M. Latif SALİHOĞLU |
|
Diriliş örnekleri |
Son günlerdeki yazılarımızı kast ederek latife yollu bize takılan arkadaşlar oldu. Meselâ, birisi dedi ki: "Yahu Latif Bey. Sen iki ölüden bir diri çıkacağına sahiden inanıyor musun?" Birden hatırıma Hekimoğlu İsmail Ağabeyimizin "Ölüler Diriliyor" isimli eseri ve aynı isimli konferansı geldi. Oradan hatırımda kalan bir misâl ile karşılık verdim. 1970'li yıllarda gittiğim bir konferansında gördüm. Muhterem Hekimoğlu, bir eline ekmek parçasını aldı. İçine bir buğday tanesi koydu ve masanın üzerindeki bardaktan da üzerine su damlattıktan sonra şunları söyledi: "Bakınız, şu ekmek ile buğdayın ana maddesi aynı. İkisi de ölüdür, cansızdır. Diğer elimde gördüğünüz bardaktaki su da ölüdür. Ama, bu iki ölü maddenin birleşmesiyle ortaya dipdiri bir hayat çıkıyor. Kezâ, çiftlikte yaşayan bir karı ile kocanın meselâ sadece ekmek yiyip su içtiğini düşünün. Onlar, bu sûretle hem yaşayabilir, hem de çocuk yaparak ayrı bir canın teşkiline sebep olabilirler. Demek ki, her halükârda hem ölüler diriliyor, hem de iki ölüden bir diri çıkabiliyor." İçtimaî hayatımıza dair bir diriliş gerçeği de, Beyanat ve Tenvirler isimli eserin 202. sayfasında Üstad Bediüzzaman tarafından (1950'de) aynen şöyle ifade ediliyor: "...Ahrar Fırkası, yine otuz beş sene sonra dirildi, yine uyandı." Evet, demek ki, biyolojik mânâda olduğu gibi, siyasî mânâda da yeniden diriliş hem mümkün, hem de vakidir.
İki zıt birarada sunulmuş
Yüksek tirajlı bir gazetenin 11 Kasım 2009 (dün) tarihli nüshasının baş sayfasının baş köşesinde "Ölümünün 71. yıldönümünde Atatürk'e hüzünlü anma" başlıklı resimli bir haber vardı. Sayfanın alt kısmındaki en küçük resimli haber başlıklarından biri ise şöyleydi: "Dünya Dinler Parlamentosu, Bediüzzaman Said Nursî'yi konuşacak." Çoğu zaman "refikimiz" diyerek ismini verdiğimiz aynı gazetenin aynı sayfasında, fikir ve dünya görüşleri birbirine zıt iki şahsiyet ile ilgili "anma haberi"nin yer alması son derece dikkat çekiciydi. Haberin detaylarına ve sunum şekline bakınca da, kısaca şunları gördük: 1) Said Nursî ile ilgili haberin başlığı, hem baş sayfada, hem de devam sayfasında küçük puntolarla ve yorumsuz şekilde verilmesine mukabil, M. Kemal ile ilgili haber hem büyük puntolarla, hem de yorumlu başlıklarla sunulmuş. 3. sayfanın manşet haberinin başlığı aynen şöyle: "Çağdaş demokrasinin mimarı Atatürk, hepimizin ortak değeri." 2) Devam sayfasındaki (32. sayfa) Said Nursî'li haber için bir tek resim kullanılmamasına mukabil, M. Kemal haberli sayfada ise, biri büyükçe olmak üzere toplam dört adet resme yer verilmiş. 3) Aynı gazete, bir gün önce (10 Kasım) de, benzer günlerde olduğu gibi M. Kemal ile ilgili geniş hacimli bir haberi zaten yayınlamıştı. 4) M. Kemal için Türkiye dahilinde bir anma programından söz ediliyordu; Said Nursî için ise, dünya çapında (Avustralya'nın Melbourne şehrinde) ve binlerce din adamı ile akademisyenin iştirak edeceği bir programdan bahsediliyordu. Biz söz konusu iki haberin sunum şekli ve mahiyetleri arasında gördüğümüz bazı detayları burada sıralayak bilginize sunmuş olduk. Bu çarpıcı tablonun yorumunu ise sizlere bırakıyoruz.
Tarihin yorumu 12 Kasım 1928
Latince harflerinin 1 Kasım 1928'de Meclis'te kabul edilmesiyle birlikte, 15 milyonluk "Türkiye halkı"nın yüzde doksan dokuzu bir gün içinde cehalet anaforunun tam ortasına doğru sürüklendi. Bu dehşetli anafordan kurtulmak için de, canhıraş bir çalışma başlatıldı. İşte, o çalışmalardan biri şudur: 12 Kasım'da başta İstanbul olmak üzere, ülkenin birçok merkezinde devlet memurları için kurslar düzenlendi. Latince harflerinin öğretildiği bu kurslar esnasında, memurlar ayrıca imtihan edildi. Arşiv kayıtlarına göre, İstanbul'daki imtihanlar tam 18 gün boyunca sürüp gitmiş. Bu dönemde, son derece hırslı, aceleci ve telâşlı bir politika izleniyordu. Zira, Latince'nin kabulüyle eşzamanlı olarak Kur'ân harflerine de yasak getirilmişti. Cahil bırakılan millet ise, arayerde kalmıştı. Ne yeni yazıyı biliyor, ne de eskiye dönebiliyordu. Özellikle, sırf Kur'ân harfleri olduğu için eski yazı yasaklanarak unutturulmak isteniyordu. Öyle ki, en kısa zaman zarfında gazete, dergi, kitap ve hatta tabelalara varıncaya kadar bütün yazıların Latince olması isteniyordu. Nitekim, bu husus bilâhare kànunî mecburiyet haline getirildi. Üstelik, aradan daha bir sene bile geçmeden, taş, ahşap veya mermer üzerine kazınmış bulunan kültür mirası tuğra, arma ile Arabî harfli kitabelerin de ya kırılarak sökülmesi, ya da üzerlerinin sıva ile kapatılması cihetine gidildi. Bu çok ürkütücü, hatta dehşet verici bir politik uygulamaydı. Öyle ki, insanlık tarihinde bunun ikinci bir misâline rastlamak mümkün değildir. 12.11.2009 E-Posta: [email protected] |