Yasemin YAŞAR |
|
Takva ile temizlik |
Uzun zamandır düşündüğüm, cevap bulmakta zorlandığım bir hakikatin cevabını, Risâle-i Nur satırlarında buldum. Kafamı meşgul eden konu şu idi; öyle çok da iman-Kur’ân eksenli yaşamayan ve hatta tamamen başka bir dine mensup olan insanların hidayete ermeleri, imana dair tesbitlerindeki derinlik, isabetlilik ve ihlâs nasıl oluyor? Yıllarını iman ve Kur’ân dâvâsına adamış olanların bir çoğundan bile duyamadığımız tesbitler, tevekkül ve teslimiyetler, ehl-i dünya görülen insanlardan nasıl sudur ediyor? On yıllarca Hıristiyan ve Yahudi olarak hayatını sürdürmüş, belki de inançsızlık girdabına düşmüş, fakat ömrünün bir noktasında hidayete gelmiş insanların sayısı her geçen gün hızla artmaktadır. Hatta bu insanlar her türlü sefahatin içinden çıkıp gelmişlerdir. Bunlara dair okuduğum ihtidâ öykülerinde ortak bir nokta göze çarpmaktadır. Bu nokta, hemen hemen hepsinde ani ve fevkalâde bir hadise yaşayıp, hayatı sorgulamaya başlamalarıdır. Yani kemâlât ve hidayet basamaklarının ilki olan muamma sorulara (nereden geliyorum, nereye gidiyorum ve bu dünyada vazifem nedir?) cevap aramayla ve kendilerini tanımayla başlamışlardır. En önemlisi de içinde bulunduğu sefahat ve günah bataklığının farkında olup, kurtulmak istemeleridir. Cenâb-ı Hak insana ahlâkın menşe-i olarak sınır konmamış üç kuvve vermiştir. Bu kuvvelerden kuvve-i akliye, iyiyi kötüden temyiz vazifesi ile vazifelidir. Diğer canlılardan farklı olarak fikir ve temyiz kabiliyeti sayesinde hevâ ve heveslerine mağlûp olmadan, faziletli işler yapmak mümkündür. Elbette sadece insanın istemesi de yeterli değildir. Fakat istemek, merhametin ve tevfikin celbine sebep olur. Sad-ı Taftazânî’nin iman tanımı; “Cenâb-ı Hakk’ın istediği kulunun kalbine cüz-i ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur” şeklindedir. İşte bu tanıma göre, bu hidayete eren insanlar terazinin bir kefesini tamamlamış görünmektedirler. Yani, cüz’î ihtiyarlarını sarf edip, kötü ve çirkin davranışlardan kurtulmak istemişlerdir. Allah’ın istemesi ile kulun istemesi bir araya geldiği zaman da iman nuru ortaya çıkmıştır. Bundan başka günahlardan pişmanlık ve sefahatten nefret hâli de, bir nev'î kalbî temizlik anlamına gelmektedir. Çünkü, “Kalp takva ile temizlendikten sonra iman ile tezyin edilir.” (İşaratü’l-İ’câz). İşte takva anlamındaki bu temizlikleri, kalplerini imana hazır hale getirmektedir. Takvanın sadece Müslümanlarla alâkalı bir mesele olmadığını, yine Risâle-i Nur satırlarındaki takvanın üç mertebesini öğrenince anladım. Kur’ân takvayı üç mertebede zikrediyor. Bir, şirki terk; iki, maâsiyi terk; üç, mâsivâullahı terk. (İşârâtü’l-İ’câz) Buradan da anlaşılacağı üzere insanın bulunduğu konuma, yetiştiği kültüre göre değişen bir takvâ tanımı karşımıza çıkmaktadır. Meselâ, yabancı bir ülkede koyu bir Katolik olarak yaşamış bir insanın teslis inancını terk etmesi, bir nev'î şirki terk anlamına geldiği için, kalbî bir temizlik sayılır. Müslüman bir ülkede, ama günahların içinde, inandığı gibi yaşamayan bir insanın da günahları terk gayreti onun için takva ile kalbi temizlemek anlamındadır. İmanî olarak derece katetmiş, mânevî kemâlâtta ilerleyen bir mü’min için ise, Allah’tan gayr olan her şeyi kalben terk anlamında bir takva söz konusudur. İşte gerek hidayete gelen insanlar ve gerekse ehl-i dünya bir yaşantı içerisinde olup sadece kimliğinde İslâm yazan insanlar, önce temizlik, sonra tezyin sıralamasının ilk basamağını hallettikleri için, iman nimetine kavuşmuşlardır. İşin ilginç bir tarafı da, böyle insanlar İslâmiyetle şereflendiği zaman çok daha tahkiki yaşamalarıdır. İşin bir başka cephesine bakıldığında da, yıllardır dindar bir çevrede yaşamış kendisini dindar olarak nitelendiren insanların tevekkül ve teslimiyet eksikliği, kolayca saf değiştirivermeleri, iman ve İslâmiyet nimetinin farkında olamamaları, basit meselelerde boğulup basitleşmeleri, vacip olan Müslim vasıflarla teçhiz olamamalarının altında şu hakikat yatmaktadır. Ehl-i imanın işlediği günahlardan ciddî tövbe etmemesi ve hatta günahlardan rahatsızlık duymaması kalbî kirlenmelere yol açmaktadır. Bu kirler ise, kalbin içinde mevcut bulunan iman nurunun tam anlamıyla parlamasına mani olmaktadır. Bir başka sebep ise, Cenâb-ı Hakk’ın azametini zihinlerde tesbit ettiren, hem şahsî, hem içtimaî kemâlâta ulaştıran ibadet ihmalleri yatmaktadır. Bir gaflet hâli tezahürleri olan bu tip yaşantılar ise, imanın hakikî lezzetini tam hissettirmemektedir. 08.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
İlim adamı kimdir? |
İlim adamı kimdir? Çok bilgili olan mı? Kendini bilime veren mi? Her şeyi bilim yolunda fedâ eden mi? Bu özelliklerin tamamını bir arada bulunduran mı? Yoksa, daha başka hususiyetler mi taşımalı? Her meslek ve meşrep sahibinin bir takım özellikleri, vasıfları vardır. İlim adamının da olmazsa olmaz şartları olmalı. Her malûmat sahibi bilim adamı olabilir mi? Kim aşağıdaki özellikleri taşıyorsa, ona ilim adamı gözüyle bakabilirsiniz. Aksi halde, bir film adamıdır! 1. Bağımsız, hür düşünebiliyorsa, 2. Cesursa, korkak değilse, (Korkaktan ilim adamı olmaz. İlim adamı, her türlü otoriteye karşı düşüncelerini korkmadan ifade eder. Resmî iktidar çerçevesi dışında kalmayı başarır.) 3. Hakikati gizlemezse, bundan hoşlanmaz ve bunu da açıkça beyan etmekten korkmazsa; 4. Eğer düşünce, fikir üretebiliyorsa, 5. Yorum yapabiliyorsa, (Bilim adamını bu süreçte stratejik bir noktaya taşıyan temel özellik, yorumlama kabiliyetidir. Gayet tabiî ki, bu yorumlar bilgi ve teknolojiye dönüştürülmeli). 6. Hiçbir otoriteye boyun eğmiyor ve hür ise, 7. Her yönüyle donanımlı ise, 8. Küçük makam, mevki ve çıkar ilişkileri zaafları yoksa, 9. Yanar-döner bir adam olmaz; yani, içi başka, dışı başka değilse, yani, iç tutarlılığı varsa, yani bildikleriyle yaşarsa, 10. Bilimin ahlâkına sahip ise, ahlâklı ve faziletli bir kişi ise, 11. Gerek sahasında, gerekse ülke için karşılaştığı problemlere yeni ve özgün çözümler üretebiliyorsa, 12. Elde ettiği bilgi ve mahareti, gelecek kuşaklara aktarabiliyorsa, 13. Sözlü, yazılı ilmî yayınları varsa (kitap, makale, konferans vs.) 14. Başkalarına örnek olabiliyorsa, 15. İlmî araştırma tekniklerine sahip ise, 16. Hakikati zalimlerin dahi yüzlerine haykırabiliyorsa, 17. Yöneticiler ve zenginler tarafından satın alınmamışsa, (yani, onların istediği istikamette fetvalar vermiyorsa), 18. “Nerede ve nasıl?” sorularından ziyade, “Kim ve niçin?” sorularına cevap arayıp bulabiliyorsa; 19. Kitabın özellikleri, boyu, rengi, bölümleri gibi en ince detaylarından ziyade, içindeki anlamı çözebiliyorsa; 20. Kendini bilebiliyorsa, (Rabbini bilir) İşte, bu kişi, kudretli, dirayetli, gerçek bir bilim adamıdır… Ve her çabası ibadettir, cihaddır. Hatta, uykusu bile… 08.11.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Camide konuşulur mu? |
İstanbul-Üsküdar’dan Kadir Bozkurt: “Camide dünya kelâmı konuşulur mu, konuşulmaz mı? Bu konuda hadis var mı?”
Camilerimiz, mabetlerimiz, mescitlerimiz ve ibadet yerlerimiz içimizi sonsuzluk diyarına özgü saadet ve heyecanla dolduran birer Allah evidirler. Gerçek şu ki, bizim kalbimiz de Allah evidir; içinde Allah sevilir, Allah’tan korkulur, Allah zikredilir, tefekkür edilir. Kalbimiz Allah’a dönüktür, Allah’ın nazarı her an kalbimizdedir. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, kalbimiz âyine-i Samed’dir ve Allah’a mahsustur.1 O halde biz boş konuşmaktan cami dışında da hayâ etmeliyiz. Camilerin toplumun ibadet hukuku cihetini düşündüğümüzde, oraya giren herkesin kulluk duygularına saygı duymalı ve başkalarını rahatsız etmeme nezaketini de gösterebilmeliyiz. Camilerde lüzumsuz olmamak kaydıyla gerektiği zaman konuşulabilir. Toplum için ve din için önemli görülen her mesele her yerde olduğu gibi, eğer lüzum hissedilmişse camilerde de görüşülebilir. Ashab-ı Kirâm (ra) döneminde devlet işlerinin, ordu ve savaş yönetiminin, fakir ve yoksullara yardım meselelerinin, zekâtın ihtiyaç sahiplerine dağıtımı ve Müslüman’ların sair önemli işlerinin konuşulduğu, görüşüldüğü ve insanların problemlerine çözüm bulunduğu yerlerin başında camiler gelirdi. Devlet başkanı halkına camide hitap eder, halkının istek ve ihtiyaçlarını camide dinlerdi. Halk günü camide yapılırdı. Fakat sonraları nüfusun artması, camilerin ve sâir binaların çoğalması, güçler ayırımı prensibiyle binaların da belirli iş alanlarına tahsis edilmesi neticesini doğurdu ve camiler yalnız ibadet ihtiyacına tahsis edildi; sair toplum işleri için örfen başka yerler seçildi. Camilerde işin gereği olmak ve boş lâkırdı olmamak kaydıyla konuşulur; fakat boş lâkırdı yapılmaz, faydasız kelâm edilmez, ibadet edenleri rahatsız edecek ölçüde yüksek sesle konuşulmaz, kahkaha ile gülünmez. Peygamber Efendimiz (asm) camilerimizi içinde ruhen huzur bulacağımız “evlerimiz” olarak algılamamızı tavsiye buyurur. Hakem bin Umeyr (ra) bildirmiştir: Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Dünyada misafir gibi olun. Camileri ev edinin. Kalplerinizi inceliğe ve yumuşaklığa alıştırın. Çokça tefekkür edin ve ağlayın. Nefsin kötü arzuları sizi ayrılığa düşürmesin. İçinde oturmayacağınız binalar yapıyorsunuz. Yiyemeyeceğiniz şeyler topluyorsunuz. Ulaşamayacağınız emeller besliyorsunuz.” 2 Hz. Enes (ra) bildirir: Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurdu: “Camide boş lâkırdı ile gülmek kabirde karanlığa sebeptir.”3 Peygamber Efendimiz (asm) gülmeyi de nezih ve edepli olanı ve kaba ve saygısız olanı şeklinde ikiye ayırır. Hasan-ı Basrî (ra) bildirmiştir: Allah Resulü (asm) buyurdu ki: “İki çeşit gülme vardır: Bir gülme vardır ki, Allah onu sever. Bir gülme vardır ki, Allah ona gazap eder. Allah’ın razı olduğu gülme şudur: Kişi, görmeyi arzuladığı din kardeşiyle birden karşılaşır, sevinir, güler; gülüşünden sevgi akar. Allah’ın gazap ettiği gülme ise, kişi başkasını inciten, cefa veren, sıkıntı doğuran, kaba ve batıl bir sözü sırf gülmek ve güldürmek için ortaya atar; alaycı biçimde güler ve güldürür. Böyle alaycılar Cehennem uçurumundan yetmiş sene aşağı yuvarlanırlar.” 4 Bu ölümsüz ve ezelî ölçüler cami içinde de, cami dışında da bizi bir mü’min olarak süsleyen, güzelleştiren, nezaket veren, saygınlık kazandıran ve Allah’ın râzı olduğu ölçülerdir. Hiç şüphesiz, halkın ibadet için yoğunlaştığı camiler içinde daha öncelikli olarak yaşanması gerekir. Camilerde boş lâkırdı yapmamak mü’minin güzelliğindendir.
Dipnotlar:
1- Sözler: 584. 2- Câmiü’s-Sağîr, 3/3056. 3- Câmiü’s-Sağîr, 2/2555. 4- Câmiü’s-Sağîr, 2/2556. 08.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
|
İlginç bir araştırma! |
UNİCEF’in (Birleşmiş Milletler’in dünya çocuklarını korumak ve hayat şartlarını iyileştirmek amacıyla kurduğu yardım kuruluşu) geçtiğimiz günlerde yapmış olduğu açıklama dünya çapında yapılan araştırma üzerineydi: Her yıl yaklaşık 75 milyon çocuk dayak ve cinsel taciz mağduru durumundaydı. Üstelik bunu çocuklara yapanlar da en yakınları olan aile büyükleriydi. Bu sayı resmî rakamlara geçenler. Ya geçmeyenler? Ya uğradığı mağduriyeti dillendiremeyenler? Tablo son derece vahim bir insanlık ayıbı. Araştırma, vahşi materyalist sistemin acımasızlığını, zalimliğini başka bir açıdan gözlere sunan yorumsuz bir fotoğraf aslında…
Aldatıcı mutluluk formülleri Menfaatine uyan her şeyi kullanmakta sınır tanımayan, insanı lezzet ve hazzın esareti altına almaktan başka bir mutluluk formülü olmayan sefih medeniyetin geldiği nokta işte bu! “Çağdaş medeniyet!” söylemlerinin yaldızını azıcık kazıdığınızda sahte yüzünü görüveriyorsunuz. Fazla uğraşmanız gerekmiyor! (Buradaki sefih medeniyet tabiriyle eğlence ve haz almaya dayalı menfaat üzerine kurulu sistemi kastettiğimizi hatırlatalım. İnsanlığın ilerlemesi, gelişmesi için uğraşanlar hedefimiz değil!) Bediüzzaman Hazretlerinin Hanımlar Rehberi’ndeki ifadesiyle “terbiye-i medeniye” işte aile hayatını böyle “hayvancasına geçici bir beraberlik-ebedî bir ayrılık” kısır döngüsüne hapsetmekte. Zayıf fıtratlı kadınların yanında, savunmasız ve çaresiz çocukları dahi dayak ve tacizle mağdur etmekte.
Hz. Âdem’den günümüze… “Hayvancasına” tâbiri sefih medeniyetin aile bağlarını yeterince anlatan bir ifadedir. Zira İsevîlik din-i hakikisinden uzak olan Batı toplumlarında çok yaygınlaşan ve aile fertlerine kadar bulaşan aile içi cinsel taciz (ensest) hadiseleri sınır tanımayan hayvânî hislerin seviyesini göstermektedir. Ensest, insanlık tarihinde sıkça rastlanan, kavimlerin helâk sebeplerinden bir tanesidir. Babası Hz. Âdem’in (as) şeriatına uymayan ve bu yüzden kardeşi Habil’i öldüren Kabil ile başlamış, ilâhlar ve ilâhelerle dolu Yunan, Roma, Mısır medeniyetlerinden günümüze intikal etmiştir. Bu medeniyetlere ait mitolojik hikâyeler ensest örnekleriyle doludur. Hz. Âdem (as) ile başlayan peygamberlik müessesesi, insanoğlunun sınır konulmayan hayvânî duygularına, semavî şer’î sınırlar koymuş, peygamberlerin bütün hayatı bunun mücadelesiyle geçmiştir. İşte peygamberlerin mücadele ettiği hastalıklardan biri de ensesttir ve ne yazık ki, günümüzde bütün insanlığı tehdit eden boyutlara ulaşmıştır. Bu sapıklığın “koruyucu hekimlik” çerçevesinde mütalâa edilebilecek tek reçetesi, insanın fıtratındaki güzelliklere hitap eden Kur’ân’ın tesettür emridir. Bediüzzaman Hazretleri Tesettür Risâlesi’nde cinsel bir sapkınlık olan ensest hastalığını ve ilâcını nezih bir Kur’ânî üslûpla şöyle beyan eder:
Süflî mahremler İnsan kızkardeşi gibi mahremlerine fıtraten şehvet hissi taşımaz. Mahremlerin simaları, aile bağlarını, şefkat ve meşrû muhabbeti hissettirdiğinden nefsânî, hayvânî hisler kırılır. Ama bacak gibi uzuvlar süflî nefislerde çirkin hisler uyandırabilirler. Zira bu uzuvlar sima gibi mahremiyeti haber vermediğinden, bir kısım süflî mahremlerde hayvanî dürtülerin harekete geçmesi mümkündür. Böyle bir durum tüyler ürpertecek derecede insaniyetin alçalmasıdır. Ama imkân dahilindedir. O yüzden Bediüzzaman Hazretleri, şefkat ve merhametle kadınları, mahremleri konusunda “Süflî nefislerde, süflî mahremlerde hayvânî dürtüleri uyandırabilir” diyerek tesettür konusunda dikkatli olmaya dâvet eder. Dinimizde aile hassasiyeti Bediüzzaman Hazretlerinin tabiriyle “insaniyet-i kübra” olan, yani insanın yaratılışındaki bütün cihâzâtlara hitap eden dinimiz toplum hayatında olduğu gibi aile fertleri arasında da güven, saygı ve muhabbet hislerini incitecek her türlü davranışı engelleyecek hükümler getiriyor. Özellikle erkeklere nazaran daha zayıf olan kadınları ve çocukları şefkat kanatları ile sarıp sarmalayan kurallar bunlar… Kadının ve erkeğin hemcinsleri yanında dahi tesettürlerine riâyet etmeleri gerektiğini belirtiyor. Fıkıh kitaplarında bu ölçüler detaylı olarak anlatılmakta, anne babalara çocuk eğitiminde bile sınırlar getirilmekte. Sözgelimi, Peygamberimizin (asm) bu konuda bir çok tavsiyesi bulunmakta: “Çocuğun avretine riâyet edin ve onu örtün. Zira onun avreti de büyüğünkü gibidir. Allah avretini açanlara rahmet nazarı ile bakmaz.” “Yedi yaşındaki erkek ve kız çocuklarının, erkek ve kız kardeşlerin yataklarını ayırınız.” (Cem’ül Fevaid, 1: 139) “Kız ve erkek çocuklar, on yaşına basınca onların yataklarını anne, baba, kız ve erkek kardeşlerinin yataklarından ayırmak vaciptir. Erkeğin erkekle, kadının kadınla aynı yatakta yatmaları asla câiz değildir, her biri yatağın bir kenarında olsa bile…” (Feteva’n- Nevevi, s. 215a; İbrahim Canan, Hz. Peygamberin Sünnetinde Terbiye, s. 309) tarzındaki birçok hadisin, şüphesiz aile içi cinsel taciz hadiselerini önlemeye yönelik hikmetleri de bulunsa gerek. Homoseksüellik, lezbiyenlik, pedofili, ensest gibi birçok sapıklığı beşerin başına saran ve nefsini hayvânî dürtülerinin esiri haline getiren sefih medeniyet Kur’ân’ın emirlerine daha ne zamana kadar muhalefet edecek? 08.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Meşveret-i şer’iye, her sıkıntının ilâcı |
En geniş insan topluluklarından, en küçük insan toplumlarına varıncaya kadar, hepsinde yaşanmakta olan sıkıntı ve huzursuzlukların en önemli sebeplerinin başında meşveret ve iştişarelerin yapılmıyor olması gelir herhalde. Doğru olarak bildiğimiz, Kur’ân’ın ve Efendimizin (asm) tarif ve tavsiye ettikleri ve Bediüzzaman’ın meşveret-i şer’iye diye tavsif ettiği şekilde yapılacak meşveret veya istişareler, en küçüğünden en büyüğüne varıncaya kadar toplum veya camialarda yaşanmakta olan problem ve sıkıntıları tedavi eder ve özlenen barış ve huzuru sağlar. Hutbe-i Şamiye adlı eserin 65. sayfasında Bediüzzaman’ın; “Müslümanların hayat-ı içtimâiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı meşveret-i şer’iyedir. ‘Ve şavirhüm fi’l-emr’ âyet-i kerimesi şûrayı esas olarak emrediyor” tespitini nazara almak durumundayız hepimiz. Bu mânada Bediüzzaman’ın; “‘Ve şavirhüm fi’l-emr’ emriyle, kardeşlerimle bir meşverete muhtacım” (Emirdağ Lâhikası, s. 23) ifadesindeki mesajı dikkate aldığımızda, o büyük insan meşverete ihtiyaç hissettiğine göre, bizim gibi her zaman isabeti ve istikameti bulmakta zorluk çeken insanların meşveret-i şer’iyeye ne derece muhtaç oldukları açıktır. Üstadın meşveret-i şer’iye veya meşveret-i meşrûa diye adlandırdığı meşveretin bazı kaide ve kuralları vardır. Bunlara riâyet edildiği sürece isabetli ve doğru kararlar alınır ve var olan sıkıntı ve problemler çözülür. Meselâ Bediüzzaman’ın; “Bundan sonra her meselemizde emir, Risale-i Nur’un şahs-ı manevisini temsil eden has şakirtlerin ve sizlerindir. Benim de şimdi bir reyim var.” (Emirdağ Lâhikası, s. 219) ifadesinde bütün meseleleri ve emirleri şahs-ı maneviye havâle ettikten sonra kendisinin bile bir tek reyinin olduğunu açıkça ifade etmesiyle, bütün meşveret elemanlarının eşit haklara sahip olduklarının mesajını veriyor Bediüzzaman. Yine Bediüzzaman; “Siz meşveretle ne lâzımsa yaparsınız. Fakat ihtiyatla, telâşsız, velveleye vermemek lâzım” (Emirdağ Lâhikası, s. 141) tavsiyesiyle de, meşveret yaparken her türlü çekişmeden, kırıcılıktan uzak, medenî ölçüleri gözeterek, nezaket ve müspet hareket tarzı çerçevesinde yapmayı vurguluyor. Bunu teyiden Üstadın Şuâlar kitabının 289. sayfasında; “Mabeyninizde münakaşasız meşveret ediniz; kararınızı kabul ederim” demesiyle de, meşveretlerin kırgınlıklara sebep olacak münakaşalardan uzak bir şekilde yapılmasının şart olduğunu öğreniyoruz. Bu mânâda Bediüzzaman; “Medar-ı nizâ bir mesele varsa meşveret ediniz” tavsiyesiyle de, üzerinde fikir birliği sağlanamayan meselelerin her zaman bulunabileceğini haber veriyor ve bu gibi meselelerin doğru bir meşveretle halledilebileceğini beyan ediyor. Ve yine “İhtiyat ve temkinle meşveret etmek lâzımdır” (Şuâlar, s. 458) tavsiyesinden de, her halûkârda ihtiyat ve temkinli olmamız gerektiğini öğreniyoruz. Bütün bu tespit ve tavsiyelerden öğreniyoruz ki, Bediüzzaman’ın meşveret-i şer’iye veya meşveret-i meşrûa diye tavsif ettiği meşveret, dinin tarif ettiği şekilde, usûlüne uygun biçimde yapıldığı takdirde, sıkıntı ve ihtilaflara sebep olan bütün meseleler çözüleceği gibi arzulanan uhuvvet ve birlik-beraberlik de kolayca sağlanacaktır. Ayrıca bilinmelidir ki, dinin emir ve tavsiye ettiği, Bediüzzaman’ın da tarif ve izah ettiği şekilde, usûlüne uygun yapılmayan istişare ve meşveretlerden beklenen neticeyi almak mümkün değil. Böyle meşveretlerden doğru ve problemleri çözücü kararlar çoğu zaman çıkmaz. Hatta çoğu zaman bazı problemleri, sıkıntıları çözse de bu defa gündemde olmayan bazı başka problemlerin meydana çıkmasına zemin hazırlayabilir. O halde yine rehber olarak ittihaz ettiğimiz Bediüzzaman’ın “Meşveret-i şer’iye ile reylerinizi teşettütten muhafaza ediniz. İhlâs Risâlesinin düsturlarını her vakit göz önünde bulundurunuz. Yoksa, az bir ihtilaf bu vakitte Risâle-i Nur’a büyük zarar verebilir” (Kastamonu Lâhikası, s. 178) tavsiyesini ve ikazını her zaman hatırda tutmak gerekir.
NOT: Hakkın rahmetine kavuşan muhterem Şaban Döğen hocama, Cenâb-ı Allah’tan rahmet ve mağfiret, kederli ailesi ve yakınlarına sabr-ı cemil niyaz eder, taziyetlerimi sunarım. 08.11.2009 E-Posta: [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
İhlâs, en güçlü terapidir |
Günümüz insanının en çok rahatsızlık duyduğu meselenin başında birilerini memnun etmek çabası gelmektedir. O birileri de insan olunca, memnun etmek gerçekten zorlaşıyor. Baba, eşi memnun edemiyor. Ne aldıysa, ne sattıysa, ne getirip, ne götürdüyse, yine de eşler gayr-i memnun. Anne, babayı memnun edemiyor. Ne pişirdiyse, ne yaptıysa, ne memnuniyetler için çırpındıysa; yine de ya tuzlu oldu, ya tuzsuz; ya pişmiş ya tam pişmemiş; ya temizlenmiş ya temizlenmemiş; ya akşamlara kadar yatmış, kalkmış… mış mış da mış mış. Çocuklar da öyle. Ne yapsalar, anne babayı memnun edemiyorlar. Gelse, neden geldin, gitse, neden; yapsa neden yaptın, yapmasa, neden; sevse, neden sevdin, sevmese, neden; oynasa neden oynadın, oynamasa neden;… den den den gidiyor. Ne yapsın bu çocuklar Allah aşkına? Kırsa, neden kırdın; dökse neden döktün; geç gelse neden geç geldin; okusa ne okudun, neden okudun; okumasa neden okumadın… dın, dın, dın. Şaşkınları oynuyor yavrular. Ondan sonra da adı, ‘kafayı yemiş bunlar’ oluyor, ‘anlaşılır gibi değil’ oluyor. Tabi anlaşılmaz. Zaman, her şeyiyle bir yerlerde duruyor değil ki. Senin zamanında 3G var mıydı, facebook var mıydı, internet kafe var mıydı, playstation var mıydı… mıydı, mıydı, mıydı… Peki, ne bunlar? İşte çağ değişiyor, davranış değişiyor, bilgi değişiyor, görgü değişiyor, ama değişmeyenler de var. O zaman, değişenleri değişmeyenler üzerine uygun şekillerde bina etmek gerekiyor. Bence işin bir sırrı var. Hem de çok kestirmecesi. İşi kökünden hallediyor. ‘O da ne’, deyin? Herkesi razı edemiyorsunuz, her istediğiniz istediğiniz gibi olmuyor, şikâyetler alıp başını gidiyor. Zaten manevî hastalanma da böyle oluyor? Oysa bakın şikâyetleri ‘şıp’ diye kesecek bir formül. İhlâs sırrı. Yaptığımız davranıştan, taşıdığımız duygudan O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse te’siri yok. Hatta O isterse, siz hiç istemeseniz bile, O belli hikmetleri gözeterek, halklara da o işinizi kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, davranışın ruhu niyet, niyetin ruhu da ihlâstır. Yani doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir. Bu, gemide yolculuk yaparken, sırtında taşıdığın yükü, gemiye indirmek ve üstüne de oturmak gibi oldukça rahat bir şeydir. Onun için, bu asrın en güçlü terapisi, ihlâstır. Ondandır ki, ihlâsın on beş günde bir defa okunması, manevî hastalanmaya karşı bir savunmadır. Bu, hastalanmamaya karşı alınacak bir tedbirdir. Bu tedbirde gösterilecek ihmal, hastalıkların da baş göstermesi anlamına gelecektir. Artık psikiyatristler, ihlâs dersini tedavi için gelen hastalarına tavsiye ederlerse, hiç şaşırmam. Çünkü sadece Allah’ın rızasını esas maksat yapmaktan daha güzel ve rahatlatıcı ne olabilir ki? Bu durum, hem kişinin kendi içinde samimî davranışlar oluşturmasına, riyakârlıktan uzak durmasına ve samimiyet kazanmasına vesile olacaktır, hem de sosyal ilişkilerdeki samimiyeti beraberinde getirecektir. En güzel sonuç da bu değil mi? Kendisine, Yaratıcısına ve insanlara karşı samimî insan olmak, en güzel kulluk halidir. 08.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Hasta mı, müşteri mi? |
ANTALYA – Sağlık konusunda yapılan bunca yatırıma rağmen, sektörün sıkıntıdan kurtulamadığı malûm. Hem kamu, hem de özel sektör yöneticilerini bir araya getiren önemli bir toplantı Antalya’da yapıldı. Konunun uzmanı olmadığım halde, konuşulanlardan anladığıma göre Türkiye’nin bu konuda ‘düzlüğe’ çıkabilmesi için yapılması gereken daha çok iş var... MÜSİAD Sağlık Sektör Kurulu Türkiye İstişare Toplantısı dün Antalya’da Latanya Otel’de yapıldı. Toplantının konusu; sağlıkta ve sosyal güvenlikte gelinen son nokta ve yeni hedefleri masaya yatırmaktı. Toplantıya katılan Sağlık Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Prof. Dr. Adnan Çınal ve Maliye Bakanlığı Daire Başkanlarından Hanefi Gök, hadisenin ‘kamu’ cephesini anlatırken, MÜSİAD Sağlık Sektör Kurulu Başkanı Uz. Dr. Hakan Bahadır da ‘özel sektör’ cephesinin sıkıntılarını dile getirdi. Tartışmanın odağında, sağlık konusuna ve dolayısıyla bu konudaki yatırımlara sadece ‘para/kâr/zarar’ cephesinden bakılıp bakılmayacağı vardı. Ortak kanaat, hadisenin bu şekilde değerlendirilmemesi yönünde olmakla beraber; uygulamada buna riâyet edilmediği de anlaşılıyordu. Öyle ki, son yıllardaki uygulamalarla özel sektörün sağlık yatırımları konusunda önünün açılması; para kazanmak isteyenlerinin iştahını arttırdığı ve ‘kasaplar’ın bile sağlık sektörüne yatırım yaptıkları ifade edildi. Son yıllarda özel hastahanelerin tahminlerden daha fazla çoğalması her halde bu ‘kâr’lılıktan kaynaklanıyor olsa gerek. Özel sektörün sağlık sektöründe yatırım yapması elbette faydalı ve gerekli. Ama hadiseye sadece ‘kâr’lılık noktasından yaklaşılması doğru olmaz. Elbette onlar da kâr edecek, ama kâr ve hizmet arasında da bir denge olmalı. Önümüzdeki yıllar için kamunun özel hastahanelere bakışında kısmî bir değişiklik söz konusu. Sağlık Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Prof. Dr. Çınal’ın beyanına göre önümüzdeki dönemde sağlık yatırımları çok kârlı olmayacak. Çünkü aşırı kârlılık, sektörü daha fazla sıkıntıya sokmaya aday. Bu kârlılık uzun süre devam edemeyeceğine göre, kârlarını kaybetmek istemeyen bazı kuruluşlar, ‘etik dışı’ davranışlara girebilirler. Zaten sağlık sektöründe yaşanan sıkıntılardan biri de bu değil mi? Hastaya ‘hasta’ olarak değil de ‘müşteri’ olarak bakan yatırımcıların varlığı, sektörün en büyük dertlerinden biri. ‘Kamu’nun hedeflerinden biri de Türkiye’yi sağlık turizmi noktasında hak ettiği yere getirmek olarak açıklanıyor. Gerçekten de bu noktada büyük bir potansiyele sahip olan ülkemiz, ne yazık ki bu pastadan hak ettiği payı alamıyor. Türkiye’nin pek çok bölgesinde bu konuda yatırım yapma imkânı var, fakat çeşitli sebeplerle bunlar yapılamıyor. “Sağlıkta Dönüşüm Projesi”nin önümüzdeki yıllarda bu noktada yoğunlaşacağı ifade edildi ki bu açıklamaya ‘keşke’ demek durumundayız. Kamu ve özel sektör temsilcilerinin bir araya gelerek çözüm için ortak noktalarda buluşması şart. Aksi halde sektörlerin birbiriyle olan ‘kavga’larının faturasını millet ödüyor. Bu konuda adım atarken de sadece bugünü değil, ‘yarın’ları da düşünmek durumundayız. Nasıl ki emeklilik sistemi noktasında geçmişte yapılan yanlışların faturasını bugün ödüyoruz, sağlık sisteminde bugün yapılacak yanlışların faturasını da ‘torun’larımız ödemek durumunda kalır. Bugünü ve yarını beraberce değerlendirebilirsek sağlık sektörü de sıkıntılardan kurtulabilir. Hem maddî hem de mânevî yönden ‘sağlıklı’ olmamız duâsıyla... 08.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Bediüzzaman, “İsmim, ‘Said Nursî’dir” (2) |
Daha Meşrûtiyet döneminde Kürtlere, “Maksadın büyümesi için himmet büyür. Ve hâmiyet-i İslâmiye ile Türk-Kürd tam birleşmiş İslâmî ve dinî o milliyetin galeyanıyla ahlâk da tekemmül ve teâli eder (olgunlaşır ve yükselir)” ikazında bulunan Bediüzzaman’a sırf bir ara istimal ettiği “Kürdî” lâkabından dolayı bir nev'î “Kürd ırkçısı” imâsında bulunmak, en hafif tâbirle saygısızlıktır. Bu yakıştırmanın amacının, “Şeytanın telkiniyle ve ehl-i dalâletin ilkaâtıyla (verdiği yanlış telkinle), kendisine karşı propaganda ile hücum eden ve mühim mevkileri işgal eden bazı mülhidlerin (dinden çıkanların), (din) kardeşlerini aldatmak ve asâbiyet-i milliyetlerini (milliyetçilik damarlarını) tahrik etmek için” olduğunu, Mektûbat adlı eserinde açıklar. “Siz Türksünüz; maşaallah, Türklerde her nev'î ûlema ve ehl-i kemal vardır. Said bir Kürt’tür. Milliyetinizden olmayan birisiyle teşrik-i mesâi etmek hamiyet-i milliyeye münâfidir (aykırıdır)” saptırmasının hedeflediği dehşetli fitneye dikkat çeker. Buna mukabil, “Ey bedbaht mülhid! Ben felillâhilhamd Müslümanım. Her zamanda kudsî milletimin üç yüz elli milyon efradı vardır. Böyle ebedî bir uhuvveti (kardeşliği) tesis eden ve duâlarıyla bana yardım eden ve içinde Kürtlerin ekseriyet-i mutlakası bulunan üç yüz elli milyon kardeşi, unsuriyet ve menfi milliyet (ırkçılık) fikrine fedâ etmek ve o mübârek hadsiz kardeşlere bedel, Kürt nâmını taşıyan ve Kürt unsurundan addedilen mahdut birkaç dinsiz veya mezhepsiz bir mesleğe girenleri kazanmaktan yüz bin defa istiâze ediyorum (sakınıyorum)” beyânında bulunur. (Mektûbat, 407-412)
“ALÇAKÇA VE VİCDANSIZCA BİR DESÎSE…” Devamında da, “ O Türkçülük perdesi altına giren ve hakikaten Türk düşmanı olan hamiyetfuruş (milliyetçilik taslayan) mülhidlere, “bin seneye yakın, Kur’ân’ın bayrağını cihânın cihât-ı sittesinin (altı tarafının) etrafında galibâne gezdiren bu vatan evlâtlarına, İslâmiyet hesabına müftehirâne ve taraftarâne muhabbettarım” diye kasden kendisine “Said Kürdî” denilmesinin arkasındaki menhus maksadı deşifre eder. Bu saptırmayı, “frenkmeşrep” dediği ecnebi hayranı Batı felsefesiyle dinden kopan ve ırkçılık uğruna birçok mukaddesatı fedâ eden “sahte Türkçüler”in, inançsızlık adına “hakikî kardeşlerini kendisinden soğutmaya çalışan bir propagandası” olarak niteler. Mahkeme müdafaalarında kendisine “Kürdî” denilmesine açıkça itiraz eder; bütün beyânlarına rağmen bu lâkabın kullanılmasının iyi niyetle alâkası olmayan kasdî bir yakıştırma olduğunu belirtir. Ve bütün bu cevapları Risâlelere ve lâhikalara alarak, sözlerinin arkasında olduğunu defalarca ortaya koyar. Yine “Said Kürdür, bir Kürdün arkasında bu kadar koşmak hâmiyet-i milliyenize yakışmaz” isnadının, “frengilik hesâbına sahtekâr bir surette Türkçülüğü kendine perde eden mütecâvizler”in uydurması olduğunu nazara vererek, bunu, “kendisine ‘Kürd’ diyen ve ittiham eden mülhid münâfıkların en son ve alçakça ve vicdansızca aleyhinde istimal ettikleri bir silâh ve vicdansızcasına bir desise” olarak niteler. Bulunduğu Isparta’da tek tek isimlerini saydığı yirmi-otuz Müslüman Türk gençlerini âdeta yirmi otuz bin Kürde tercih ettiğini anlatarak, “Millet-i İslâmiyenin en mühim ve mücâhid ve muazzam bir ordusu olan Türk milletine binler Türk kadar hizmet ettiğini, binler Türk şâhiddir” ifâdesiyle iftiralara cevap verir. (Barla Lâhikası, 149-150)
“FRENGİLİK HESÂBINA SAHTEKÂR TÜRKÇÜLER”İN UYDURMASI! Gerçek şu ki daha geçen asrın başlarında Kürdlere, “İttihada hayat var; mevcudiyetinizi ittihadla gösteriniz ve hâmiyet-i millî ile fikir ve vicdan-ı şahsiyenizi milletin kalb ve akl-ı müştereki gibi gösteriniz. Yoksa sıfır çekeceksiniz” ikazında bulunan Bediüzzaman’ı, kısa bir dönem kullandığı ve birçok imzasından bir imzası olan “Kürdî” kelimesiyle anmak, büyük bir bühtahdır. O devirde herkesin doğduğu yere ve geldiği bölgesine atfen kullandığı gibi bir süre taşıdığı “Kürdî” lâkabını dillerine dolayarak “ayrılıkçı” gibi göstermek, tam anlamıyla bir çarpıtmadır. Daha Osmanlı döneminde, Kürtlere “ittihad-ı millî” dediği millî birlik ve bütünlüğü şiddetle yegâne kurtuluş ve maddî-mânevî yükselme yolu olarak tavsiye eden, “altıyüz seneden beri bayrak-ı tevhidi umum âleme karşı i’lâ eden (yücelten) şanlı Türk pederlerimize kuvvet ve cesâretimizi hediye edelim” çağrısında bulunan Bediüzzaman’ın, hayatıyla, eserleriyle, fikirleriyle vatan ve milletin birliği ve bütünlüğü için yaptığı hizmetler, aslında bu isnada en açık cevaptır. (Eski Said Dönemi Eserleri, 185-186) Hakikaten, bundan bir asır önce Şarktaki aşiretlere, “Türkler bizim aklımız, biz onların kuvvetiyiz; mecmuumuz (bütünümüz) bir iyi insan oluruz. Hodserâne (dikbaşlılık, başı buyrukluk) yapmayacağız. Bu azmimizle başka unsurlara da ders-i ibret vereceğiz” diye kopmaz-kuvvetli mânevî ve millî birlik ve bütünlük halatına sarılmanın zarûretini ders veren Bediüzzaman’ın bütün eserlerinde ve mektuplarında istimal ettiği “Nursî” lâkabını bir tarafa bırakıp “Kürdî” lâkabını öne çıkarmak, ilmî esas ve haysiyeti hiçe saymaktır. (a.g.e) Doğrusu Bediüzzaman bu isnada karşı bizzat mahkemelerdeki, resmî-gayrı resmî beyân ve belgelerdeki, Risâlelerde ve mektuplarındaki geniş izâhâtı, başka savunmaya ihtiyaç bırakmıyor… 08.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Açılımın ön görüşmesindeki tarih tartışması |
Belge tartışması Türkiye’nin gündemini belirlerken, önümüzdeki hafta Salı günü Meclis genel kurulunda “ön görüşmesi” yapılacak demokratik açılım etrafındaki tartışmalarda ikinci gündemimizi belirliyor. Önümüzdeki haftanın birinci gündem maddesinin demokratik açılım konusu olacak gibi duruyor. Özellikle ön görüşmesi Salı, genel görüşmesi de Perşembe yapılacak demokratik açılımın görüşmeleri önümüzdeki haftanın gündemini belirleyeceğinin ilk işaretlerini vermeye başladı. Bahçeli’nin grup toplantısında “Tarihî hesaplaşmayı bekliyoruz” demesi ve görüşmelerin Mustafa Kemal’in ölüm yıl dönümüne denk gelmesi muhalefet partilerince sert bir şekilde eleştiriliyor. Meclis genel kurulundaki görüşmelerde her fırsatta konu dönüyor, dolaşıyor görüşmelerin 10 Kasım’a denk getirilmesine getiriliyor. Tutanaklara yansıyan konuşmalarda ilginç tartışmalar yaşanıyor. AKP Grup Başkanvekili Suat Kılıç’ın Salı günü genel kurulda “Tatil olan bir günü iş gününe dönüştürüyor değiliz, Meclisin çalışmayacağı bir günü çalışma gününe dönüştürüyor da değiliz, zaten o gün TBMM Genel Kurulu açık ve çalışmalarına devam edecek” demesinin ardından sert tartışmalar yaşandı. Tartışmaları tutanaklardan okuyalım: Kadir Ural (Mersin)- Bir gün sonra yapsanız olmuyor mu Başkan? Niye 10 Kasım’da görüşüyorsunuz bunu? Hayret bir şeysin ya! Suat Kılıç (Devamla)- Değerli arkadaşlarım, bir gün öncesinin bir gün sonrasıyla kesinlikle bir farkı söz konusu değil… Kadir Ural (MHP Mersin)- Görüştüğün konu, demokratik açılım dediğin şey ne? Suat Kılıç-…çünkü 10 Kasım 2009 tarihi zaten resmî tatil değil Kadir Ural- 11’inde yap, ne olur? Hüseyin Yıldız (MHP-Antalya)- Acelesi var! Kadir Ural - Özellikle mi istediler 10 Kasım’da yapmanızı? Kâmil Erdal Sipahi (MHP-İzmir)- Atatürk’ten intikam mı alıyorsunuz? Tartışma bu minval üzere devam edip gitti. Görüşme takvimi belli olduğunda bu kadar tartışma yapılıyorsa, Salı ve Perşembe günlerinin bir hesaplaşmanın olacağı kesin… Halbuki, Meclis’teki görüşmelerde demokratik açılımın sloganı Mustafa Kemal’in “Yurtta sulh, cihanda sulh” olacağının açıklanması ve Kültür Bakanının “demokratik açılım’ çalışmalarını Atatürk devrimlerinin devam olarak görüyoruz” demesine rağmen… * * * BİLMECE… A(H1N1) (Domuz gribi) ile ilgili vurulacak aşı konusundaki karışıklık devam ediyor. Geçtiğimiz hafta adeta hükümette aşı krizi çıktı. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın grup toplantısında aşı konusunda Sağlık Bakanı Recep Akdağ’a katılmadığını açıklayarak “Domuz gribi aşısı zorunlu, kampanyası yanlış. Vatandaş kalkıp da ‘Ben istiyorum’ diyorsa eyvallah. Siyasî irade olarak bize düşen bu işi isteğe bağlı hale getirmek. Bu konuda otoriteler de farklı düşünüyor” demesinin ardından kendisinin aşı olmayacağını açıklaması kafaları iyice karıştırdı. Bir de bunun ardından Bakana kuliste herkesin önünde “terslemesi” aşı meselesini tam bir bilmeceye dönüştürdü. Erdoğan’ın resmî konutu çağırdığı Akdağ’ın “gönlünü alması” da kafa karışıklığını gidermedi. Bakan kendisi aşı olup, herkesi aşı olmaya çağırmak için yoğun çaba sarf ederken, yurtdışında milyarlarca dolarlık aşılar gelmişken, Erdoğan “Ben aşı yaptırmayacağım” demesi hemen bir kutuplaşma başlattı… “Başbakan aşı olmayacaksa, ben de olmam” diyenlerin sayısı artıyor. Bir grup başbakana destek verirken, başka bir grup da bakanı haklı buluyor. Devleti yönetenlerin birçoğu “aşı olmayacağım” deme yerine “risk grubunda değilim” türü açıklamalarla bu tartışmayı hafifletmeye uğraşsalar da, muhalefet partilerinin eline de büyük bir koz verilmiş oldu. Bir taraftan “aşıya güvenmiyoruz” diyorlar, diğer yandan da “Erdoğan yaptırmayacaksa biz yaptırmalıyız” diye de “muhalefet” olmanın gereğini yerine getiriyorlar. Bir aya kadar çocuklara vurulmak için aşılar gelecek, bu tartışmalardan sonra insanlar çocuklarına aşı vurdurup vurdurmama konusunda kime inanacağını şaşırmış durumda. Tam bir bilmece, çöz çözebilirsen. Bakana mı, başbakana mı insansınlar… BİLÂKAYDÜŞART… AKP Grup Başkanvekili Suat Kılıç’ın genel kuruldaki konuşmasında “Meclisimizin duvarında bir cümle var: ‘Hâkimiyet bilâkaydüşart milletindir” demesi “bilakaydüşart” kelimesi ve Türkçe üzerinde tartışmalara sebep oldu… Tutanaklara yansıyan bu tartışmalara bir göz atalım. Ali Koçal (CHP-Zonguldak)- “Bilakaydüşart” demiyor, doğru söyle. Doğru oku! Doğru oku! Pano yanında pano, ‘bilâkaydüşart’ diye bir şey yazmıyor öyle. Öyle bir şey yazmıyor. Suat Kılıç- Sayın milletvekilleri, sayın milletvekilleri, siz bu Türkçeyle Nutuk okuyamazsınız. Siz bu Türkçeyle Nutuk okuyamazsınız, okusanız da anlayamazsınız… Sizin ezberden siyaset yaptığınız, Nutuk’u okumadığınız anlaşılıyor. Ali Rıza Öztürk (CHP- Mersin)- Senin yaşın kadar siyaset yaptık biz be! O faşizme karşı direne direne geldik buralara, nasıl konuşuyorsun? Bu kelime üzerinde uzun süre tartışma devam etti. Ardından da “faşist” kelimesi üzerindeki tartışmalar… Ancak, söyleyen de, itiraz eden de anlaşamadı ama vekillerimizin neyle uğraştıklarının güzel bir örneği olduğu için hem de “ibretlik” olduğu için yazalım istedik. 08.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
İmanla kabre girmek |
Camilerde mübarek gecelerde, Cuma geceleri toplu istiğfarlarda, vaazların bitiminde, hatimlerden sonra yapılan duâlardaki değişmez dileklerden biri de kelime-i şehadetle çene kapamak, hüsn-ü hatime ile ömrü tamamlamak ve imanla kabre girmek içindir. Çoğu zaman gafletle fânî dünyanın geçici meselelerini herşeyin önüne geçirip onlarda boğulan insan için en önemli ve hayatî mesele bu: İmanla kabre girmek, Cehennemden kurtulup Cennetle ve Cemal-i İlâhî ile müşerref olmak... Bize verilen ömür sermayesinin sayılı nefeslerini tüketirken bir an bile hatırımızdan çıkarmamamız gereken bir numaralı gündem bu olmalı. “Her nefis ölümü tadacaktır” İlâhî mesajı ile “Ölüm haktır” diyen Peygamber sözünü ve fıtrata yerleştirilen bu yaratılış kanununun dünya kurulup canlılar yaratılalı, hiçbir istisna tanımadan işlemeye devam edişini görüp de ölüm gerçeğine kayıtsız kalmaya imkân ve ihtimal var mı? Üstadın İkinci Dünya Savaşı devam ederken yazdığı “Meyve’nin Dördüncü Meselesi” başta olmak üzere birçok eserinde vurguladığı gibi, ölümün idam fermanından kurtulup ebedî saadeti elde etme hadisesi, zihinlerin yöneldiği Cihan Harbi gibi en muazzam dünyevî olaylardan dahi çok daha önemli. Çünkü birinde ebedî bir hayat söz konusu iken, diğerleri hep gelip geçici şeyler. Ebedî hayatı kazanma veya kaybetme dâvâsında, bu “hasta ve gaddar ve bedbaht asır” insanının, o dâvâyı kaybettirmeyecek bir dâvâ vekiline ihtiyacı olduğunu vurgulayan Üstad, o dâvâ vekilinin de Risale-i Nur olduğuna dikkat çekiyor. Ve Risale-i Nur’un, sadık talebelerine kazandırdığı iki manevî kazançtan birini “şirket-i maneviye-i uhreviyenin hissedarı olmak,” diğerini de “imanla kabre girmek” şeklinde ifade ediyor. İmanla kabre girmenin, hizmet tarihinde, başlangıç dönemlerinden itibaren yaşanmış ve hattâ lâhikalara geçirilmiş çok güzel örnekleri var. Bunlardan biri, risalelerin İslâm harfleriyle elle yazılarak çoğaltıldığı ilk dönemlerde, Hafız Mehmet isimli yaşlı bir Nur Talebesinin, risale yazarken metindeki “Lâ ilâhe illallah” ibaresini tamamladığında ruh emanetini teslim etmesi. Bir diğeri, Denizli şehidi Hafız Ali’nin, Denizli hapsinde telif edilen Meyve Risalesi’yle meşgulken, Üstadı için ruhunu feda etme niyazının dergâh-ı İlâhîde kabulü ile vefatını takiben, aynı zamanda ehl-i keşfel-kubur, yani kabir âleminde yaşananları temâşâ edebilme hasletine sahip olan Üstadın, onu kabirdeki sual meleklerine Meyve’nin hakikatleriyle cevap verirken görmesi. Benzer hüsn-ü âkıbet örneklerini, manevî şehit olarak berzah âlemine göçen diğer bütün manevî cihad kahramanlarının da son anlarında yaşayıp gösterdiklerini bilmekte, görmekteyiz. Son örnek, hafta içinde kabrindeki Cennet bahçesine tevdî ettiğimiz yazarımız Şaban Döğen. Alabildiğine yoğun ve dinamik bir tempo içinde hizmetten hizmete koşarken bir Cuma sabahı âniden rahatsızlanıp hastaneye kaldırılarak yoğun bakıma alınan Döğen, oradaki ve dünyadaki son gün ve saatlerini şuuru açık olarak, namazlarını işaretle kılarak ve hiçbir zaman kopmadığı gazetesiyle haşir neşir olarak tamamladı. Böylece, “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz” hadis-i şerifindeki hakikatin, hayat ve ölüme müteallik boyutuna canlı ve müşahhas bir örnek daha verdi. İnanıyoruz ki, kabrindeki Cennet bahçesinde de yine çok sevdiği risalelerle, kitaplarıyla, yazılarıyla, gazetesiyle meşguliyetine devam ediyor. Bize şimdilik zahirî ve geçici olarak ayrı düştük gibi gelse de, gerçekte, Üstadın “Nasıl ki buradan Isparta’daki kardeşlerimize selâm gönderip muarefe, muhabere ile sohbet ediyoruz, aynen öyle de, Hafız Ali’nin tavattun ettiği (yerleştiği) âlem-i berzah, nazarımda Isparta, Kastamonu gibi olmuş” (Şuâlar, s. 521) sözündeki derin ve canlı hakikat, Şaban Döğen için de geçerli. O, Kargı’daki yeni menzilinde yine bizlerle... 08.11.2009 E-Posta: [email protected] |