Yasemin YAŞAR |
|
Takva ile temizlik |
Uzun zamandır düşündüğüm, cevap bulmakta zorlandığım bir hakikatin cevabını, Risâle-i Nur satırlarında buldum. Kafamı meşgul eden konu şu idi; öyle çok da iman-Kur’ân eksenli yaşamayan ve hatta tamamen başka bir dine mensup olan insanların hidayete ermeleri, imana dair tesbitlerindeki derinlik, isabetlilik ve ihlâs nasıl oluyor? Yıllarını iman ve Kur’ân dâvâsına adamış olanların bir çoğundan bile duyamadığımız tesbitler, tevekkül ve teslimiyetler, ehl-i dünya görülen insanlardan nasıl sudur ediyor? On yıllarca Hıristiyan ve Yahudi olarak hayatını sürdürmüş, belki de inançsızlık girdabına düşmüş, fakat ömrünün bir noktasında hidayete gelmiş insanların sayısı her geçen gün hızla artmaktadır. Hatta bu insanlar her türlü sefahatin içinden çıkıp gelmişlerdir. Bunlara dair okuduğum ihtidâ öykülerinde ortak bir nokta göze çarpmaktadır. Bu nokta, hemen hemen hepsinde ani ve fevkalâde bir hadise yaşayıp, hayatı sorgulamaya başlamalarıdır. Yani kemâlât ve hidayet basamaklarının ilki olan muamma sorulara (nereden geliyorum, nereye gidiyorum ve bu dünyada vazifem nedir?) cevap aramayla ve kendilerini tanımayla başlamışlardır. En önemlisi de içinde bulunduğu sefahat ve günah bataklığının farkında olup, kurtulmak istemeleridir. Cenâb-ı Hak insana ahlâkın menşe-i olarak sınır konmamış üç kuvve vermiştir. Bu kuvvelerden kuvve-i akliye, iyiyi kötüden temyiz vazifesi ile vazifelidir. Diğer canlılardan farklı olarak fikir ve temyiz kabiliyeti sayesinde hevâ ve heveslerine mağlûp olmadan, faziletli işler yapmak mümkündür. Elbette sadece insanın istemesi de yeterli değildir. Fakat istemek, merhametin ve tevfikin celbine sebep olur. Sad-ı Taftazânî’nin iman tanımı; “Cenâb-ı Hakk’ın istediği kulunun kalbine cüz-i ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur” şeklindedir. İşte bu tanıma göre, bu hidayete eren insanlar terazinin bir kefesini tamamlamış görünmektedirler. Yani, cüz’î ihtiyarlarını sarf edip, kötü ve çirkin davranışlardan kurtulmak istemişlerdir. Allah’ın istemesi ile kulun istemesi bir araya geldiği zaman da iman nuru ortaya çıkmıştır. Bundan başka günahlardan pişmanlık ve sefahatten nefret hâli de, bir nev'î kalbî temizlik anlamına gelmektedir. Çünkü, “Kalp takva ile temizlendikten sonra iman ile tezyin edilir.” (İşaratü’l-İ’câz). İşte takva anlamındaki bu temizlikleri, kalplerini imana hazır hale getirmektedir. Takvanın sadece Müslümanlarla alâkalı bir mesele olmadığını, yine Risâle-i Nur satırlarındaki takvanın üç mertebesini öğrenince anladım. Kur’ân takvayı üç mertebede zikrediyor. Bir, şirki terk; iki, maâsiyi terk; üç, mâsivâullahı terk. (İşârâtü’l-İ’câz) Buradan da anlaşılacağı üzere insanın bulunduğu konuma, yetiştiği kültüre göre değişen bir takvâ tanımı karşımıza çıkmaktadır. Meselâ, yabancı bir ülkede koyu bir Katolik olarak yaşamış bir insanın teslis inancını terk etmesi, bir nev'î şirki terk anlamına geldiği için, kalbî bir temizlik sayılır. Müslüman bir ülkede, ama günahların içinde, inandığı gibi yaşamayan bir insanın da günahları terk gayreti onun için takva ile kalbi temizlemek anlamındadır. İmanî olarak derece katetmiş, mânevî kemâlâtta ilerleyen bir mü’min için ise, Allah’tan gayr olan her şeyi kalben terk anlamında bir takva söz konusudur. İşte gerek hidayete gelen insanlar ve gerekse ehl-i dünya bir yaşantı içerisinde olup sadece kimliğinde İslâm yazan insanlar, önce temizlik, sonra tezyin sıralamasının ilk basamağını hallettikleri için, iman nimetine kavuşmuşlardır. İşin ilginç bir tarafı da, böyle insanlar İslâmiyetle şereflendiği zaman çok daha tahkiki yaşamalarıdır. İşin bir başka cephesine bakıldığında da, yıllardır dindar bir çevrede yaşamış kendisini dindar olarak nitelendiren insanların tevekkül ve teslimiyet eksikliği, kolayca saf değiştirivermeleri, iman ve İslâmiyet nimetinin farkında olamamaları, basit meselelerde boğulup basitleşmeleri, vacip olan Müslim vasıflarla teçhiz olamamalarının altında şu hakikat yatmaktadır. Ehl-i imanın işlediği günahlardan ciddî tövbe etmemesi ve hatta günahlardan rahatsızlık duymaması kalbî kirlenmelere yol açmaktadır. Bu kirler ise, kalbin içinde mevcut bulunan iman nurunun tam anlamıyla parlamasına mani olmaktadır. Bir başka sebep ise, Cenâb-ı Hakk’ın azametini zihinlerde tesbit ettiren, hem şahsî, hem içtimaî kemâlâta ulaştıran ibadet ihmalleri yatmaktadır. Bir gaflet hâli tezahürleri olan bu tip yaşantılar ise, imanın hakikî lezzetini tam hissettirmemektedir. 08.11.2009 E-Posta: [email protected] |