Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Kişiden önce sistem |
Seneler önceki bir sohbetimizde Demirel, 1969’da dönemin Genelkurmay Başkanı Cemal Tural’ı, hükümeti “takmayıp” görev ve yetki alanını ziyadesiyle aşan tavırlar sergilemesi üzerine uyardıklarını, dinlemeyince Cumhurbaşkanının onayı ile görevden alarak YAŞ üyeliğine kaydırdıklarını, Tural’ın bu pasif görevde beş ay kaldıktan sonra emekli olduğunu söylemiş ve sonrasını da özetle şöyle anlatmıştı: “Tural’ın yerine yeni isim ararken Memduh Tağmaç önerildi. ‘Mutedil bir komutan’ denildi. Genelkurmay Başkanlığına onu getirdik. İki sene sonra 12 Mart muhtırasını önümüze dayadı.” (Tural’ın azlini onaylayan Cumhurbaşkanı Sunay’ın 12 Mart’ta muhtıracılarla birlikte hareket ederek Demirel’i yalnız bırakması ve Tağmaç’ın sonradan “Muhtırayı imzalarken ağladım” itirafında bulunması, problemin ne kadar derinlerde olduğunu ortaya koyan başka ilginç göstergeler.) Mehmet Barlas’ın, son günlerde gündemde olan “Özal olsaydı Öztorun gibi Başbuğ’u da emekli ederdi” bahsine “Özal’ın Öztorun’u emekli etmesinden sonra da 28 Şubat benzeri postmodern darbeler veya 27 Nisan e-muhtırası benzeri darbe girişimleri nasıl olabildi?” (Sabah, 10.11.09) sualiyle verdiği katkı, aynı şeyi ifade ve teyid ediyor. İsmail Hakkı Karadayı’nın Genelkurmay Başkanı olduğu dönemde başlayan 28 Şubat sürecinin, Hüseyin Kıvrıkoğlu görevi devraldıktan sonra yumuşayacağı yönünde bazı çevrelerce seslendirilen beklentilerin tam aksi yönde gelişmeler yaşanması ve Kıvrıkoğlu ile sürecin daha da keskinleşmesi de, bu gerçeği teyid eden çok tipik örneklerden biri. Hatırlanacağı gibi, Kıvrıkoğlu, İstanbul’da görevli DGM’leri irticaya karşı gevşek davranmakla suçlayarak yargıya alenen müdahale edecek kadar işi ileriye götürmüş ve Yeni Asya’ya yönelik DGM baskıları ondan sonra iyice yoğunlaşmıştı. Mâlûm, “28 Şubat bin yıl sürer” lâfı da ona ait. Demek ki, problemin asıl kaynağı, kişileri aşan kurumsal bir yapı, sistem ve ona vücut verip devamını sağlayan kökleri derinlerde bir zihniyet. Ona sağlam bir çare bulmadan kişiler üzerinden yapılacak tasarruflarla bir yere varılamıyor. Adeta genlere işlemiş bir müdahale gelenek ve alışkanlığı söz konusu. Kaynağı da her fırsatta tekrarlanan “Cumhuriyeti biz kurduk; sahibi ve koruyucusu biziz” sözüyle dile getirilen anlayış. İşte buna karşı, objektif ve evrensel hukuk kriterleri zemininde, demokrasi, hak ve özgürlük bilincine sahip, örgütlü bir sivil toplum irade ve inisiyatifinin behemahal geliştirilmesi gerekiyor. Ülkede bu yönde yeni bir denge kurulmalı ki, asker kaynaklı ve yüksek yargı başta olmak üzere bürokrasi destekli müdahaleler son bulabilsin. Bu, konunun iç dinamiklere bakan boyutu. Dışa yönelik yüzünde de, çok şükür ki, dengeler artık demokrasiden yana değişiyor. Özellikle AB üyeliği süreci, çok partili sisteme girişimizin üzerinden altmış yıl geçmesine rağmen hakimiyeti gerçek anlamda hâlâ millete devretmeyip bürokrasinin tekelinde tutmaya devam eden sistem ve statükoda ciddî gedikler açmış durumda. Bu durum, şimdiye kadarki darbelerin arkasındaki dış güç olan ABD’yi de tavır ve politika değişikliğine mecbur ediyor ve özellikle Obama ile birlikte bu değişim daha belirgin hale geliyor. Ve bu gelişmeler, iç dinamiklerin de eskiden hiç olmamış düzeyde demokrasi lehine güçlenmesini netice veriyor. Tek yanlı bilgilendirme ve telkinlerle oluşturulan güdümlü “kamuoyu”nun yerini, herşeyi özgürce tartışan özgür bir kamuoyu alıyor. Evvelce dokunulmaz tabular olarak görülen konu ve kurumlar tartışmaya açılıyor. Hal böyle olunca, içeride halk, Meclis ve kamuoyu desteğine sahip, dışarıda da demokrasi rüzgârlarının estiği bir dünyaya muhatap bir sivil iktidarın, demokrasiyi kökleştirip engelleri kaldıracak reformları yapması çok daha kolay. Buna rağmen yapmıyor ve günübirlik politikalarla vakit geçiriyorsa, yazık ediyor demektir. Hem kendisine, hem de millete ve ülkeye. 12.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Önceki Yazıları (11.11.2009) - Gereğini yapmak (10.11.2009) - 10 Kasım ve açılım (08.11.2009) - İmanla kabre girmek (07.11.2009) - Manzara-i umumiye (06.11.2009) - İslâm birliği ve barış |