Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Sistem değişmeli ki... |
Haksızlık temeline bina edilen ve bundan dolayı sürekli yeni haksızlıklar üreten sistemi ıslâh etmeden kişiler üzerinden yürütülecek bir mücadelenin hem başarılı olması mümkün değil, hem de yeni mağduriyetlere sebebiyet verme riski son derece yüksek. Sistem ve statüko adına görev yapan bir kişiyi ekarte edebilirsiniz, ama sisteme dokunmadığınız sürece, o görev yeni gelen kişiyle devam eder. Bunun yakın tarihte de birçok örneği var. Meselâ, bir zamanların yasakçı YÖK’üyle özdeşleşen bir isimdi Kemal Gürüz. İki dönem görev yaptıktan sonra gitti, yerine Erdoğan Teziç geldi; olumlu anlamda değişen hiçbir şey olmadığı gibi, tam tersine durum daha da kötüleşti. Teziç’in “daha ılımlı” imajına rağmen... Gürüz’ün tavrında 28 Şubat öncesiyle sonrası arasında görülen bariz fark da işin ayrı bir ciheti. Peki, Teziç’ten sonraki Başkan Yusuf Ziya Özcan, iki yılını doldurmak üzere olan görev süresinde, YÖK üyelerinin ve rektörlerin de birçoğu yenilenmesine rağmen, Danıştay’da görüşülmeyi bekleyen katsayı kararı dışında, Gürüz ve Teziç dönemlerinde yoğun şekilde uygulanan 28 Şubat icraatlarını kaldırmak için ne yapabildi? Demek ki, sistemi değiştirmek kolay değil. Bir başka örnek, Yargıtay Başsavcılığı. 28 Şubat döneminde bu koltukta oturan Vural Savaş, RP ve FP’ye açtığı kapatma dâvâları ve iddianamelerde kullandığı son derece provokatif üslûpla tepkilerin odağında yer alan bir isimdi. Süresi bittikten sonra yerini, sessiz ve ketum bir görüntüye sahip olan Sabih Kanadoğlu’na bıraktı. Kanadoğlu, selefinden farklı olarak, görev süresi boyunca yankı uyandıracak bir icraata imza atmadı. Ama emekliliğinden hayli zaman sonra, 27 Nisan sürecinde çok aktif hale geldi ve bilhassa adıyla özdeşleşen 367 formülüyle çok konuşuldu. Aynı şekilde Ergenekon sürecinde de. Kanadoğlu’dan sonra Başsavcılık koltuğuna oturan Abdurrahman Yalçınkaya ise, seleflerinden çok daha “renksiz” bir imaj sergiledi, ama AKP hakkında kapatma dâvâsı açan da o oldu. Demek ki, kişilere bağlı olmaksızın işlemeye devam eden derin bir sistem var ve o sistem, kilit noktalara, kendisine uygun isimler üretmekteki maharetinden fazla birşey kaybetmiş değil. Bu bağlamda hatırlanması gereken ilginç örneklerden biri de, bir zamanların ünlü Ankara DGM savcısı Nusret Demiral. 28 Ekim 1990’da Kocatepe Camiinde okuttuğumuz ilk Bediüzzaman mevlidinin ardından on Yeni Asya mensubunu 15 gün süreyle gözaltında tutan Demiral. Daha sonra Demiral emekliye ayrılıp siyasete atıldı, MHP’ye girdi ve Türkeş de sağken Türkçe ezanı savunarak partisini baraj altında bıraktırdı. DGM’deki görevini ise, uygulamalarıyla onu hiç aratmayacağını kısa zamanda gösteren Nuh Mete Yüksel’e devretti. 1990 mevlidinde Demiral’ın sergilediği marifetleri, 1999 mevlidi sonrasında Yüksel tekrarladı. Üstelik, Demiral’ın yarım bıraktığı işi tamamladı: Açtığı dâvâ ile, Mehmet Kutlular’ın sırf “Deprem İlâhî ikazdır” dediği için 276 gün hapiste yatmasına sebep oldu. Ancak Yüksel’in âkıbeti de “acıklı” oldu. Yüz kızartıcı bir skandalın ardından, sisteme yaptığı “tarihî” hizmetlerin karşılığında terfî beklerken, tersine, tenzil-i rütbe ile düz savcılığa atandı. Sonraki süreçte AB’nin talep ve takipleri sonucu DGM’ler kaldırıldı. Böylece toplumu sindirmek ve yıldırmak için etkin şekilde kullandığı araçlardan biri, sistemin elinden alınmış oldu. Gerçi DGM’lerin yerine kurulan özel yetkili ağır ceza mahkemeleri de benzer şekilde kullanılmaya müsait ve oralarda da sistemin kullanımına elverişli elemanlar mebzul miktarda mevcut. Ama görev alanlarının DGM’lere göre daraltılması, özgürlüklere karşı en fazla kullandıkları yasa maddelerinin kısmen de olsa değiştirilmesi ve iç-dış kamuoyu duyarlılığı, artık eskisi kadar kolay icraat yapamayacakları bir ortam oluşturdu. Zira DGM reformu, bir sistem reformuydu... 14.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Önceki Yazıları (12.11.2009) - Kişiden önce sistem (11.11.2009) - Gereğini yapmak (10.11.2009) - 10 Kasım ve açılım (08.11.2009) - İmanla kabre girmek (07.11.2009) - Manzara-i umumiye |