12 Kasım 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Lahika

Hadis-i Şerif Meâli

Kaba davranana yumuşaklıkla muâmele ederek, vermeyene vererek şerefi Allah katında arayınız.

Câmiü's-Sağîr, No: 25

12.11.2009


Şu inkılâb-ı azîmin temel taşları sağlam gerek

Aşiren: Bir yolda dokuz ihtimal-i helâket, tek bir ihtimal-i necat varsa, hayatından vazgeçmiş, mecnun bir cesur lâzım ki o yola sülûk etsin. Şimdi, yirmi dört saatten bir saati işgal eden farz namaz gibi zaruriyat-ı diniyede, yüzde doksan dokuz ihtimal-i necat var. Yalnız, gaflet ve tembellik hâsiyetiyle, bir ihtimal, zarar-ı dünyevî olabilir. Halbuki ferâizin terkinde, doksan dokuz ihtimal-i zarar var. Yalnız gaflet ve dalâlete istinad, tek bir ihtimal-i necat olabilir. Acaba dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve ferâizin terkine ne bahane bulunabilir? Hamiyet nasıl müsaade eder?

Bâhusus bu gürûh-u mücâhidin ve bu yüksek meclisin ef’âli taklid edilir. Kusurlarını millet ya taklit veya tenkit edecek; ikisi de zarardır. Demek onlarda hukukullah, hukuk-u ibâdı da tazammun ediyor. Sırr-ı tevatür ve icmâı tazammun eden hadsiz ihbaratı ve delâili dinlemeyen ve safsata-i nefis ve vesvese-i şeytandan gelen bir vehmi kabul eden adamlarla hakikî ve ciddî iş görülmez.

Şu inkılâb-ı azîmin temel taşları sağlam gerek. Şu meclis-i âlinin şahsiyet-i mânevîyesi, sahip olduğu kuvvet cihetiyle, mânâ-yı saltanatı deruhte etmiştir. Eğer şeâir-i İslâmiyeyi bizzat imtisal etmek ve ettirmekle mânâ-yı hilâfeti dahi vekâleten deruhte etmezse, hayat için dört şeye muhtaç, fakat an’ane-i müstemirre ile günde lâakal beş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniyeyle ihtiyâcât-ı ruhiyesini unutmayan bu milletin hâcât-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse, bilmecburiyye mânâ-yı hilâfeti, tamamen kabul ettiğiniz isme ve lâfza verecek. O mânâyı idame etmek için kuvveti dahi verecek. Halbuki, Meclis elinde bulunmayan ve Meclis tarikiyle olmayan böyle bir kuvvet, inşikak-ı âsâya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı âsâ ise, “Allah’ın dinine ve Kur’ân’a hep birlikte sım sıkı sarılın” (Âl-i İmran Sûresi, 3:103) âyetine zıttır. Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı mânevî daha metindir. Ve, tenfiz-i ahkâm-ı şer’iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî, ancak ona istinadla vezâifi deruhte edebilir. Cemaatin ruhu olan şahs-ı mânevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin iyiliği de, fenalığı da mahduttur. Cemaatin ise gayr-ı mahduttur. Harice karşı kazandığınız iyiliği, dahildeki fenâlıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki, ebedî düşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız İslâmın şeâirini tahrip ediyorlar. Öyleyse, zarurî vazifeniz, şeâiri ihyâ ve muhafaza etmektir. Yoksa, şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. Şeâirde tehâvün, zaaf-ı milliyeti gösterir. Zaaf ise, düşmanı tevkif etmez, teşci eder.

“Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3:173)

“O ne güzel dost ve O ne güzel yardımcıdır.” (Enfâl Sûresi, 8:40)

Mesnevî-i Nûriye, s. 86; Tarihçe-i Hayat, s. 126

LÜGATÇE:

ihtimal-i helâket: Helâk olma ihtimali.

ihtimal-i necat: Kurtuluş ihtimali.

sülûk: Yol alma.

zaruriyat-ı diniye: İman edilmesi mutlaka gerekli olan dinin esasları.

ferâiz: Farzlar.

gürûh-u mücâhidin: Mücahidler grubu.

ef’âl: Fiiller.

hukukullah: Allah’ın hukuku.

hukuk-u ibâd: Kul hakları.

tazammun: İçine alma.

sırr-ı tevatür: Bir sözün nesilden nesile sözüne güvenilir büyük bir kalabalık tarafından nakledilmesi sırrı.

icmâ’: Fikir birliği.

delâil: Deliller.

safsata-i nefis: Nefsin saçmalaması, yalan ve uydurması.

vesvese-i şeytan: Şeytanın vesvesesi.

inkılâb-ı azîm: Büyük değişim.

meclis-i âli: Yüce meclis.

şahsiyet-i mâneviye: Manevî şahsiyet.

an’ane-i müstemirre: Devam ede gelen örf, âdet ve gelenekler.

lâakal: En azından.

lehviyat-ı medeniye: Medeniyetin gayrimeşrû eğlenceleri.

hâcât-ı diniye: Dinî ihtiyaçlar.

inşikak-ı âsâ: Birliğin bozulması, bölünme.

tenfiz-i ahkâm-ı şer’iye: Dinî hükümlerin yerine getirilmesi.

tehâvün: Ehemmiyet vermemek, önemsememek.

tevkif: Tutma, durdurma.

teşci: Cesaretlendirme.

12.11.2009


Milliyetçilik üzerine notlar-1

Başlamadan önce bir not: Bu yazılarda detaylı bir milliyetçilik analizine girişilmeyecektir. Gelecek yazılar konuyu genel olarak da ele almayacaktır. Bunun yerine küçük anekdotlar hâlinde birkaç ufak nokta milliyetçilik açısından incelenmeye çalışılacaktır. Konuyu derli toplu okumak isteyenleri bilhassa 26. Mektubun 3. Mebhasına* ve akademik olarak incelemek isteyenleri Köprü dergisinin bilhassa Güz 95.** sayısına havale ediyoruz.

İlk Irkçı Kim?

Bazen iyi sonuçlar verse de eli kalem tutan biri için kötü sayılabilecek bir huyum vardır. Bir meseleyi, özellikle önemliyse, popüler olduğu zamanda yazmak istemem. Popülerliğin hayatî kavramları anlaşılmaktan uzaklaştıran bir yanı vardır. Herkesin bir şeyler söylediği ortamlarda konuşulan konu, çoğu kez bir erozyona ya da saptırmaya uğrar. Çok konuşulan bir meseleyi değerlendirirken soğukkanlı düşünmek oldukça zorlaşır.

Milliyetçilik de bu kavramlardan birisi. Tahmin edebileceğiniz üzere bugünlerde çok popüler bir konu. Ancak milliyetçiliğin uzun müddet bu popülerliğini kaybetmeye niyeti yok. Bu yüzden en azından hissiyatların çok az da olsa dizginlendiği bir noktada kendimi yazmaya mecbur hissettim.

Milliyetçiliği düşünürken siyasetin bu dünya ile sınırlı dar çerçevesinden biraz sıyrılmayı denemeliyiz. Çünkü ilginç bir biçimde, siyasî ve sosyal bir konu gibi gözükse de, milliyetçiliğin etkileri ve boyutları siyaseti de, bu dünyayı da aşıyor!

Çünkü meselenin tâ en baştaki çıkış noktası insan bu dünyaya gönderilmeden öncelere dayanıyor.

Allah, Hazret-i Âdem’i yarattı ve ona kendi esmasını öğretti. Meleklere Hz. Âdem’e secde etmelerini emretti. Esma talimi Âdem’i meleklere üstün bir duruma getirmişti. Allah öyle istemişti. Melekler secde ettiler, emre uydular. İblis hariç.

İşte o andan itibaren Hz. Âdem’in (as) ve çocuklarının imtihanına giden yol açılmış oluyordu. Emre uymadığı için kovulan İblis ise artık kıyamete dek insanı kandırmaya, yoldan çıkarmaya çalışacaktı. Artık o “şeytan”dı.

Peki, neden İblis secde etmemişti? Neden emre uymamıştı? Neden şeytanlığa başlamıştı? Allah’ı bilmiyor muydu? Hayır, aksine; biliyordu. Tanımıyor muydu? Hayır, tanıyordu. Öyleyse Âdem’i (as) Allah’ın yarattığına mı inanmıyordu? Hayır, tam tersine, emre uymama sebebini ifade ederken, Âdem’i (as) Allah’ın yarattığını tekrar ediyordu. Diyordu ki: “Âdem’i topraktan, beni ateşten yarattın. Ateş topraktan üstündür. Ben Âdem’den üstünüm. Öyleyse ona secde etmem!” İşte hepsi bu kadar!

Oysa açıktan şirk koşmamıştı. Güya her şeyi Allah’ın yarattığını da biliyordu, söylüyordu. Sadece bir emre uymadığı için mi şeytan olmuştu! Sadece bu yüzden mi sonsuza kadar Allah’ın rahmetinden uzak kalmıştı! Evet! Sadece bu emre uymadığı için! Ama gelin görün ki, bu emre uymaması bir çok anlama gelmekteydi.

Şeytanın günahı aslında nedir, bir bakalım.

En başta şeytan tevhide aykırı davranmıştır. Niye tevhide aykırıdır? Çünkü bir kıyas yapmıştır. Allah’ın yaratışında bir kıyastır bu. Kıyas ya da karşılaştırma iki veya daha fazla şey arasında yapılır. Oysa Allah tek irade sahibi olandır, tek yaratıcıdır. Burada gizliden gizliye bir şirk söz konusudur.

Ayrıca yaratılış itibarıyla bir şeye kendi kafasınca üstünlük vermiştir. Şeytan bu şekilde –hâşâ– Allah’ın yaratıcılık sıfatında (Yaratıcılıkla ilgili bütün sıfatlarında) kusur bulmuştur. Oysa Allah kusurdan münezzehtir. Burada gizliden gizliye Allah’ı tanımama söz konusudur.

Şeytan bu üstünlük vehmi üzerine bir de gururlanmış, kibirlenmiştir. Yaratılış itibarıyla Âdem’e (as) üstünlük dava etmiştir. Hâlbuki üstünlük Allah’ın seçtiğindedir. Allah dilediğini yükseltir, dilediğini alçaltır. Burada açıkça Allah’a isyan söz konusudur.

İblis sadece bir emre uymadığı için şeytana dönüşür, çünkü bu emre itaatsizlik ederek birçok yönden Allah’a ortak koşmuş, birçok yönden Allah’a itaatsizlik yapmıştır.

İblis böylece ilk ırkçıdır. Çünkü “Ben ateştenim” diyerek üstünlük dava etmiştir. Tıpkı “Ben falan ırktan geliyorum, filan ırktan üstünüm” diyen şeytanın hizmetkârları gibi. Menfi milliyetçiliğin sizi götüreceği sonuçlar, şüphesiz İblisi şeytana dönüştüren sonuçlardır.

İşin diğer boyutu da pek masum değildir. Milliyetçilik insanı enesi üzerinden bir gururlanmaya, büyüklenmeye de götürebilir. Bu gururlanma aslında bir nevi körleşmedir. Sonuçta insan hiç anlamadan Yaratıcısına asî olabilir.

Allah hepimizi menfi milliyetçilikten ve ırkçılıktan muhafaza etsin. İlk ırkçının oyunlarına kanmaktan Rabbim hepimizi korusun. Âmin.

Önümüzdeki yazılarda bu aldatıcı oyunların yine milliyetçilikle ilgili olanlarını açığa çıkaralım inşallah.

Dipnotlar:

* Risale-i Nur Külliyatından Mektubat isimli eserde.

** İnternette online olarak Köprü dergisinin bu sayısına ulaşabilirsiniz. Adres: http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Sayi&SayiNo=52

AHMET TAHİR UÇKUN

[email protected]

12.11.2009


12 Kasım unutulmaz!

Evet, 12 Kasım 1999 Düzce depremi asla unutulmaz. Depremzedelerin hafızasında bu büyük felâketin silinmez izleri, unutulmaz anıları vardır.

Bu tarihî olayın yıldönümlerinde, o günlerde yazdığım günlükleri okur, çekilmiş fotoğraflara bakarım ibretle, şükürle...

12 Kasım hayatımızda bir dönüm noktası, bir milattır. Belki de yıllarca öğrenemeyeceğimiz hakikatleri, alamayacağımız dersleri, deprem sürecinde ve sayesinde tahsil ettik. Kayıplarımızın yanısıra manevî kazançlarımız da oldu. Deprem musibetiyle işlediğimiz hataların, kusurların bedelini öderken, mükâfatın basamaklarına da ilk adımlarımızı atmış olduk.

Deprem bize hızlandırılmış eğitimle çok şey öğretti:

Anladık ki, uzak zannettiğimiz ölüm bize şahdamarımızdan daha yakınmış. “Benim” dediğimiz evlerimizin, eşyalarımızın ömrü, bir dakikalık bile değilmiş. Canımız da, malımız da gerçekte bizim mülkümüz değilmiş. Hepsi emanetmiş bunların meğer. Mal da yalan, mülk de yalanmış. Bunlar için kavga etmeye, gönül kırmaya değmezmiş. Yaşamak için illâ da geniş evler, odalar, bir sürü eşya gerekli değilmiş. Çadırda da 15 metrekarelik prefabrik evlerde de yaşanırmış.

Çok şey öğrendik deprem sayesinde. Düzce, birinci derece deprem kuşağındaydı. Her an yıkıcı depremler olabilirdi. Bu hususta belediyeler, müteahhitler, mimarlar, mühendisler, planlamacılar ve vatandaşlar tedbirli olmalı, inşaatlar deprem şartlarına uygun yapılmalı, çok titiz denetimlere tabi tutulmalıydı. Bu gerçekleri ne yazık ki yıkılan binaların enkazlarına bakarak ve korkunç yetki ve sorumluluk ihmallerini, suistimallerini görerek öğrendik.

Deprem ve akabindeki günler, aylar, yıllar sıkıntılı, acılı, zorlu zamanlardı. Çadırlardan yerleşik düzene geçişin sancılı gerilimli günleriydi. Hemşehrilerimizden çok insan sağlık sorunları yaşadı, psikolojik bunalımlara düştü. Deprem korkularını, şoklarını yaşadı insanlarımız. Basında, çevrede birbirinden farklı deprem yorumları yapıldı günlerce. Kimilerine göre deprem bir “doğa olayı”, kimine göre bir “tesadüf”ten ibaretti. Bize göre ise deprem “İlâhî bir ikaz”dı. Bu farklı yorumların etkisiyle vatandaşların kafası bir de kargaşa depremine tutulmuştu. Hiç unutamadığım bir husus da, depremi “İlâhî ikaz” olarak yorumlamanın suç sayılmasıydı. Hatta basına bu anlamda bir açıklama yapan Yeni Asya Gazetesi imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular, mahkemece suçlu bulunup, iki sene bir gün hapse mahkûm edilmişti. Oysa Kutlular bu yorumunun bir Müslüman olarak dinî inançları gereği olduğunu açıklamış, ama hapis yatmaktan kurtulamamıştı. Ben de o günlerde depremin kendi özel dünyamda sorgulamasını yaparken, Kutsal Kitabımız Kur’ân’a müracaat etmiş ve bu musibetin hakikatini öğrenmeye çalışmıştım.

Deprem ve diğer musibetler, felâketler gerçekten İlâhî birer ikaz ve imtihandı. Yaratıcımız bu hususu bizlere Bakara Suresinin 155, 156 ve 157’ıncı ayetlerinde açıkça bildirmekteydi:

”And olsun sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele! Ki onlar başlarına bir belâ geldiği zaman, “Biz Allah’ın (dünyada takdirine teslim olmuş) kullarıyız ve sonunda yine Ona döneceğiz” derler. İşte onlara Rablerinden mağfiret ve rahmet vardır. Ve işte onlar hidayete erenlerin tâ kendileridir.”

Bu ayetleri okuyunca çok tatmin olmuş, rahatlamıştım. Musibeti veren belli, sebebi belli, yapılacak şey belli ve neticesi de sonsuz merhamet sahibi Rabbimizin affına nail olmaktı. Yine dinimize göre depremde ölenler birer mazlum şehiddi. Telef olan mallar, sadaka hükmündeydi. Yani olayların ön ciheti azap gibi görünse de, arka tarafı rahmetti. Bu itibarla üzülmeye, telaş etmeye hiç gerek yoktu. Sabretmek yeterliydi.

Evet depremde sabretmeyi, yardımlaşmayı, dayanışmayı, paylaşmayı öğrendik. Hayatımız saflaştı, kuvvet kazandı, olgunlaştı. Deprem olmasaydı bu tecrübeyi, bu kazanımları elde edebilir miydik?

Yalnız bu kazançlarımızın yanında önemli fırsatları da kaçırdığımızı söylemem gerekiyor. Depremle yıkılmış Düzce’mizin yerine yeni bir imar planıyla caddeleri, sokakları geniş, modern bir şehir inşa edemedik. Maalesef artan nüfüsumuzun ihtiyaçlarına cevap veremeyen, imarı yetersiz, kasaba görünümlü bir şehre mahkûm ettik kendimizi. Gerçi Kalıcı Konutlarla Düzce’mize yeni ve güzel bir mekânı dâhil ettik, ama orayı da ne kadar koruyabildiğimiz tartışılır.

12 Kasım Düzce depremini unutmayalım. Bu deprem vesilesiyle öğrendiklerimizi, kazanımlarımızı, tecrübelerimizi hiç unutmayalım. Ve deprem öncesi yaptığımız hatalara bir daha düşmeyelim. Tarihten ibret alalım ki, tekerrür etmesin.

NEJDET PEHLİVAN - [email protected]

12.11.2009


Başka pencerelerden bir “defin” manzarası

Sustu “Mesaj” köşesi, göremez olduk onu.

Son defa, mesajında, “göçüp gitmek”ti konu!

Tanıdık bir ses, mülâyim bir nefes son bulunca nihayet; mahzun oluverdi birden irili, ufaklı herkes.

Güle güle, “gülümseyen” muhterem.

“Daha dün birlikteydik” deyip durmak yetmiyor. Kimileri gelirken, gidenler de bitmiyor. Çünkü, Cenâb-ı Hakk’ın takdiri bu. Hâl böyle olunca: “En hakikî ömrünü bulunduğun an” bilmek; öyle de ömür sürmek. Aslolan, bu olsa gerek!

Bizden giden son yolcu, Şaban Döğen kardeşti.

Kardeşti!

Kardeşine “eş”ti.

Ümidimiz o ki: Berzahtaki kardeşlerle birleşti.

Yazılanlar, çizilenler; gönül yakan övgüler…

Hepsinin de birleştiği müşterek: “Çehresinden eksilmeyen tebessüm”; “hizmetinde sebat edip çalışmak”.

Ne mutlu ona!

Hayatı da, mematı da hizmet etti “hizmet”e.

Hayırla yâd edilmek; “Ahirette kurtaracak eser”ler bırakıp gitmek ne güzel bir ticaret. Birçok insanın doğru istikameti bulmasına vesile olmak, “Sebep olan işleyen gibidir” hadisinin manasına muhatap olmak demek.

Burada ektiklerini orada biçecek, inşaallah.

Dünya bu!

Gelen gider, giden dönmez.

“Haz” ile “hüzün” birbirine çok yakın. Tıpkı, “hayat” ile “memat” gibi, yan yana.

Ölüm denen hakikat, en etkili nasihat.

Şaban’a gelen ölüm, sana da gelir bir gün!

“Aklımda” demek lâzım, her nefesin ardından.

Musallânın önünde, cumhura sordu imam:

“Bu merhumu nasıl bilirsiniz?” Yüzlerce ağızdan, bir olup da fırlayan “Allah rahmet eylesin” duâsı yankılandı bir anda, yükseldi semavata. Şahit oldu ins ve cin ve cümle melek o anda.

“Şaban Kardeşimize hakkınızı helâl eder misiniz?” sorusuna:

“Helâl olsun denildi, dost sadâsı inledi.

Şaban Kardeşimiz, Kargı’daki kabrinden ahirete yol buldu; yoluna revan oldu.

Pırıl pırıl, güneş dolu bir günde dağ demeyip, taş demeyip koşup gelmiş dostları. Bunca yol, bunca zahmet!

Dost içinde bulunmak da, ölmek de, lûtfedilmiş saadet.

Makberesi başında, bakışlar mahzun, çehreler melûl.

Bize teselli veren, burada ölüşü, “Ora”da dirilişi.

Sözün özü:

Hoş bir gün.

Vefakâr insanların katıldığı bir düğün!

Evet evet, bir düğün!

Vuslat ânıydı, o gün…

ALİ RIZA AYDIN - [email protected]

12.11.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.