Cevher İLHAN |
|
Bediüzzaman, “İsmim, ‘Said Nursî’dir” (2) |
Daha Meşrûtiyet döneminde Kürtlere, “Maksadın büyümesi için himmet büyür. Ve hâmiyet-i İslâmiye ile Türk-Kürd tam birleşmiş İslâmî ve dinî o milliyetin galeyanıyla ahlâk da tekemmül ve teâli eder (olgunlaşır ve yükselir)” ikazında bulunan Bediüzzaman’a sırf bir ara istimal ettiği “Kürdî” lâkabından dolayı bir nev'î “Kürd ırkçısı” imâsında bulunmak, en hafif tâbirle saygısızlıktır. Bu yakıştırmanın amacının, “Şeytanın telkiniyle ve ehl-i dalâletin ilkaâtıyla (verdiği yanlış telkinle), kendisine karşı propaganda ile hücum eden ve mühim mevkileri işgal eden bazı mülhidlerin (dinden çıkanların), (din) kardeşlerini aldatmak ve asâbiyet-i milliyetlerini (milliyetçilik damarlarını) tahrik etmek için” olduğunu, Mektûbat adlı eserinde açıklar. “Siz Türksünüz; maşaallah, Türklerde her nev'î ûlema ve ehl-i kemal vardır. Said bir Kürt’tür. Milliyetinizden olmayan birisiyle teşrik-i mesâi etmek hamiyet-i milliyeye münâfidir (aykırıdır)” saptırmasının hedeflediği dehşetli fitneye dikkat çeker. Buna mukabil, “Ey bedbaht mülhid! Ben felillâhilhamd Müslümanım. Her zamanda kudsî milletimin üç yüz elli milyon efradı vardır. Böyle ebedî bir uhuvveti (kardeşliği) tesis eden ve duâlarıyla bana yardım eden ve içinde Kürtlerin ekseriyet-i mutlakası bulunan üç yüz elli milyon kardeşi, unsuriyet ve menfi milliyet (ırkçılık) fikrine fedâ etmek ve o mübârek hadsiz kardeşlere bedel, Kürt nâmını taşıyan ve Kürt unsurundan addedilen mahdut birkaç dinsiz veya mezhepsiz bir mesleğe girenleri kazanmaktan yüz bin defa istiâze ediyorum (sakınıyorum)” beyânında bulunur. (Mektûbat, 407-412)
“ALÇAKÇA VE VİCDANSIZCA BİR DESÎSE…” Devamında da, “ O Türkçülük perdesi altına giren ve hakikaten Türk düşmanı olan hamiyetfuruş (milliyetçilik taslayan) mülhidlere, “bin seneye yakın, Kur’ân’ın bayrağını cihânın cihât-ı sittesinin (altı tarafının) etrafında galibâne gezdiren bu vatan evlâtlarına, İslâmiyet hesabına müftehirâne ve taraftarâne muhabbettarım” diye kasden kendisine “Said Kürdî” denilmesinin arkasındaki menhus maksadı deşifre eder. Bu saptırmayı, “frenkmeşrep” dediği ecnebi hayranı Batı felsefesiyle dinden kopan ve ırkçılık uğruna birçok mukaddesatı fedâ eden “sahte Türkçüler”in, inançsızlık adına “hakikî kardeşlerini kendisinden soğutmaya çalışan bir propagandası” olarak niteler. Mahkeme müdafaalarında kendisine “Kürdî” denilmesine açıkça itiraz eder; bütün beyânlarına rağmen bu lâkabın kullanılmasının iyi niyetle alâkası olmayan kasdî bir yakıştırma olduğunu belirtir. Ve bütün bu cevapları Risâlelere ve lâhikalara alarak, sözlerinin arkasında olduğunu defalarca ortaya koyar. Yine “Said Kürdür, bir Kürdün arkasında bu kadar koşmak hâmiyet-i milliyenize yakışmaz” isnadının, “frengilik hesâbına sahtekâr bir surette Türkçülüğü kendine perde eden mütecâvizler”in uydurması olduğunu nazara vererek, bunu, “kendisine ‘Kürd’ diyen ve ittiham eden mülhid münâfıkların en son ve alçakça ve vicdansızca aleyhinde istimal ettikleri bir silâh ve vicdansızcasına bir desise” olarak niteler. Bulunduğu Isparta’da tek tek isimlerini saydığı yirmi-otuz Müslüman Türk gençlerini âdeta yirmi otuz bin Kürde tercih ettiğini anlatarak, “Millet-i İslâmiyenin en mühim ve mücâhid ve muazzam bir ordusu olan Türk milletine binler Türk kadar hizmet ettiğini, binler Türk şâhiddir” ifâdesiyle iftiralara cevap verir. (Barla Lâhikası, 149-150)
“FRENGİLİK HESÂBINA SAHTEKÂR TÜRKÇÜLER”İN UYDURMASI! Gerçek şu ki daha geçen asrın başlarında Kürdlere, “İttihada hayat var; mevcudiyetinizi ittihadla gösteriniz ve hâmiyet-i millî ile fikir ve vicdan-ı şahsiyenizi milletin kalb ve akl-ı müştereki gibi gösteriniz. Yoksa sıfır çekeceksiniz” ikazında bulunan Bediüzzaman’ı, kısa bir dönem kullandığı ve birçok imzasından bir imzası olan “Kürdî” kelimesiyle anmak, büyük bir bühtahdır. O devirde herkesin doğduğu yere ve geldiği bölgesine atfen kullandığı gibi bir süre taşıdığı “Kürdî” lâkabını dillerine dolayarak “ayrılıkçı” gibi göstermek, tam anlamıyla bir çarpıtmadır. Daha Osmanlı döneminde, Kürtlere “ittihad-ı millî” dediği millî birlik ve bütünlüğü şiddetle yegâne kurtuluş ve maddî-mânevî yükselme yolu olarak tavsiye eden, “altıyüz seneden beri bayrak-ı tevhidi umum âleme karşı i’lâ eden (yücelten) şanlı Türk pederlerimize kuvvet ve cesâretimizi hediye edelim” çağrısında bulunan Bediüzzaman’ın, hayatıyla, eserleriyle, fikirleriyle vatan ve milletin birliği ve bütünlüğü için yaptığı hizmetler, aslında bu isnada en açık cevaptır. (Eski Said Dönemi Eserleri, 185-186) Hakikaten, bundan bir asır önce Şarktaki aşiretlere, “Türkler bizim aklımız, biz onların kuvvetiyiz; mecmuumuz (bütünümüz) bir iyi insan oluruz. Hodserâne (dikbaşlılık, başı buyrukluk) yapmayacağız. Bu azmimizle başka unsurlara da ders-i ibret vereceğiz” diye kopmaz-kuvvetli mânevî ve millî birlik ve bütünlük halatına sarılmanın zarûretini ders veren Bediüzzaman’ın bütün eserlerinde ve mektuplarında istimal ettiği “Nursî” lâkabını bir tarafa bırakıp “Kürdî” lâkabını öne çıkarmak, ilmî esas ve haysiyeti hiçe saymaktır. (a.g.e) Doğrusu Bediüzzaman bu isnada karşı bizzat mahkemelerdeki, resmî-gayrı resmî beyân ve belgelerdeki, Risâlelerde ve mektuplarındaki geniş izâhâtı, başka savunmaya ihtiyaç bırakmıyor… 08.11.2009 E-Posta: [email protected] |