M. Latif SALİHOĞLU |
|
Gazete ve siyaset (2) |
—Dünden devam—
Kendisi siyasetin hangi kademesinde olursa olsun, yine kendisini değil de bizi "siyasetçi" gören dostlarımız var. Bizzat görüp şahit olduğum için söylüyorum: Muhatabımız, bir partiye fena halde bağlıdır. Üstelik partiye resmen kayıtlıdır. İl veya ilçe yönetimindedir. Hatta başkanlık makamındadır. Dahası belediye başkanı, ya da milletvekili adayıdır. (Belediye veya hükümet ihalelerinden nemalananları saymıyoruz bile.) Buna rağmen, muhatabımız tutar yine bizi "siyasetçilik" yapmakla, "tarafgir" davranmakla itham eder. Geçen gün, iktidardaki AKP adına bu mânâda bir ithama mâruz kalınca, birden yıllar önceki bir hatıra canlandı hafızamda. Yıl 1985'in ikinci yarısı. Üniversiteden henüz yeni mezun olmuşum. Aynı zamanda Yeni Asya'da çalışmaya devam ediyorum. Zengin, itibarlı, tanınmış firma sahibi muhterem bir ağabeyimizin işyerinde çaylar eşliğinde başbaşa sohbet ediyoruz. Okul hayatında çalıştığım Yeni Asya'da mezuniyetten sonra da çalışmaya devam ettiğimi öğrenince, beni bundan caydırmaya yönelik şöyle bir teklifte bulundu: "Yazık; üzüldüm inanki. Oradaki işlerin çoğunu tahsilsiz, hatta çoluk–çocuk seviyesindeki kişiler bile görebilir. Dolayısıyla, senin gibi yüksek tahsilini tamamlamış, kabiliyetli, istikbâl vâdeden bir kardeşimin orada çalışmaya devam etmesine gönlüm razı olamıyor... İyisi mi, gel seni emniyet teşkilâtına alalım. Altı aylık bir eğitim devresinden sonra, üniversite mezunları il emniyet müdürü olabiliyorlar. Bu konuda sana güvence verebilirim. Üç büyük vilayet hariç, nereyi istersen oranın emniyet müdürü olabilirsin. Ben kefilim, senin tayinini çıkarttırırım. Benim Turgut Beyle (Başbakan Özal) samimiyetim var. Onunla eskiden beri dostuz, halen de özel görüşmelerimiz oluyor. Bizi kırmaz, senin tayin meselende hiçbir zorluk olmaz." Muhterem ağabeyimiz bunları söyledikten sonra, şu tuhaf çekincesini eklemeyi de ihmal etmedi: "Bak kardeşim. Birşey daha var. Biz sana bu yardımları yaparız. Fakat, sen siyasetçi olmayacaksın. Yeni Asya, bizim nazarımızda siyasetçidir. DYP'ye destek çıkıyor. O parti öldü, bir daha da dirilmez. Şimdi artık ANAP var, Özal var. İstikbâl burada, mâşerî vicdan burada..." Değerli büyüğümüzün burada sözünü bilmecburiye kestim ve daha fazla dayanayarak şu hususu yönelttim: "Muhterem ağabey. Siz bana ANAP'ın propagandasını yapıyor, bu partinin kurucu lideri ve aynı zamanda Başbakan olan Özal'ı göklere çıkarıyor, hatta onunla çok samimi dost ve ahbap olduğunuzu söylüyorsunuz. Peki, sizin bu yaptığınız siyasetçilik olmuyor da, Yeni Asya'nın yaptığı mı siyasetçilik oluyor? Kusura bakmayın ama, benim mantığım, vicdanım bunu hiç, ama hiç kabullenmiyor." Bizim bu tarz mukabelemizden sonra, muhterem ağabeyimiz, sohbetin bittiğini, artık ne söylerse bir faydasının olamayacağını ifade ederek son noktayı koydu. Bu hadise ve bu hatıra, esasında boylu boyunca siyasetin içinde olsa bile, yine de kendisini değil, Yeni Asya'yı "siyasetçi" görenleri tarif için, tipik ve çarpıcı bir örnektir. * * * Bizim zaman zaman "Ahrar–Demokrat çizgi"den söz etmemiz sebebiyle, bazı okuyucularımızdan da şu tarz mesajlar alıyoruz: "Yahu kardeşim, sen diyorsun hâlâ... Görmüyor musun, Demirel bile yamuldu, Cindoruk da yamuk adam. Sen tutturmuş hâlâ Ahrar–Demokrat diyorsun." Evet, buna rağmen biz yine de "Ahrar–Demokrat" diyoruz. İsterse, (1914–49'daki gibi) bir 35 sene daha gizlensin, biz bu misyonun tekrar dirileceğine ve yeniden uyanacağına inanıyoruz. Zira, Üstad Bediüzzaman da, aynı inanç ve kanaatle 35 sene beklemiş. O halde, bize ne oluyor? Niçin sabırsız, mütereddit, mütekalkıl davranalım ki? Ayrıca, şuna inanıyoruz ki: "Ahrar–Demokrat" çizginin fikrî ve mânevî asıl rehberi/sahibi Hazret–i Bediüazzaman'dır. Diğer şahıslar (yani Prens Sabahaddin, Mizancı Murad, Celal Bayar, Adnan Menderes ve Demirel gibi şahıslar), zaman ve zeminin şartlarına göre ortaya çıkan ve istihdam olunan pratisyenlerdir. Dolayısıyla, Ahrar–Demokrat hareketin başındaki veya yönetim kadrosundaki o şahısların durumu, bizim için yegâne ölçü veya öncelikli kriter değildir. Buna göre, farz–ı muhal olarak, Menderes'in kendisi dahi bu çizgiye ters düşse, bizim siyasî kanaatimiz yine de sarsılmaz, temel düstûrlarımız yine de değişmez. Nitekim, 1950'li yılların sonlarında—bizim de birinci ağızdan dinlediğimiz—şöyle bir hadise yaşanır: İnönü'nün damadı Metin Toker'in çıkardığı AKİS dergisinin tahriklerine kapılan Menderes, DP Emirdağ İlçe Teşkilâtını fesheder. Teşkilât Başkanı, Üstad'ın talebesi Hamza Emek'i de görevden azleder. Olup bitenleri gidip Üstad Bediüzzaman'a arz eden Hamza Emek, orada görüp duyduklarını bize şu şekilde nakletti: "Üstad buyurdu ki: 'Ne demek, azletmek!.. Asıl ben azlederim onu. Bunlar bilmiyorlar, kuvveti nereden aldıklarını...' Üstad, teessür içinde bir müddet bekledi, muhavereye daldı, sonra da başını kaldırıp 'Yok, şimdilik azletmek kalsın' dedi ve elini şöyle ters yüz ederek şunları söyledi: 'Şimdilik durum çok karışık, eğer azledersem, ortalık alt üst olur." (Ayrıca bkz: Son Şahitler–II, s. 424) Not: Kaynak olarak belirttiğimiz aynı eserin 422. sayfasında da, Üstad Bediüzzaman'ın Emirdağlı talebelerine "Kardaşlarım! Sizler gidin benim ve Risâle–i Nur'un bedeline Demokrat Partiye kaydolun" dediği naklediliyor. Ki, aynı sözleri sağlığında bizzat merhûm Hamza Emek'ten dinlemişizdir.
Netice: Risâle–i Nur'un hey'et–i umumiyesinden, Birinci, İkinci ve Üçüncü Said devrelerinin analizinden, saff–ı evvelden olan Nur Talebelerinin hatıratından ve yakın tarihin akış seyrinden çıkardığımız derslerden biri şudur: Siyasetteki Ahrar–Demokrat misyonun asıl temsilcisi, fikren ve mânen nokta–i istinadı, siyaset sahasında da bir vazifesi bulunan Hazret–i Bediüzzaman'dır. Pratikteki liderler ve vazifeliler ise, biri gider diğeri gelir. Gelenler—haliyle zaman ve zeminin şartlarına da bağlı olarak—ne derece ehliyetli, liyâkatlı, Bediüzzaman'a dost ve asıl dâvâya sadâkatli olurlarsa, siyasette de o derece muvaffakiyetli olurlar. Şahısların yamuk olmaları veya yamukluk yapmaları, bizlerin ne yakînini değiştirir, ne de istikametini. Zira, şahıslar geçici, fikriyat ise daimîdir. Liderlerin kalite ve kapasitesi pek mühimdir; ancak, bizler için şahıs yegâne ölçü ve öncelikli kriter değildir. Hal ve hakikat bu merkezde iken, ne yazık ki, bazı dostlarımız bizi hâlâ şahısların özel durumlarıyla yargılayıp, fikriyatımızı da ona göre değerlendiriyorlar. Temenni edelim ki, bundan böyle şahıslar değil de, ana fikirler, temel ölçü ve esaslar baz alınarak değerlendirmeler yapılsın. 15.10.2009 E-Posta: [email protected] |