Basından Seçmeler |
EMASYA protokolü de iptal edilmeli...
TSK’nIn, bu kez internet üzerinden toplumu sindirerek korkutmayı amaçladığı yeni bir andıcının ortaya çıkması, ordunun ve fiilen kendisine bağlı olarak faaliyet gösteren Jandarma’nın iç yönetmeliklerinin mercek altına alınmasını gerekli kılıyor. Hatırlanacağı üzere, bir subayın Ergenekon savcılarına gönderdiği ihbar mektubuyla ortaya çıkan, “internet andıcı,” ordunun kamuoyunu yönlendirmek ve manipüle etmek için “ilticayla mücadele” adı altında çok sayıda internet sitesi kurarak faaliyete geçirdiğini gün yüzüne çıkartmıştı. TSK, hükümetin sorusu üzerine, 2000 yılında dönemin koalisyon hükümetinin verdiği izinle bu faaliyetin gerçekleştiğini ve bu türden sitelerin de 2007 yılında kapandığını bildirmişti. Ancak Zaman gazetesinin 9 Kasım tarihinde verdiği haber, TSK’nın, “Kapandı” dediği sitelerini bu yıl güncellediğini kanıtlıyor. Hükümetin şimdi yapması gereken, yalnızca, TSK’nın darbe şartlarında oluşmuş bir koalisyon hükümetinden aldığı yetkiyle, toplumu fişleme uygulamasını sonlandırmak değil ordu bağlantılı tüm yönetmelikleri mercek altına alıp, yasa ve anayasayı yok sayanları iptal etmesidir. TSK’nın, iç güvenlik konularına, kanunlardan aldığı yetkinin yanı sıra Jandarma yoluyla ve ayrıca kendi içinde yayımladığı genelgelerle de müdahale ettiği biliniyor. TSK ve Jandarma Genel Komutanlığı’nın (JGK) kendi iç yönetmeliklerinin, kanunların üzerinde bir etki gücüne sahip olduğunu söylersek yanılmayız. Son olarak ortaya çıkan internet andıcı olayı, direktif ya da yönetmelikler yoluyla TSK’nın, kanunların üstündeymiş gibi hareket ettiğini ortaya koyuyor. Keza 2004 yılında patlak veren ve toplumun çeşitli kesimleri hakkında Jandarma yoluyla TSK tarafından bilgilerin toplandığı “Fişleme Skandali” da, ordu içinde çıkartılan yönetmeliklerin yasaları nasıl hiçe saydığını kanıtlayan andıçların bir başka örneğini oluşturuyor. Son yıllarda kamuoyuna sızan ve TSK’nın yalanlamadığı ve bazen doğruladığı andıçların da ordu içi hazırlanan yönetmelik ve direktiflerle hazırlandığı ortaya çıkmıştı. JGK’nın, teşkilat, görev ve yetkilerini belirleyen ve 1983 yılında çıkartılan 2803 sayılı kanuna ek olarak, bu teşkilatın faaliyetleriyle ilgili yaklaşık 500 yasa ve yönetmelik bulunduğu tahmin ediliyor. Altı çizilmesi gereken bir konu da EMASYA’nın varlığı. 28 Şubat post modern darbesiyle Necmettin Erbakan’ın başbakanlığındaki koalisyon hükümetinin Haziran 1997’de istifaya zorlanmasının ardından kurulan hükümetin İçişleri Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı arasında 7 Temmuz 1997’de EMASYA (Emniyet, Asayiş, Yardımlaşma) adlı gizli bir protokol imzalanmıştı. Bu protokol, orduya, valilik talep etmese de, kendisi gerekli gördüğü durumlarda toplumsal olaylara el koyma yetkisi veriyor. AB’nin 14 Ekimde yayımladığı Türkiye İlerleme Raporu’nda da, EMASYA gizli protokolünün (anti demokratik bir uygulama olarak) varlığını sürdürdüğüne dikkat çekiliyor. Hukukun üstünlüğü ilkesini tesis etmekten söz eden hükümetin, TSK ve yan kuruluşu JGK bağlantılı, yasaların üstünde adeta devlet içinde devlet görüntüsü veren tüm yönetmelikleri gözden geçirip iptal etmesi gerekiyor. TSK ya da diğer kurumların, toplumu fişleyip korkutma taktiği son derece onur kırıcı, bunu sürekli aklımızda tutmamızda yarar var. Bir AK Parti yetkilisi, aşırı uçtaki faaliyetlerin zaten devletin yakın takibinde olduğunu anımsatarak, “Cuntacılık” olan yakın tehdide karşı politika geliştirilmesi gerektiğine dikkat çekiyor. Haklı.
Lale Kemal, Taraf, 11.11.2009 |
12.11.2009 |
Yapılacak çok şey var
Ordu içindeki cunta dağıtılmadan, bütün cuntacılar yargı önüne getirilmeden hiç kimsenin içinin rahat etmeyeceği kesin.Hiçbir hükümet, içinde kendisini yıkmak üzere planlar yapmış cuntaların fink attığı bir ordunun varlığında güven içinde görev yapamaz. Bu halk, kendisine karşı savaşmak için yeraltına silahlar depolayan, suikastlar, kıyımlar, provokasyonlar tezgâhlayan, Alevi’yi Sünni’ye Kürt’ü Türk’e kırdırmayı planlayan bir orduya çocuğunu göndermek istemez. Düşmanı bir yana bırakıp elindeki silahın namlusunu halkına çevirmiş bir ordunun varlığında kimse yatağında huzurla uyuyamaz. Bugün durum bu ve bu durum mutlaka değişmek zorunda. Şu anda tartıştığımız şey bir yol yordam meselesi... Bu tartışma içinde herkes doğru bulduğu yöntemi ortaya koyacak... Kimileri, sorunun radikal bir tavırla, bıçakla kesip atarcasına halledilmesi gerektiğini savunurken kimileri farklı taktikler ve farklı bir zamanlama önerecek. Ve lider de bütün bu tartışmaların; tartışmalarda oluşan atmosferin ve ortaya çıkan güçler dengesinin ışığında, kendi yoğurt yiyişine uygun bir yöntem benimseyecek. Yani siyaset yapacak. Yarın öbür gün, izlediği siyasetin başarı ya da başarısızlığının hesabını da zaten o verecek... Kısacası, ordunun cuntalardan arındırılması süreci başlamıştır ve bu süreç artık durdurulamaz. Ama yapılması gereken iş sadece bu değil. Bir düzine cuntacıyı kulaklarından tutup yargı karşısına getirdiğimizde meseleyi halletmiş olmuyoruz. Mesele, yeni cuntacıları üreten ortamın değiştirilmesi ve bu konuda yapılacak çok iş var. Üstelik bu işlerin hiçbirinin Başbuğ’un görevden alınmasını ya da emekli olmasını beklemesi gerekmiyor. Bunların bazıları hiç beklemeden hemen yapılabilir. Örneğin, 27 Mayıs’tan beri bütün darbelere “gerekçe” yapılan şu meşhur İç Hizmet Kanunu’nun 35’inci maddesi hâlâ yerinde duruyor. Bu madde hemen kaldırılabilir. Genelkurmay’ın Savunma Bakanlığı’na bağlanması, askeri harcamaların Sayıştay denetimine açılması için hemen düğmeye basılabilir. Askeri yargının alanını demokratik ülkelerde olması gereken sınırlara çeken yasanın hayata geçirilmesi için gereken tüzük ve yönetmelikler derhal çıkartılabilir. MGK’nın yapısına ve görev alanına tekrar bakılır. Kırmızı Kitaplar yakılır! Tabii işin en zor kısmı bundan sonra başlar: İttihat Terakki’den beri süren bir zihniyetin değiştirilmesi için alınması gereken tedbirler gelir gündeme... Bu kuşaklara yayılacak sabırlı bir “yeniden yapılandırma” sürecini gerektirir. Yeniden yapılandırılacak olan ilk şey, askeri liselerde ve harp okullarında okutulan müfredattır. Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un kendisine memur denmesini hakaret olarak algılamasına yol açan şey de bu müfredattır. Askeri okullarda eğitim ve öğretimin yeniden elden geçirilmesi, subay adaylarının “kurtarıcılık” misyonu yerine “hizmet” misyonuyla yetiştirilmesi hayati önemdedir. Ordunun kendisini “gerçek iktidar sahibi” olarak görmesinde; toplumun üzerinde, onun öğretmeni, yol göstericisi, kurtarıcısı olarak algılamasında, ülke yönetimi dahil her şeyi kendisinin en iyi bildiğini sanmasında halktan kopuk yaşamasının rolü yadsınamaz. 11 yaşından Harbiye’yi bitirinceye kadar ailelerinden ve toplumdan kopuk bir şekilde yatılı okullarda yetişen; daha sonraki hayatlarını da yine mahalleliden uzakta lojmanlarda geçiren; tatilini bir arada kendi tesislerinde yapan, düğününü derneğini orduevlerinde yapan; her türlü sosyal ilişkisini subay çevresiyle sınırlı tutan bir topluluğun kendini farklı ve ayrıcalıklı görmesi, topluma tepeden bakması ve kendine bazı misyonlar atfetmesi yaşanan bu kopuk hayatın sonucu olarak son derece anlaşılabilir. Ordunun darbecilikten vazgeçmesi, sivil hayat üzerindeki asker hegemonyasının kalkması konuşulurken üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir nokta da budur. Ordu mensuplarının halkla iç içe yaşaması için değişiklikler yapılmalıdır. Örneğin; askeri liseler ve harp okulları-dönem dönem katılacakları eğitim kampları dışında-yatılı olmaktan çıkarılamaz mı? Subay ailelerinin askeri lojmanlarda yaşamak yerine şehre, semtlere, mahallelere dağılmış bir halde yaşamaları, toplumla komşuluk ilişkileri kurmaları; yaz tatillerinde askeri kamplarda toplaşmak yerine herkes gibi değişik yerlerde ve halkın içinde tatil yapmaları sağlanamaz mı? Görüldüğü gibi yapılacak iş çok. Ordu mensuplarını toplum içinde özel misyonla görevlendirilmiş imtiyazlı bir kitle, bir kast olmaktan çıkarmak için alınacak çok yol var. Şu anda suçüstü yakalanan cuntanın tasfiyesinin sadece bir başlangıç olduğunu anlamamız gerek. Ordunun dönüştürülmesi, devletin yeniden yapılandırılması sürecinin bel kemiğidir. Demokratik devlete doğru uzun, zorlu ama son derece verimli bir sürece giriyoruz.
Gülay Göktürk Bugün, 11.11.2009 |
12.11.2009 |
Atatürkçülüğü temsil, CHP’den AKP’ye geçiyor
CHP’yİ ‘ideolojik buhran’a sürükleyen şey, ‘dindarlar Atatürkçü politikalar yürütemez,’ önyargısı oldu. Oysa, AK Parti hükümetinin dış politikadan, ‘Demokratik Açılım’a kadar yürüttüğü temel politikaların çoğunun referansı Cumhuriyet’in Kuruluş Felsefesi’ydi. (...) AK Parti’nin Atatürkçü iç ve dış politikaları dindar kadroları da laikliğe sahip çıkmak gerekliliğiyle yüzleştirdi. (...) Eğer ‘CHP aklı’ behemehal Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş müktesebatına dönüp, Atatürkçülüğün kaynaklarını yeniden aktive etmezse... Ve Cumhuriyetçi aydınların körlüğü bu rota üzerinde ilerlemeye devam ederse... Recep Tayyip Erdoğan hükümetinin bir sonraki iktidar dönemi Türkiye Cumhuriyeti tarihine ‘Atatürkçülüğün temsilinin CHP’den alındığı ve AK Parti’ye aktarıldığı’ bir dönem olarak geçecek. Zaten Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘Atatürk’ün sürdürücüsü’ olarak tanımlanıp, Baykal için böyle bir yakıştırmanın halkın gündemine gelmemesinin sebebi de, analiz etmeye çalıştığımız bu ‘ikili dinamiğe’ işaret ediyor.
Atılgan Bayar Akşam, 11.11.2009 |
12.11.2009 |
Kemalizmin sıkıntısı demokrasiyle
1933-1950 (Kemalizmin) ideolojik/ doktriner dönemidir. Faşizmlerden etkilenme de bu döneme rastlar. Bu Kemalizmin ideolojiyle kurduğu sorunlu ilişkinin ilk boyutudur. İkinci boyut birincisinden daha vahimdir. Nedeni bugünkü toplumda Kemalizm etrafında ortaya çıkan çelişkiler onun bu doktriner özelliğinden kaynaklanmasıdır ve mevcut durum 1933 sonrasından daha katı bir ideolojik yaklaşıma işaret etmektedir. Çünkü bugüne gelindiğinden ortada artık bir ‘gerçek/ilksel’ bir Kemalizmden (buna Batı dillerinde bir şeyin ‘ur-özgün’ hali de deniyor) söz edilemez. Kemalizm 1950’den sonra Türkiye’de patlayan askeri darbelerin ve o eksende gelişen siyasal yapının bir meşruiyet unsuru olarak dönüştürülmüştür ve özellikle askeri kanatlar tarafından sahiplenilerek farklı dönemlerde yeniden biçimlenmiştir. Dolayısıyla da bugün birbirinden farklı dört Kemalizmden söz açılabilir. 1933-60 arası 1. Kemalizm, 1960-80 arası 2. Kemalizm, 1980-1998 arası 3. Kemalizm, 1998 sonrası 4. Kemalizm. Bunların tümü de Kemalizmin ‘ilerici’ ve hatta ‘sol’ olduğunu söyleyen yaklaşımlardır. Oysa bu Kemalizmlerin ona atfedilen ilerici, Batılılaşmacı, seküler gibi özelliklerin ötesinde sahip olduğu ortak payda devleti güçlendirmeye yönelik öncelikler taşıyan, organik ve korporatist (sınıfsız) bir toplum kurmayı hedefleyen, mevcut ve hegemonik söylemin devamlılığını öngören bir içeriğe sahip olmasıdır. Bu dönemsel kabullerde özgün/ ur Kemalizmde mevcut olduğu kadarıyla bile özgürleştirici bir özün bulunmadığı çok rahatlıkla iddia edilebilir. Bugün tasarlanmış ve hiç değişmemesi istenen bir devlet düzenini ayakta tutmanın aracı olarak kurgulanan bir doktrindir Kemalizm. Böyle bir Kemalizmin temel sıkıntısı demokrasiyle olacaktır. Bu Kemalizmin bugünkü dünya ve devletle de sorunu olacaktır. Kemalizm ilericiliktir, çağdaş uygarlık seviyesine erişmektir demek bu sorunları aşmaya yetmez. Nedeni çağdaş uygarlığın demokrasiyle kurduğu ilişkidir.
Hasan Bülent Kahraman Sabah, 11.11.2009 |
12.11.2009 |
Direktifi iptal yetmez, hukukî altyapı iptal olsun!
BaşbakanlIk ile Genelkurmay karargâhı arasındaki ince savaşı bilmem izliyor musunuz? Her şey, Ergenekon savcılarına gönderildiği iddiasıyla gazetelerde yayımlanan ikinci ihbar mektubuyla başladı. Mektubun ekinde bir Genelkurmay andıcı vardı ve bu andıçta bazı internet sitelerinin izlendiği, bazı internet sitelerinin ise bizzat Genelkurmay tarafından kurulup işletildiği söyleniyordu. Bu yayından birkaç gün sonra, geçen hafta cuma günü Genelkurmay karargâhında yapılan basını bilgilendirme toplantısında bu andıcın sahte belge olmadığı açıklandı. Genelkurmay, ‘Biz internetle ilgili bu çalışmayı hükümetin direktifi üzerine yaptık‘ dedi. Cumartesi günü Başbakanlık çevrelerinden gazetecilere bazı bilgiler gelmeye başladı. Buna göre Başbakanlık, Genelkurmay’a ‘Bize şu direktifi gönderin’ demişti. Aynı günün akşam saatlerinde Genelkurmay, söz konusu hükümet direktifinin 2000 yılında kendilerine verildiğini açıkladı. Dünkü bazı gazetelerde Başbakanlığın kendi evrak arşivini taradığı ve 2000 yılında bile verilmiş olsa böyle bir direktife rastlanmadığına dair haberler vardı. Bunun yanı sıra 2000 yılının Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Şağar da, söz konusu direktifi hatırlamadığını söylemişti. Yine dün Başbakanlık çevrelerinden sızan haberlere göre Başbakanlık söz konusu internet izlemesine ve internette yalan haber/propaganda yayan sitelerin kurulmasına temel oluşturduğu söylenen ve geçmişi 28 Şubat kararlarına kadar uzanan bazı genelgelerin iptali için çalışmaya başlamıştı. *** Bakın, bu haberin ve alttan alta devam eden kavganın çok büyük bir önemi var. Bütün mesele, bir devletin, kendi vatandaşlarına karşı propaganda ve dezenformasyon yapıp yapamayacağı meselesi. Bizim devletimiz yaptı böyle şeyleri, belki bugün bile yapmaya devam ediyor. Burada bir ayrım yapmamız lazım: Bu sefer bir Ergenekon çetesinden veya ordu içindeki bir cuntadan söz etmiyoruz. Hatta bu sefer sadece Türk Silahlı Kuvvetleri’nden de söz etmiyoruz. Bu sefer devletten söz ediyoruz. Hükümet direktif veriyor, asker veya başka bir kurum (mesela İçişleri Bakanlığı’na ne gibi direktifler verildi aynı dönemde) bunu yerine getiriyor, Türk halkına yalan söyleniyor, halka karşı psikolojik operasyon yapılıyor. Bu devlet bunu hep yapıyor. Bu sefer birkaç iyi adam ortaya çıktı ve direktifleri iptal ediyor diye kendimizi güvencede hissedemeyiz. Bu devletin bir daha hiçbir zaman kendi halkına karşı böyle şeyler yapamamasının hukuki güvencesine ihtiyacımız var. Bu devlet geçmişte kurduğu ‘Azınlıklar Tali Komisyonu’ eliyle bu ülkede yaşayan azınlıklara hayatı zehir etti. O komisyon devlet sisteminin ta kendisiydi, bazı kötü kalpli insanlardan oluşmuyordu. Şimdi komisyonun adı değişti belki ama korkarım aynı işlevi görmeye devam ediyor, hâlâ insanlara hayatı zehir edecek kararlar alıyor. Genelkurmay’ın bu belgesiyle halka karşı yapılan onca işten sadece bir tanesini görmüş olduk. Demokratım diyen hükümet bütün bunların tam bir listesini çıkarır ve geçmişte yapılanlardan ötürü özür dilerdi. Şimdi direktifi iptal etmek yetmez. Çünkü bugün iptal edilen direktif yarın yeniden verilebilir. Hukuki güvence istiyoruz.
İsmet Berkan Radikal, 11.11.2009 |
12.11.2009 |