmiş’ diye karşılamıştı onu. Bak yine aynısı olmasın!”

Nitekim, Kenan Paşanın Erzurum’a bir Ramazan’da gelip, millete konuşma yaptığı gün, bizleri de daireden zorla, tehditle götürmüşlerdi. Paşa konuşma esnasında seferî olduğunu söyleyerek su içince millet hep dağılmıştı, biz de oradaydık o zaman.

Dikkatimi çeken şeylerden biri de şuydu: M. Kemal’in kurduğu, kendi partileri CHP başta olmak üzere, bir çok dernek ve sendikayı kapatırlarken, komünist faaliyetlerin odaklarından biri olan mühendis odalarını kapatmamışlardı ne hikmetse?

Daha sonra parti kurmaya müsaade etmişler, ama bir tek her seferinde tepesine ihtilâl yaptıkları demokrat misyona müsaade etmemişlerdi.

Millete her şeyi zorla kabul ettirdikleri gibi, kendilerini de koruma ve kollama altına aldıkları geçici ve değiştirilemez maddelerle yaptıkları anayasayı da yine millete zorla, tehditle kabul ettirmişlerdi.

Bu millet düşmanlarıyla alâkalı çok şey var aslında yazılacak. Allah bu millete hem merhamet etsin, hem de basiret versin. Dostunu düşmanını iyi tesbit etmesini nasip etsin. Ve her ihtilâlin milleti maddî-manevî alanlarda yıllarca geriye götürdüğü o meşum günler bir daha tekrar etmesin İnşaallah!

13.09.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Gerçek kurtuluş


A+ | A-

Hayatın stres ve sıkıntıları, acı ve ıztırapları birer yüktür. Bunların üstesinden gelebilmek için mücadele veren insan büyük ölçüde bunlardan kurtulur, rahata erer, huzur bulur.

Ama öyle günah, hata ve kusurlar vardır ki dünyada da, kabirde de, ahirette de birer ıztırap kaynağı olmaya devam eder. Dünyanın geçici yüklerini taşımakta zorlanan insan, günahların bu ağır yükünü öbür dünyada nasıl taşıyacak?

Demek asıl kurtuluş günahların kıskacından kurtulmaktır. İnsanın dünya rahatı da, mutluluğu da buna bağlıdır. Psikolojik olarak rahat olamayan, içi sıkıntıyla dolu olan, vicdanen ıztırap duyan bir insanın huzur bulması hiç mümkün müdür?

Evet, günahlar mânevî bir yüktür insan için. Bazıları vardır ki insan ezilir kalır altında. Sıkıntı ve ıztıraptan kurtulamaz. İçin için kemirir kendini.

Çünkü günah işlediği için imanı, vicdanı onu gece gündüz rahatsız edip durur.

Bütün bu sıkıntılardan kurtuluş yolu ise tevbedir. Zaten Kur’ân da bu kurtuluşa dâvet eder, “Hepiniz Allah’a tevbe edin, ey mü’minler, tâ ki kurtuluşa eresiniz” 1 buyurur.

Gerçek anlamda tevbe edenler; günahlarından tam anlamıyla pişmanlık duyup tekrar dönmemek üzere hayatına yeniden yön veren insanlardır.

İşte kurtuluşa erenlerdir bunlar.

Onlar sadece dünyada değil, ahirette de kurtuluşa ereceklerdir. Çünkü Cehennem ateşinden kurtulacak, bol bol ve büyük büyük nimetlere kavuşacaklardır. Cenâb-ı Hak, “Ey iman edenler! Allah’a tam bir ihlâsla, günahlarınıza tekrar dönmemek üzere tevbe edin. Umulur ki Allah günahlarınızı bağışlar” buyuruyor. Sonra da orada kavuşulacak nimetlerden “Ve sizi altından ırmaklar akan Cennetlere koyar” diye bahsediyor. Buyuruyor ki: “O gün Allah’ın peygamberi ve beraberindeki mü’minleri utandırmayacağı gündür. O gün onların nuru önlerinden ve sağlarından koşarak Cennete yol gösterirken, onlar da ‘Ey Rabbimiz,’ derler. ‘Nurumuzu tamamla ve bizi bağışla. Muhakkak ki Senin her şeye gücün yeter.’” 2

Demek gerçek kurtuluş ancak tevbe-i nasuh denilen tevbeyle, pişmanlık duymak ve bir daha o günahlara dönmemekle mümkün.

Dipnotlar:

1- Nur Sûresi: 31.

2- Tahrim Sûresi: 8.

13.09.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Kur’ân gençleşiyor


A+ | A-

Remzi Bey: “Bediüzzaman’ın ‘Zaman ihtiyarlandıkça Kur’ân gençleşiyor. Rumûzu tavazzuh ediyor’ sözünü açıklar mısınız?”

ur’ân-ı Kerim her geçen zamanla gençleşiyor. Her şey ise yaşlanıyor. Dünyamız da oldukça yaşlı. Yaratıldığı günden beri fırtına hızıyla geçen milyonlarca yılın tahribâtı, dünyamızın çehresinde, dağında, taşında derin izler bırakmış. Geçen her bir saniye, akan her bir zaman parçası bizi hızla fânîden bâkîye, hızla âhirete, hızla ebedî hayata, sür’atle sonsuz âleme ve gerçek varlığa doğru sürükleyip götürürken; dünyamız mekân itibariyle hep geride kalıyor, hep âhiret için mahsuller yetiştiriyor, hep kıyâmet saati ile üzerindeki fenâ damgasının silineceği, milyonlarca yılın tortusuyla berâber yıkılacağı, yeniden yaratılacağı ve yeniden gençleşeceği o saadet saatlerini bekliyor.

Zaman nehri baş döndürücü bir sür’atle akıyor; dağı, taşı peşinden sürükleyip götürüyor; önüne çıkan her nesneye, eline geçirdiği her zerreye öyle bir “fânîlik” tokadı vuruyor ki, bir daha kendine gelmeyecek ölçüde perîşan ediyor. Öyle mecâlsiz, öyle güçsüz, kuvvetsiz, öyle çâresiz bırakıyor her şeyi.

Zaman mekânı yırtıyor, yıpratıyor, hırpalıyor. Mekân zamanı solduruyor, gücünü kesiyor, ihtiyarlatıyor. Ne zaman mekânı yiyebiliyor büsbütün, ne de mekân zamanı... O emir gelmedikçe! Allah’ın emri geldiğinde her ikisi birden, cümle âlemle birlikte, elleri kelepçeli, emir sahibine dönecekler, teslim olacaklar. Kovalamaca bitecek o gün. Zulüm bitecek, haksızlık bitecek.

Zaman yaşlı. Mekân yorgun ve bitkin. Bununla berâber, umutsuz da değiller. Çünkü her ikisi de ebedî hayata doğru hızla akışın heyecânını yüreklerinde taşıyorlar; zaman ebediyetten bir nesîm olacağı günün, mekân da ebedî âlemlerin taşı ve toprağı olacağı ve bağına bahçesine serpileceği günün mutluluğunu yaşıyor.

İnsanlar yıpranmaz mı sanırsınız, zaman çarkında, mekân yıpranırken, dağ taş hırpalanırken. Bakıyorsunuz; tam medenî bir çağı yakaladık diyorsunuz; insanlık yine o vahşet devrine geri dönüyor, yine o canavar tıynetinin nöbeti tutuyor, yine o hunhar damarları kabarıyor, yine o ilkel zamanlarını bir daha yaşıyor. Vuruyor, kırıyor, öldürüyor, parçalıyor, dağıtıyor. Kuvvet gene bütün kabalığıyla hakkın, adâletin, merhametin, insafın, iyiliğin karşısında. Medeniyet masal gibi, efsâne gibi kalıyor. İnsanlık yıpranıyor.

İnsana bağlı ne varsa yıpranıyor. Yasalar, kânûnlar, yönetmelikler, emirnâmeler, düşünceler, felsefeler, sistemler, anlayışlar, görgüler, gelenekler, görenekler, örfler, âdetler, davranışlar, yaşayışlar... Hepsi değişiyor, hepsi yıpranıyor, hepsi ihtiyarlıyor, hepsinin zamanı geçiveriyor. Dünkü gelenek bu güne oturmuyor. Dün yapılan kânûn bu güne dar geliyor. Dün ileri sürülen görüş, bu gün geçerliliğini kaybediyor. Dünkü sistemler bu güne cevap veremiyor. Dünkü teknoloji, bu gün hantal kalıyor.

Fakat Kur’ân gençleşiyor. Üstad Bedîüzzaman’ın ifâdesiyle, “Zaman ihtiyarlandıkça Kur’ân gençleşiyor. Rumûzu tavazzuh ediyor.” 1 Yani Kur’ân bütün zamanları kucaklıyor, bütün çağların önünden gidiyor. Zamanla Kur’ân ters orantılı bir yol izliyor. Çağlar ihtiyarlanırken, Kur’ân gençleşiyor. Her geçen zaman birimi, Kur’ân’ın bir âyetini tefsir ediyor, bir hükmünü doğruluyor, bir işâretini ortaya çıkarıyor, bir rumûzunu açıklıyor. Zaman en mükemmel müfessirdir; Kur’ân’ı tefsîr ediyor. Kur’ân’ın öyle hükümleri var ki, öyle rumuzları var ki, ancak yeni bir zamanla ve yeni bir çağla anlaşılıyor.

Kur’ân’ın hiçbir çağrısı yoktur ki, evrensel olmasın. Kur’ân’ın hiçbir işâreti yoktur ki, bütün insanları muhatap almasın. Kur’ân’ın hiçbir tavsiyesi yoktur ki, zengin olsun, fakir olsun, hasta olsun, sağlıklı olsun, çocuk olsun, genç olsun, yaşlı olsun, köle olsun, efendi olsun, kadın olsun, erkek olsun, memur olsun, âmir olsun, bütün beşere saadet kaynağı teşkil etmesin, bütün insanlığa huzur vermesin, bütün tâbi olanlarına, bütün gönül verenlerine, bütün inananlarına gerçek medeniyeti göstermiş olmasın.

Çünkü Kur’ân Allah kelâmıdır. Çünkü Kur’ân çağlar üstüdür. Evet, Kur’ân-ı Kerim’e yönelenleri tebrik etmemek mümkün değil. Allah Kur’ân-ı Kerim’i başımıza akıl, kalbimize nur, gönlümüze feyiz kılsın. Âmin.

Dipnot:

1- Mektûbât, s. 460 (Hakikat Çekirdekleri, No: 80); Hutbe-i Şâmiye, s. 113

13.09.2009

E-Posta: [email protected]



Yasemin YAŞAR

Kürt değil, Türk açılımı


A+ | A-

Hemen tesbit etmek gerekir ki, şu an Türkiye’nin iç ve dışta başını ağrıtan problemlerinin hepsinin temelinde, isim ve resimden ibaret olan demokrasisinin gelişmemesi vardır.

Demokrasinin gelişmesinin önündeki en önemli etken ise, milliyetçilik ve laiklikteki ölçüsüz yaklaşımlardır. Batı demokrasilerinin, bu tür etnik problemlerin üstesinden gelebilmesi, gelişen demokrasi ile beraber, ölçüsü kaçmamış bir milliyetçilik ve laiklik uygulamasına sahip olmaları yatmaktadır.

Henüz, insan hak ve özgürlükleri kapsamındaki bir konu olan başörtüsü konusunda bile bir açılıma gidemeyen Türkiye’nin, çok daha karmaşık ve düğüm haline gelmiş olan Kürt sorununun üstesinden gelebilmesi kısa vadede pek mümkün gözükmemektedir. Çünkü bu problemin tarihi arka planı cumhuriyetten bu yana süren pek çok yanlış politikaların ciddî ve ağır izlerini taşımaktadır.

O vakit çözüme ulaşmak, pek o kadar kısa vadeli ve sadece bir hükümetin altından kalkabileceği bir süreç değildir. Belki topyekûn bir halkın, hükümetin, muhalefetin, yargının, askeriyenin sorunun çözümü için kendi üzerlerine düşeni yapmalarını gerektirecektir.

Görüntüye bakıldığında, açılım bir tesanüdün sonucu olması lâzım gelirken, hükümetin ayrı telden, askeriye, yargı ve muhalefetin ayrı tellerden çalmaları, daha baştan bu durumu, tesanüdü netice vermesi gereken açılımı, tesanütsüzlükle baltalamaktır.

Farklı etnik kökene sahip iki ırkı birleştirici bir netice için açılımı hedefleyenler, henüz bir dayanışma içerisinde değiller. Önce Türkiye’nin bu görüntüyü düzeltmeye ihtiyacı vardır.

Millî mücadele döneminde hâkim olan birleştirici bir vatanseverlik düşüncesi, yerini cumhuriyetin ilânından birkaç yıl sonra ideolojik bir yaklaşımla etnik milliyetçiliğe bırakmış ve bu ideoloji bugün de hâlâ sürdürülmeye devam edilmektedir.

Türk kimliği odaklı bir yaklaşım, otomatik olarak diğer kimliklerin reddedildiği anlamına gelmiştir. Ayrıca Türk kimliğine ilâve özellikler de eklenerek, laik Türk kimliği oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu eklenen yeni kavram ile dinin birleştirici bağı da ortadan kaldırılmıştır. Çünkü vatan sevgisi imandan gelmekte ve din kardeşliği bağı birleştirici en önemli unsurken, bu bağlar, bu ideolojiyle zayıflatılmıştır. Laiklik ilâvesi bu tahribattan başka eşitlik ilkesini de baltalayıcı bir muhtevayla uygulanmıştır. Bu yüzden dindar olan Kürt halkı, milliyetçi politikaların ortaya çıkardığı eşitsizlikten en çok etkilenen etnik grup haline dönüşmüştür. Oysa cumhuriyet rejimi, hakikî hürriyet ve adalet anlayışına dayanan nazik bir sistemdir. Bu yönüne sahip çıkılmadığı için, dinsizlik, anarşi ve terörün geliştiği bir ortama dönüşmüştür.

Bu süreci daha da hızlandıran tek parti dönemindeki baskıcılık, adeta cumhuriyetin temel özelliklerinden biri olarak lanse edilmiştir. Bu da demokratik hakların, özellikle din, ifade özgürlüğü, seçme seçilme, katılım ve eğitim hakkı gibi sivil ve siyasal hakları örselemek sûretinde kendini göstermiştir.

Adeta o dönem, istibdadın hükmettiği, muamele-i keyfiyenin hüküm sürdüğü, kuvvet ve cebrin hâkim olduğu, sûistimâlâtlara müsait bir zemin haline getirilmiştir. Hiç şüphesiz ortaya çıkan bu süreçten sadece Kürt halkı değil, muhafazakâr Türk halkı da etkilenmiştir. Kürtlerde bu baskı maksatlı olarak daha yoğun bir biçimde kullanılmıştır.

Kürt kimliğinin yok sayılmasına yönelik politikalar sonucunda, Kürtlerin Türk kimliğine tabi sayılması ve hatta bu kimlikle övünmesi gibi bir zorlamanın ortaya çıktığı görülmektedir.

12 Eylül döneminde ise, demokrasi iyice dibe vurmuş ve Kürt kimliğine yapılan baskılar daha da arttırılmıştır.

Bütün bu yaşananlar bazı menfî hisleri beslemiş ve küreselleşen dünyada kimlik bilincinin yükselişe geçmesi ile bu menfî hisler tahrik edilerek, terör problemini ortaya çıkarmıştır.

Bu problemi aşmak için de bölgeye daha çok asker sevk edilmiş, güç kullanılmış, çok tartışılan koruculuk sistemi getirilip, olağanüstü hâl gibi, kanayan yaraya tuz basmak niteliğinde güya tedbirler alınmıştır. Neticede ise, bu bölgede terörün önüne geçilememiş ve gün geçtikçe hız kazanmıştır.

Bütün bu yaşanan tarihî süreçte adeta iki Müslüman kardeşi birbirine düşürmeye çalışan politikalar, ihtilâf ateşlerini körüklemeye başlamış ve siyasetin şerli propagandalarıyla beslenerek, din kardeşleri birbirine soğuk bakmaya başlamışlardır.

Hâsılı, hızla ve yanlış bir mecraya sürüklenen bu süreci durdurmanın ve doğru mecraya akıtmanın yollarını millet olarak öğrenmek durumundayız. Daha cumhuriyetin başlarında Bediüzzaman, şu ikazlarda bulunmuştur: “Madem ki meşrûtiyetle hakimiyet millettedir. Mevcudiyet-i milleti göstermek lâzımdır. Milliyetimiz de yalnız İslâmiyettir. Zira Arap, Türk, Kürt, Arnavut, Çerkez ve Lazların en kuvvetli ve hakikatli revâbıt ve milliyetleri İslâmiyetten başka bir şey değildir. Nasıl ki az ihmal ile tevaif-i mülük temelleri atılmakta ve on üç asır evvel ölmüş olan asabiyet-i cahiliyeyi ihyâ ile fitne ikaz olunmaktadır...”

Milliyetçi ve laik bir ideolojinin neticesinde ortaya çıkmış sorunları temelden halletmenin yolu, hâkim cereyan olan dini ihya etmek olacaktır. Bu temel üzerine bina edilecek en önemli adım da, demokratikleşme sürecini hızla harekete geçirmektir.

Hükümetin süreci iyi yönetemediği aşikârdır. Yanlış söylem ve başlangıçlar iyi niyetleri de alt üst edebilir. Bu problemin çözümü için konulabilecek ad, “Kürt açılımı” değil, “Türk açılımı”dır. Bunun için de şimdiye kadar uygulanan yanlış politikaları ayıklayıp, darbe anayasasını değiştirip, tarihî süreçte yapılan hatalardan ders alarak, yeni bir politika geliştirmek neticesi gerekecektir.

Türkiye’nin gelinen süreçte sadece Kürt açılımına değil, başka pek çok açılıma ihtiyacı vardır. Meselâ, sivil anayasa açılımı, kılık kıyafet açılımı, düşünce ve ifade özgürlüğü açılımı gibi, bu ülkede yaşayan Türk-Kürt fark etmez, her vatandaşa yönelik, sivil ve siyasî açılımlar gerekmektedir.

Bu meselede, MHP’nin de, CHP’nin de söyleyecek hiçbir sözleri yoktur. Çünkü bu meseleleri bu hale getiren failler ta kendileridir. Mevcut hükümetin de, iyi niyetle başlayıp, yönetemediği bu süreçte konuşacağı bir şey yoktur.

Bu meselede konuşacak olan, problemler kangrenleşmeden tahlil eden ve problemlere en temel ve köklü çözümler getiren Bediüzzaman’dır. Meseleleri bizzat yerinde tesbit edip, tâ 100 yıl öncesinden bugün de geçerliliğini sürdüren Kur’ân kaynaklı çözümler sunan Bediüzzaman’ın fikirlerine kulak tıkandığı ölçüde yapılan girişimler ya eksik ya da sonuçsuz kalacaktır.

13.09.2009

E-Posta: [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

Hediyelerin en güzeli: İlim


A+ | A-

“Elbette nev-î beşer, âhir vakitte ulum ve fünûna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise ilmin eline geçecektir.”

(Bediüzzaman Said Nursî, Sözler)

Evet ilim öğrenmek, bilgi sahibi olmak, olayların mahiyetini ilmin nuru ile fark edip çözebilmek her devirde geçer akçe olmuş. Hele de bilgi çağı olarak tanımlanan asrımızda! Her geçen zaman diliminde yeni bilgiler keşfedilmekte, açılamayan düğümler fenler ve ilimlerin yol göstermesiyle halledilmekte. İnsanın yaradılışına dercedilmiş olan “hakikati keşfetme meyli” ve “insanlığa hizmet etmek arzusu” asrımızın cehalet, fakirlik, ihtilâf karanlıklarını aydınlatmakta. İlme sahip olan aynı zamanda hüküm ve kuvvete de sahip olmakta!

Çin’de dahi olsa

Eğitimin geleceğe yapılacak en güzel yatırım olduğuna dair öyle güzel tesbitler var ki. Sözgelimi bir Çin atasözü diyor ki: “Bir yıllık plan yapıyorsan pirinç ek. On yıllık plan yapıyorsan ağaç dik. Yüz yıllık plan yapıyorsan insan yetiştir.”

“İlim Çin’de dahi olsa arayın bulun” diyen Peygamberimiz (asm) ilmi mü’minin yitik malı olarak da değerlendirmiştir. Kaybolan eşyasını arayan bir insan nasıl da gayretli, ümitli ve şevklidir değil mi? Bu yüzden değil midir ki Sahabeler sınır tanımaksızın İslâm ve iman hakikatlerini yaymak için dünyanın dört bir yanına dağılmışlar, gittikleri her yeri de bir ilim ve medeniyet merkezi haline getirmişlerdir.

Adam yetiştirmek

Hz. Ömer (ra) halifeliği döneminde Sahabelerle bir mecliste iken onlara şöyle bir soru yöneltmiş: “İsteklerinizin hemen gerçekleşeceği bir imkân elinize verilse ne yapardınız?”

Herkesten bir cevap gelmiş... Kimi fakirlere yardım edeceğini, kimi insanlara hizmet için imar faaliyetlerine önem vereceğini belirtmiş.

Sonra da kendilerini dikkatli dinleyen Hz. Ömer’e (ra) yönelerek “Ey Ömer, peki sen olsaydın ne yapardın?” diye aynı soruyu ona sormuşlar.

Hz. Ömer’in cevabı şu olmuş: “Ben İslâma, imana hizmet için Muaz gibi, Ebû Ubâde gibi insanlar yetiştirirdim!”

Kabiliyet ve istidatları inkişaf etmiş donanımlı insan yetiştirmek ve istihdam etmek her dönemde akıllı idarecilerin en önemli işi olmuştur.

“Kaht-ı ricâl” tabiri yani yetişmiş eleman, adam kıtlığı ise çekinilen bir hâl olarak lisanımızda yer etmiştir.

İlmin bedeli…

İlim sahibi olmanın, ilerlemenin, gelişmenin de bir bedeli vardır her şey gibi. Biraz zahmet ve sıkıntı çekmek. Bazen bir hakikati öğrenmek için defalarca deneme yapmamız, okumamız, zaman sarf etmemiz gerekir. Ama öğrenmenin lezzeti ve keyfi için değmez mi?

Galiba ebeveynler olarak çocuklarımıza verebileceğimiz en güzel hediye, onlara bırakacağımız en büyük miras ilmin, öğrenmenin büyük bir kazanım ve keyif olduğunu keşfetmelerini sağlamak olacaktır.

Evet, her şeyin mahiyet ve istidat itibarıyla ilme bağlı olduğunu, insanın da zaten ilim öğrenerek olgunlaşması için bu dünyaya geldiğini, bu yönümüzle bütün canlılardan farklı, üstün olduğumuzu fark etmek ve ettirmek zorundayız.

Ne dersiniz?

13.09.2009

E-Posta: [email protected]



S. Bahattin YAŞAR

İnsan, acizliğini düşünce anlıyor


A+ | A-

İnsan, adını ne koyarsa koysun, dönüp dolaşıyor ve acizliğini ilân ediyor. Ne acı ki, bunu da hep felâketlerde anlıyor. On-on beş dakikanın içinde adeta yer yerinden oynuyor ve insan hiçbir şey yapamıyor. Yürüyen ayaklar yürüyemez, lüks araçlar karton kâğıtlar gibi katlanmış ve evler-barklar bir anda yaşanmaz hale geliyor da, insan yine acziyetini ilân ediyor. Hayat ışığı insanın gözleri önünde sönüyor ve insan sadece seyrediyor.

Korkunç teknoloji de, korkunç derecede etkisiz hale geliyor.

İnsan, düşünce, acizliğini anlıyor.

Savaş, deprem, sel, hastalık, yangın vb. bütün musîbetler, insanın aciz tarafını ilân ediyor.

İnsan, elinde bir şey kalmayınca anlıyor etkisizliğini, yetkisizliğini.

Yüce Kudret, her şeyin kendi elinde olduğunu apaçık okutturuyor insana.

Gelişmişlik düzeyi, teknolojik durumu nerede ve nasıl olursa olsun, eğer insan haddini aşarsa, boğuluyor. Onun için yaşanan felâketlerin sorumlusu insanoğludur.

Mahlûkatın tesbihatını Cenâb-ı Hakka takdim etme görevi bulunan ve mahlûkatın en şereflisi olan insanın, Hakka hürmetsiz tavırları ve ibadetsiz halleri, bilhassa mübarek aylarda sebeplerin de galeyanına sebep oluyor. İnsanın yaratılış maksadına uymayan halleri, rahmeti kabına sığmaz hale getiriyor. Böylece insanın fiillerinin cezası olarak musîbetler yaratılıyor.

Akıl sahibi insan, kendi geleceğini de düşünerek, akıllıca kullanmalı aklını. Çünkü bir kişinin yaptığı bir kötülük, sadece onunla ilgili kalmıyor. Herkesin herkesle, pek çok alâkası bulunuyor. Sokakta birilerine küfrederek bağıran, sadece o küfrettiği kişiyi etkilemiyor. Bireysel kirlenmeler, toplumsala dönüşüyor.

Tabiî, kirlenmeye ‘sebep olan’lar da sorgulanmalıdır. Birilerinin bir şekilde sebep olduğu ihmal ve ihlâller; bugün yürekleri sızlatan pek çok farklı terörü doğuran ‘sebep’ler olarak karşımıza çıkıyor? Maddî kayıp ve yıkımlar; manevî yıkım ve kayıpların birer sonucu oluyor. İlgisizliğe terk edilen insan, kendini çok acı şekilde hissettiriyor.

Verilen onca nimetlere karşı ilgisizlik ve şükürsüzlük, nimetlerin kaybına sebep oluyor.

Manevî yıkım, Yaratıcı katında da büyük etki meydana getiriyor. İlâhî ‘azap’ kendini çok ciddî hissettiriyor. Çünkü hiçbir etki, tepkisiz kalmıyor. Eden, buluyor.

‘Yaşananların sorumlusu insanoğlu’ yorumu hiç de yanlış değil. Bilhassa ibadet zamanlarında, ibadet aylarında insan daha bir edepli olmalı. Edeb-î İslâmiye, insana yakışan bir haldir. Umumileşen ibadet ihmalleri, umumî musîbetleri celbediyor.

Üniversiteli gençlere, “Bir ciddî rüşvet teklifi alsanız, tavrınız ne olur?” diye soruyorum. Büyük çoğunluğu, “Lâfı mı olur hocam, hallederiz” diyorlar gülüşerek. Ben de şaşkınlaşıyorum.

Kötü bir şey umumî hale gelmişse, korkulan zaman geldi demektir.

Musîbetin sebepleri de dikkat çekici; “Nimet ve rahmet-i İlâhiyenin fiatı, şükürdür. Biz, şükrü hakkıyla vermedik. Evet, rahmetin fiatını şükürle vermediğimiz gibi; zulmümüzle, isyanımızla gadabı celbediyoruz. Şimdi zemin yüzünde zulüm ve tahribat, küfür ve isyan ile nev-î beşer, tam tokata kendini müstehak etti ve dehşetli tokatlar yedi.” Emirdağ Lâhikası, 30.

İhmal ve ihlâller, ferdi ve toplumsal bozulmaları sonuç veriyor.

Yaratıcının cezası da, ödülü de her insanda ve toplumda ayrı ayrı tezahür ediyor. Bireysel bozulmalar zamanla toplumsala dönüşüyor. Her toplum da meydana getirdiği kötü davranışın, maddî ve manevî hasarından mes’uldür.

Musîbet, ahlâk terbiyesini netice verirse musîbet olmaktan çıkar. Yoksa dersi alınmazsa, yaşananlar yaşanılmaya devam edecek demektir. Yaratıcının cezası da boldur, mükâfatı da.

13.09.2009

E-Posta: [email protected]



Suna DURMAZ

Uhuvvet ayı Ramazan


A+ | A-

Meşhur bir Arap atasözünde, “Sevgiliyle bir sene geçirmek bir saniye gibidir. Düşmanla bir saniye geçirmek bir sene gibidir” deniyor. Bu atasözünün mânâsı, Ramazan ayında daha iyi anlaşılıyor. Zaman bir sel gibi akıp gitti ve sayılı günler çabucak geçti. Cenâb-ı Hakkın ikramıyla başı rahmet, ortası mağfiret, sonu Cehennem azabından kurtulmak olan çok sevgili Ramazan ayının sonuna gelindi. Ve on bir ayın sultanı olan Ramazan’ın gideceğini düşündükçe, ilâhî aşka susamış olan kalplere ayrılık ateşi düştü.

Ramazan ayı Rabbimizin bize gönderdiği bir muallimdir. Her yıl bir aylığına gelir; derslerimizi kontrol eder, yeni dersleri verir gider.

Rabbine temerrüd edip firavunkârane “Ben benim. Sen sensin” diyen nefs-i emmâreye, Rahim olan Rabbin karşısında ancak âciz bir kul olduğu takdirde değer kazanabileceğini, aksi halde bir hiç olduğunu öğretir. Hiç ölmeyecekmiş gibi süflî arzu ve istekler içinde boğulan isyan dolu olan nefislerimize Ramazan ayının bizlere öğrettiği derslerden bazıları: Yaratıcıya itaat nedir? Elde bulunan nimetlerin kıymetini anlamak nedir? Zaman mefhumu nedir? Kısa zamanda birden fazla şey nasıl yapılabilir?

Ramazan; Kur’ân, rahmet, bereket ve ikram ayı olmasının yanında, birlik ve beraberlik ayıdır da. “Mü’minler kardeştirler” diye ilân eden Cenâb-ı Hak; Ramazan ayı vesilesiyle, farklı milletlerden olan insanlarla kardeş olabilmeyi ve bir ordunun neferleri gibi omuz omuza dayanışma içinde bulunabilmeyi öğretiyor bizlere.

Bu Ramazan ayında “Mü’minler kardeştirler” âyetinin doyulmaz tadını bir kez daha tattım. Ramazan’dan bir gün önce beni arayan Pakistanlı bir arkadaşım “Sunacığım, adı Brigitte olan Kanadalı bir hanım bugün Müslüman olacak. Brigitte’in şehâdet merasiminde farklı milletlere mensup kardeşlerden küçük bir grup bulunacağız; ardından da kutlama yapacağız. Seni de aramızda görmek istiyoruz” deyince duyduğum sevinci anlatamam. İslâm ailesine yeni bir ferdin katılmasından dolayı sevinçten gözlerim yaşardı. Kalbim bu güzel duygularla dolu olarak dâvete icâbet ettim.

Sevgili Brigitte; daha önce hiç görmediği insanların kendisini kutlamak için geldiğini öğrendiğinde, mutluluktan yerinde duramaz oldu. Otuzunu aşmasına rağmen, küçük bir kız çocuğu gibi kıpır kıpırdı. Şehâdet parmağını kaldırıp “Hiçbir baskı olmadan, öz irâdemle, her türlü bâtıl inançtan ve dinden kendimi sıyırıyor ve İslâm dinine giriyorum: Lâ ilâhe illallah Muhammed Resûlullah” diye şehâdet getirdiğinde, orada bulunan yaklaşık 15 Müslüman kardeş hep beraber tekbir getirip Brigitte’i bağrımıza bastık...

Kuveyt’te yaşamak bana birçok şey kazandırdı. Burada kazandığım şeylerin en güzeli hiç kuşkusuz “uhuvvet”tir. Dilleri ayrı, renkleri ayrı insanlarla aynı safta bulunmak, onları kucaklayıp yüreklerinin sıcaklığını hissetmek apayrı bir duygudur. Bu duyguyu hissetmek, beraber yapılan iftarlarda daha da tatlı oluyor. Bu Ramazan, ilk iftar dâvetime farklı milletlerden kardeşleri çağırdım. Türk, Mısırlı, Suriyeli, Lübnanlı, Pakistanlı, Japon, Avustralyalı, İngiliz ve Amerikalı kardeşlerimiz vardı soframızda. Dillerimiz, renklerimiz ve birçok şeyimiz farklıydı. Ama Rabbimiz bir, kitabımız bir, Peygamberimiz bir, kıblemiz birdi...

Müslümanların uhuvvet bağlarını kuvvetlendiren fırsatları çok iyi değerlendirmesi lâzım. Kardeşliğe gölge düşüren her türlü davranıştan şeytandan kaçar gibi kaçmak lâzım. Bir Arap atasözünde “Es-sukb ellezî ye’ti minhu rîh; seddidhu ve isterîh” deniyor. Yani: Rüzgâr gelen deliği tıka ve rahat et. Evet; atasözünde de işaret edildiği gibi, kardeşliğimizi zedelemeye sebep olacak söz ve davranışların önünü anında tıkamamız lâzım. Bunun için de, biz Müslümanların tek dayanağı ve güç kaynağı olan Kur’ân-ı Kerime sarılmamız gerekmektedir. Onun gösterdiği yolda kalırsak; ne yaparsa yapsın, şeytan aramıza giremeyecektir İnşaallah.

Kurân ayı olan Ramazan’da yapılan Kur’ân-ı Kerim okuma ve ezber yarışmaları, İslâm ümmeti üzerinde var olan hayrın devam ettiğini hissettirdi bizlere. Ümmetin geleceği konusunda endişelenen yüreklerimize âdeta soğuk su serpti. Uydu televizyon kanalları sayesinde izlediğimiz Dubai, Fas ve İran’daki yarışmalara katılan bülbül sesli gençleri görünce “Elhamdülillah alel İslâmi ve’l iman” dedim. Özellikle de Dubai’de yapılmakta olan yarışmaya adını dahi bilmediğim Afrika ülkelerinden katılan Davûdî sesleri dinlemek, sonsuz bir mutluluk oldu benim için.

İşte insanlık budur dedim. Zenci olmuşsun, Uzakdoğulu olmuşsun, Arap olmuşsun, Kürt olmuşsun, Türk olmuşsun. Bütün bunların ötesinde, seni hiçten yaratıp, sonra farklı dil ve ırkla süsleyen Rabbine bağlılığın, O'nun emirlerine itaatin nisbetinde değer kazanıyorsun.

13.09.2009

E-Posta: [email protected]@hotmail.com


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.