M. Latif SALİHOĞLU |
|
Kısa ve net |
Son günlerde, özellikle dışardaki terör örgütü mensuplarının gelip teslim olmalarıyla başlayan çalkantılı gelişmeler sebebiyle, pekçok kişinin kafası karıştı, zihni bulandı. Şüpheler, tereddütler, zanlar birbirini kovalarken, "Bundan sonra neler olacak?" sorusu da, hem endişe, hem de merak duygusunu şiddetle tahrik etmeye başladı. "Kürt açılımı"yla bağlantılı olarak dile getirilen "terörü bitirme" plânının kime veya nereye ait olduğu, hükümetin gelişmelere ne ölçüde hakimiyet kurabildiği ve bilhassa siyasî partilerin arasındaki temel ihtilâfın gerçekte ne olduğu yönündeki sorular da, zihinleri allak–bullak eden önemli faktörler arasında. Bu kaotik tablo karşısında, şimdilik kaydıyla burada "kısa ve net" olarak sizlere bazı bilgileri aktarmak istiyoruz. Bu bilgiler, bizim temel ölçü ve esaslarımıza da muvafık ve mutabık düşüyor olmalı ümidindeyiz. * "Ehven–i şerreyni ihtiyar" bizim için fevkalâde mühim bir temel düstûrdur. Buna göre, 1) Sabıkasız terörist, cinayet işlemiş sabıkalıya göre ehvenişerdir. 2) Silâhı bırakıp dağdan inen terör örgütü mensupları, silâhı elinden bırakmayanlara göre ehvenişerdir. * Aynı şekilde, fikir ve inanç noktasında aralarında pek bir fark bulunmayan PKK'lılar ile DTP'lileri bu içtimaî mihenge vurduğumuzda, silâhlı değil de siyasî yoldan mücadele etmeyi tercih edenler ehvenişerdir. Buna göre PKK, âzamüşşerdir. * Terörü bitirme plânı gibi, bağlantılı olarak yaşanan son gelişmeler de, tümüyle hükümetin kontrol ve inisiyatifi altında değildir. Ancak iç ve dış konjonktör, bölgeyi terörden arındırma noktasında birbirine paralel düşmüş görünüyor. Bakın ABD bile, yirmi beş yıldır uyuşturucu işiyle de uğraşan PKK elebaşılarını daha yeni "uyuşturucu baronları" listesine dahil etti. Hayli gecikmiş olsa da, bu gelişmeyi hem onların menfaatına, hem de Türkiye'nin hayrına yormak mümkün. * Beşir Atalay hariç, hükümetin etkili diğer erkânını bu meselede pek samimî göremediğimizi belirtmek durumundayız. Zira, sayın Başbakan'ın kendisi bile, alkış alacağını umduğu yerde bu açılımı alabildiğine sahiplenmeye çalışırken, sıkıştığı noktada ise "Bu bir devlet projesidir" diyerek yükü omuzundan indirme cihetine gidiyor. Öte yandan, hesapta olmayan nâhoş görüntülerin sergilenmesi sebebiyle ülke genelinde oluşan tepki ve ajitasyonu fark edince de, hemen suçun faturasını DTP'lilere yükleme, hatta "silbaştan" tehdidinde bulunma cihetine gidiyor. "Oylar, alkışlar, aferinler bana; suçlar, günâhlar, vebâller başkasına" mantığını tasvip etmek mümkün değil.
10. Yıl Affı (Bir kişi hariç)
Cumhuriyet'in 10. yılı münasebetiyle, 1933 yılı Ekim'inde devlet ve hükümet birimleri tarafından bir dizi gösteriş, hareket ve faaliyetin planlaması yapıldı. Bu planın bir parçasını da, 26 Ekim 1933'te Meclis'te kabul edilen "genel af" teşkil ediyordu. Af kapsamına dahil edilenler, 28 Temmuz 1933 tarihinden evvel suç işlemiş görülenler oldu. Bu tarihten sonra suç işleyenler ile aynı suçtan (hırsızlık, kaçakçılık, zimmet, rüşvet) iki defadan fazla mahkûm olmuş kişiler, af kapsamına alınmadı. Ayrıca, Hilafetin kaldırılması ve Osmanlı Hanedanının yurt dışına çıkarılmasına dair kànun şümûlündeki şahıslar ile meşhûr 150'likler listesine dahil olan kişiler, bu affın dışında tutuldu. Çıkarılan af kànunuyla, bazı suçlar (özellikle basın suçları) hakkında takibat yapılmaması, bazı cezalarda ise indirime gidilmesi sağlandı. Ayrıca, kànun kaçaklarının ve İstiklâl Mahkemeleri tarafından mahkûm edilen Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile İzmir Sûikastı mahkûmlarının cezaları da affedildi. Önemli bir başka nokta da şudur: 1 Ocak 1934'ten itibaren tahliye edilen mahkûmların arasında "komünizm faaliyeti"nden dolayı hüküm giymiş mahkûmlar da vardı. Meselâ, Boz Mehmet, Zeki Baştımar ve Babaeskili Cevat ismiyle şöhret bulan bu kişilerin 1 Ocak günü tahliye edildikleri haberi, o dönemin gazetelerinde yer aldı. Bu da gösteriyor ki, mükerrer olmamak üzere—komünizm dahil—suç işleyen veya suçlu görülenlerin tamamı bir şekilde affedildi; ancak, bir kişi istisna... Evet, 1934'te hayata geçirilen 10. Yıl Affından sadece ve sadece bir tek kişi istisna tutuldu: Bediüzzaman Said Nursî. Barla'da sürgün hayatı yaşayan Bediüzzaman, üstelik hiçbir suçu olmadığı halde serbest bırakılmadı ve memleketine gitmesine müsaade edilmedi. O tarihlerde sürgün cezasına çarptırılan başka kimseler de vardı. Onlar affedildi ve ülke içinde serbestçe dolaşmalarına müsaade edildi. Esasında, Üstad Bediüzzaman'ın tâbiriyle "kàbil–i af olmayan" kimseler dahi affedilip serbest bırakıldılar. Ne var ki, sıra Bediüzzaman Said Nursî'ye gelince, devlet ve hükümet yetkilileri yan çizerek, yamukluk yaparak, adâletten büsbütün saparak, onu bütün vatandaşlık haklarından ve medenî hukuktan mahrûm bıraktılar. Daha da acip olanı şudur ki: Fiilî af uygulamasının başladığı 1934 yılı başlarından itibaren, Said Nursî, eskisinden çok daha ağır baskılara mâruz bırakıldı. Serbest bırakmak bir yana, onu aynı yılın ortalarında Barla'dan Isparta'ya yine menfî olarak sevk ettiler. Üstelik, Isparta'da da rahat bırakmadılar. Daimî takip ve tarassut altında tuttular. "Kiminle görüşüyor? Kiminle mektuplaşıyor? Niçin kırlara çıkıyor?" gibi bahanelerle, onu ve talebelerini sorguya çektiler. Ve, sonunda 120 talabesiyle birlikte Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesine sevk ettiler. Tam bir utanç manzarası... Cumhuriyet'in 10. yılı itibariyle de tam bir yüzkarası... Hani umumî af çıkmıştı? Hani katiller, caniler, ırz ve namus düşmanları bile affedilmiş, basın–yayın suçlarının ise takip edilmesi bile men'edilmişti? Demek ki, bütün bunlar kocaman bir yalan, aldatma ve gözboyamaktan ibaretmiş. O günlerde ayrıca 10. Yıl Marşı yazılmış, 10. Yıl Nuktu okunmuş, "az zamanda çok büyük işler" yapılmıştı gerçi; işte o büyük işlerden biri de, Bediüzzaman Said Nursî'yi—suçsuz olduğu halde—serbest bırakmamak, hatta üzerindeki baskı ve takibatı daha da şiddetlendirmek olmuştur. Nitekim, Eskişehir Hapsinden kurtulan Bediüzzaman, yine serbest bırakılmadı ve 8 yıl sürecek yeni bir sürgün diyârı olarak Kastamonu'ya sevk edildi. 26.10.2009 E-Posta: [email protected] |