08 Kasım 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Hükümetle ordu arasında kuvvetler ayrılığı mı var?

SİLÂHLI kuvvetler içinde hükümeti etkisizleştirme ve toplumun bazı kesimlerine karşı provokasyonlar tertipleme amaçlı bir cuntanın varlığı neredeyse kesinleşti. Ama, aradan geçen bunca zamana rağmen bu işin üstüne kararlılıkla gidecek ve gerekli adımları atacak bir siyasi irade ortada görünmüyor.

Tuhaf bir şekilde, yargı süreci de yavaş işliyor. Nitekim olayların merkezindeki albay ve ona bu yolda emir vermiş olan generaller halâ sorgulanmadı. Cunta şüphelilerinin ifade alımı veya sorgu için çağrıldığı bile şüpheli.

Oysa yargının işi ağırdan alması için hiçbir hukuki neden bulunmuyor. Olayın silâhlı kuvvetlerin iç düzenini ilgilendiren tarafı elbette var ama bir kısım askerin hükümete karşı bir komplo hazırlığı yapmış olmasının anayasal bir suç teşkil ettiği açık olduğuna göre, işin bu yönünün sivil yargının görev alanına girdiğine şüphe yok.

Bu aslında 26 Haziran tarihli kanun değişikliğinden önce de böyleydi, çünkü Türk Ceza Kanunu’nda tanımlanan “anayasayı ihlâl” suçlarını işleyenlerin sivil veya asker olması adli yargının görev alanına giren bu suçların mahiyetini değiştirmiyor. Bu kanun değişikliğiyle yapılan, zaten sivil yargının görevli olduğu bu suçlar için özel görevli bir ağır ceza mahkemesi oluşturulmasını öngörmektir.

Söz konusu cunta şüphelilerinin sivil savcılarca henüz ifadelerinin alınamamasının Genelkurmayın tutumundan kaynaklandığı söyleniyor. Eğer adı geçenler ifade için gerçekten çağrıldıkları halde gitmiyorlarsa, bu ihtimali ciddiye almak gerekir. O zaman da, iddia edildiği gibi, Genelkurmayın, sivil yargının alanını askeri yargı aleyhine genişleten kanun değişikliğine karşı Anayasa Mahkemesi’nde açılmış olan davanın “iptal”le sonuçlanacağı beklentisi içinde olduğu akla gelmektedir.

Ne var ki, Anayasa Mahkemesi’nden bu konuda iptal kararı çıksa bile, yukarıda belirttiğim nedenle, TCK anlamında suç olan hükümete karşı komplonun yargılanması görevi böylece askeri yargıya geçmiş olmaz. Bu arada, askerlerin bu gibi cunta hazırlığı yapmalarının ve kimi vatandaşları suçlu göstermeye dönük tertipler içine girmelerinin, İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesi çerçevesinde onların yasal görevi olduğu yolundaki iddianın tam bir “deli saçması” olduğunu da bu vesileyle bir kere daha belirtmek isterim.

Hükümetin bu meselede izlediği, adeta işi oluruna bırakan tutuma gelince, bu ancak ince hesaplanmış bir stratejinin uygulanmasından ibaretse anlayışla karşılanabilir. Kastettiğim, tasarlanan radikal bir “çıkış”ı meşrulaştıracak şartların olgunlaşmasını sağlamaya dönük bir stratejidir. Başbakanın Genelkurmay’a “şüphelileri yargıya teslim et” mealinde çağrıda bulunması ve genelkurmay başkanıyla sonuçsuz “görüşmeler” yapması, belki de cuntaya bulaşmış olan geniş bir kesimi, hatta bizzat genelkurmay başkanını tasfiye planının ön hazırlığıdır: “Gerekeni kendilerinin yapmasını sabırla bekledik, ama maalesef hiçbir şey yapmadılar!”

Tabii, bu benim bir hüsnü kuruntumdan ibaret de olabilir; o zaman da hükümetin bu meselede izlemekte olduğu yol onun gerçek tavrını yansıtıyor demektir ki, bunun anayasal-demokratik bir rejimde kabul edilebilir olmadığı açıktır. Öyle ya, hangi demokraside hükümet silâhlı kuvvetler içinde anayasal düzene karşı örgütlenen bir cunta karşısında kendisine terettüp eden bir görev yokmuş gibi davranıp, gidişatı seyretmekle yetinebilir?...

Başbakanın kendisine karşı sorumlu olan bir kurum içindeki bu türden bir tertibe böyle mesafeli durması bizim anayasal sistemimizle de bağdaşmaz. Hükümetle silahlı kuvvetler arasında da “kuvvetler ayrılığı” olmadığına göre...

Mustafa Erdoğan Star, 7.11.2009

08.11.2009


Utanç verici bir yıldönümü

ASKERÎ cuntanın en son lideri ve beş general, insan hakları ihlali...

...İşkence, adam kaçırma ve cinayet suçlamalarıyla önceki gün hâkim karşısına çıktı.

Üstelik davaya halk desteği de büyük.

Belki biliyorsunuz...

1976-1981 yılları Arjantin tarihinin kara dönemi.

Çünkü askeri cunta işbaşında... Binlerce kişi öldü, 60 bin kişi işkenceden geçti, yaklaşık 30 bin kişi kayboldu.

Ülkeyi beş yıl boyunca demir yumrukla yöneten askeri cunta dönemi, Arjantin tarihine “kirli savaş” olarak geçti.

Arjantin şimdi tarihinin bu kirli savaş dönemiyle hesaplaşıyor ve sorumlular da hâkim karşısında...

***

Bizde bırakın “cuntaları” yargılamayı, cuntacılar utanmadan yalan söylemeye, top çevirmeye ve durumu karmanyolaya getirmeye çalışmakla meşgul.

Aslında bunlar “sütten çıkma ak kaşık” ama “orduyu asimetrik savaşla yıpratmak isteyenler var”...

Yine de hak yemeyelim...

Malatya İl Genel Meclisi, bir iki gün önce Topsöğüt Beldesi’ndeki “Kenan Evren İlköğretim Okulu”nun adının “Şehit Murat Doğru İlköğretim Okulu” olarak değiştirilmesine karar verdi.

Bu arada, meclis toplantısında bulunan Murat Doğru’nun ablası öğretmen Ayten Doğru, kardeşinin adının bir okula verilmesinin ailesini onurlandırdığını belirterek teşekkür etti. Bizde cuntacılar iş başında olsa da, eskiler yargılanmasa da, demek ki halkta bir kıpırdanma var.

***

Halkta var da, Ankara siyasetinde tık yok.

Neden mi?

Çünkü bugün utanç verici bir yıldönümü...

1982 Anayasası’nın kabulünün 27. yıldönümü...

Askeri cunta Arjantin’de yargılanıyor ama Türkiye’de fiilen de, hukuken de iş başında...

***

Darbenin ardından geçen üç yıl içerisinde önemli kanunların tamamına yakını değiştirildi ve askeri yönetimin belirlediği Danışma Meclisi tarafından hazırlanan Anayasa, 7 Kasım 1982’de, aleyhte konuşmanın ve propaganda yapmanın yasak olduğu “güdümlü” referandumda yüzde 92,7 “evet” oyuna karşılık, yüzde 8,6 “hayır” oyuyla kabul edildi.

Oy kullanırken iki renk hâkimdi: Mavi renk hayır, beyaz renk evet demekti. Kenan Evren yaptığı konuşmalarla halka mavi oy vermemesini telkin ediyor ve çeşitli gazetelere mavi renkle ilgili sansür uygulanıyordu.

Halk oylamasında “hayır” oyu kullananları sandık başında baskı altında tutmak için rengi dışarıdan görünen oy pusulaları kullandırıldığı iddia edildi ama bu, Anayasa’nın çok büyük çoğunlukla kabul edilmesini açıklayan tek neden değildi.

Anayasa’nın kabulünün bir başka önemli etkeni olarak, darbe öncesi iç savaş ortamı nedeni ile vatandaşların kendi hayatlarından endişe etmesi de ifade edilir.

***

Halk oylamasında Kenan Evren otomatik olarak Cumhurbaşkanı seçildi.

Kabul edilen Anayasa’daki, askeri yönetim üyelerinin ömür boyu yargılanmasını engelleyen geçici 15. madde, daha sonraki seçimlerle iktidara gelen hiçbir hükümet tarafından kaldırılmadı ve 12 Eylül liderlerinin dokunulmazlığı sürdü. Beş kişilik 12 Eylül cuntası kendine anayasal dokunulmazlık sağladı ve sivil siyaset ne darbe anayasasına ne de bu “geçici” 15. maddeye dokunmadı... Kısaca bir Arjantin olamadık...

***

Geçen gün Nabi Yağcı şöyle yazıyordu:

“Söz konusu olan beş darbeci general de değildir. Esasen Anayasa’nın 15. maddesi neyin yargılanması gerektiğinin de tarifini veriyor. Şöyle diyor bu madde: Geçici madde 15-12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin başkanlık divanını oluşturuncaya kadar geçecek süre içinde, yasama ve yürütme yetkilerini Türk milleti adına kullanan, 2356 sayılı kanunla kurulu Millî Güvenlik Konseyi’nin, bu konseyin yönetimi döneminde kurulmuş hükümetlerin, 2485 sayılı kurucu meclis hakkında kanunla görev ifa eden danışma meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz.”

***

Türkiye’nin utancı darbe anayasasının kabulünün 27. yıldönümünde de devam ediyor. Biz utanmayı öğrenene kadar da devam edecek herhalde.

Mehmet Altan / Star, 7.11.2009

08.11.2009


Askerin demokrasiye saygı gösterme zamanı

TÜRKİYE’DE asker-sivil ilişkileri üzerine çalışan siyaset bilimcilerden biri olan Bilkent Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ali Karaosmanoğlu, geçenlerde Today’s Zaman’dan Yonca Poyraz Doğan’a bir mülakat verdi.

Söz konusu mülakatta Karaosmanoğlu, şunları söylüyordu: “Türkiye’nin siyasi-askeri kültürü otoriter ve militarist olmaktan çıkıp askerin sivil otoriteye tabi olduğu demokratik kültüre doğru dönüşüyor. Bu, iniş çıkışlı bir süreç. Ne var ki, günlük olaylar, demokratikleşme yönündeki genel eğilimi gölgelemiyor.” (“Time for military to respect democracy/Askerin demokrasiye saygı gösterme zamanı,” 2 Kasım)

Prof. Karaosmanoğlu’nun (tümünü okumanızı tavsiye edeceğim) görüşlerine katılıyorum. Ben de Türkiye’nin demokratik normalleşmeye, yani asker ile siyaset arasında duvar çekmeye doğru ilerlediğine dair artan bir iyimserliğe sahibim. En son Türkiye’de militarizmin her türlüsünün çökme sürecinde olduğuna dair yazımda buna değindim (31 Ekim). Elbette ki bu süreç, Batı demokrasilerinde olduğu gibi, sıradan yurttaşların Genelkurmay Başkanı’nın adını dahi bilmediği gün tamamlanmış olacak. Oraya varmak için daha zamana ihtiyacımız var. Ama bu yolda ilerliyoruz. Askerin kendini devletin ve milletin sahibi olarak görmesine yol açan eğitimine rağmen, bu nasıl mümkün oldu? 12 Eylül askeri yönetiminin getirdiği anayasa ve yasalarla, son sözün askeri otoriteye ait olduğu, bürokratik vesayet altında çok partili düzen pekiştirildi. Ama aynı 1980 yılının 24 Ocak’ında alınan kararlarla ekonomide liberalleşme ve dışa açılma süreci başladı. Ekonominin giderek globalleşmesinin, 1995’ten sonra artan ölçüde AB ile bütünleşmesinin, askeri darbelerin “altyapısı”nı giderek ortadan kaldırmış olduğu muhakkak. Bunun içindir ki 1995’ten sonra askeri darbelerin yerini dolaylı askeri müdahaleler (28 Şubat, e-muhtıra), yargı darbeleri (RP’nin kapatılması) ve yargı darbesi girişimleri (AKP’ye kapatma davası) aldı. Normalleşme yolunda ikinci bir etken, şüphesiz ki, 1999’da başlayan AB’ye katılım sürecidir. (AB bu süreci kararlılıkla desteklemiş olsaydı, normalleşmede daha hızlı ilerleyebilirdik.) Obama yönetimiyle birlikte ABD’nin Türkiye’de sivilleşmeye kararlı destek vermesi, dış konjonktürün getirdiği başka bir yardımcı unsur.

Normalleşmeye doğru ilerleyişte, bana göre bütün bunlardan daha önemli olan, aydınların 1990’lardan itibaren geliştirdikleri liberal-eleştirel söylemin militarizmin her türlüsüne karşı verdiği mücadeledir. Eğer bugün, “iddia edilen” Ergenekon örgütü ya da “eylem planı” ile anılan cuntacılar başarılı olamamışlar ise, bunun esas nedeni demokratik yoldan seçilmiş parlamentoya ve hükümete saygı gösterilmesini isteyenlerin gerek sıradan yurttaşlar, gerekse askerler arasında hakim eğilim haline gelmiş olması. Geçenlerde (10 Ekim) yazdım: Yaşayan en ünlü siyaset bilimcilerden Richard Rose’un yaptığı araştırmaya göre, ezici çoğunluk (% 85) ordunun Türkiye’yi yönetmesini istemiyor. Bu konuda üç büyük partinin seçmenleri arasında geniş bir mutabakat var (AKP % 89, CHP % 85, MHP % 80).

Normalleşmeye doğru gittiğimizin dikkate değer göstergelerinden biri, “Darbe Günlükleri”nde aktarılan, 2003-2004 döneminde generallerin büyük çoğunluğunun darbe fikrine karşı çıkmaları olgusu. Kuşku yok ki, gelinen noktayı en veciz bir şekilde Genelkurmay eski Başkanı Org. Hilmi Özkök ifade etti: “TSK personelinin ulaştığı entelektüel seviye; haberleşme teknolojisindeki evrim; demokraside ulaşılmış olan aşama; politik, ekonomik ve diğer milli güç unsurlarındaki gelişmeler; TC’nin gittikçe artan uluslararası kurum ve kuruluşlara katılımı; sivil toplum kuruluşları ve diğer sivil güç unsurlarındaki artış ve gelişim; önceki olaylardan alınan dersleri oluşturma tekniklerindeki gelişmeler, darbeler devrini kapatmıştır. Yakın gelecekte Türkiye, her işin, onu yapması gerekenlerce yapılacağı bir ülke olacaktır.” (Hürriyet, 21.03.09)

Şahin Alpay / Zaman, 7.11.2009

08.11.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.