14 Ekim 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Görüş

Takıntı hastalığı

Çevremizde gördüğümüz sürekli elini yıkayan, banyodan saatlerce çıkamayan insanlar çok mu titizdir, yoksa hasta mıdır? Fişleri, prizleri sürekli kontrol eden, hatta emin olamayıp, tekrar tekrar kontrol eden, bu yüzden de işine geç kalan insanlar çok mu kontrollüdür, yoksa ruhsal bir rahatsızlıkları mı vardır?

Obsesif-kompülsif bozukluk, yani takıntı hastalığı, oldukça sık görülen bir rahatsızlıktır. Kadınlarda daha sık rastlanıyor gibi dursa da, aslında görülme oranı her iki cinste de yaklaşık aynıdır.

Takıntılı kişilikle, takıntı hastalığını ayırt etmek gerekiyor. Temizlik konusunda takıntılı kişilik sahibi olan biri titizdir, evini çok temiz tutmak için uğraşır, ama takıntı hastalığındaki kişi banyodan iki saatten önce çıkamaz, ellerini en az yüz kere yıkar, hatta bu yüzden ellerinin derisi yıpranır. Saatlerce lavabonun başında ellerinin yeterince temizlenmediğini düşünüp, sürekli yıkar. Elini musluğa dokunduğu için tekrar tekrar yıkar. Bu süreç insanın hayat kalitesini de düşürür. Takıntıları yüzünden kendi görev ve sorumluluklarını yapmakta iki kat zorlanır.

Birçok takıntı çeşidinden bahsetmek mümkündür. Meselâ; şüphe ve kontrol takıntılarında kişi sürekli olarak yapıp, yapmadığını kontrol etmekten kendini alıkoyamaz. Ütüyü prizden çektim mi, musluğu kapattım mı diye düşünmekten ve gidip bakmaktan başka bir şey yapamaz olur. Diğer bir takıntı çeşidi de sayma takıntılarıdır. Kişi her şeyi sayar, evleri, arabaları, araba plâkalarını, masanın köşelerini, gömlek düğmelerini ve daha birçok şeyi. Bunu yapmadığı zaman, içinde huzursuzluk yaşar, sanki kötü bir şeyler olacakmış gibi hisseder.

Pislik ve hastalık bulaşma takıntıları, birine zarar vereceğinden, saldıracağından korkma takıntıları da verebileceğimiz diğer örnekler arasındadır. Kişi kontrolünü kaybedip bunları yapacağından korkar.

Takıntı hastası olanların kişilik yapıları da belirgindir. Çok dürüsttürler, verdikleri sözü mutlaka tutmaya çalışırlar. Hayatları siyah ve beyazdan ibarettir, grilere yer yoktur. Bir şey ya doğrudur, ya da yanlıştır. Olayların belli noktalarına takıldıkları için, çoğunlukla bütünü kaçırırlar. Olaylara duygusal yönden bakamazlar. İnsanların başına gelen olaylarda kendi kabahatlerinin olduğunu düşünürler. Meselâ; bir trafik kazası için, acımak, üzülmek yerine, dikkat etseydi olmazdı diye yorumlarlar.

Takıntı hastalığının günümüzde tedavisi mümkündür. Diğer tıbbî rahatsızlıklarımız için nasıl doktora gidiyorsak, psikolojik sorunlarımız için de mutlaka profesyonel yardım almalıyız.

Psikolog&Psikoterapist

[email protected]

BANU YAŞAR

14.10.2009


Yeni bir günün getirdikleri

Sabahın aydınlığı, yaşlı insanların yeni bir güne, yeni bir dünyaya şevkle, neşeyle başlamaları için bir ümit ışığıdır. Gecenin kasvetli yalnızlığından ve kederli ıssızlığından doğan ağrıların, tasaların, iniltilerin, uykusuzlukların, hafakanların sona ermesi şafak söktükten sonra başlar. Sabah ezanının her tarafa mutluluk saçarak yansımaları, gönüllere bir müjde gibi yansır. Dünyadaki güzellikleri, renkleri, çiçekleri kendi rengiyle göremeyen, her tarafa dumanlı bakan insanların dünyası, güneşin dalga dalga ısısı ve aydınlığının mutluluk saçtığı gibi İslâmiyet güneşi de küfrün, imansızlığın boğucu karanlıklarında bunalan insanlara iki cihanda da müjdeler, mutluluklar reçetesi sunmaktadır...

Sabahın erken saatlerinde huzurevinde olmak, yaşlılara selâm vermek, ziyaret etmek farklı, tatlı ve zengin bir hizmet atmosferinde olmak çok güzel. Selâm verdiğiniz, konuştuğunuz insanların gözlerindeki parıltı, yüzlerindeki tebessüm, dillerindeki muhabbet, çok net şekilde, sizlerin iç dünyanıza, ruhunuza yansıyor. Uzun ömürlü yaşlılığa, hastalıklara, sakatlıklara, çaresizliklere, takatsizliğe rağmen gülümseyebilmek, şükür, tevekkül ve teslimiyet içinde Allah sevgisi ile iç içe yaşamaları, devayı, teselliyi O’ndan beklediklerini ifade etmelerinde, insanlar için özellikle gençler için, çok dersler ve ibretler var.

Bu ziyaretlerde her türlü muhabbetler, gözlemler, tecrübeler, hareketler gözünüze çarpar ve sizi düşündürür. Önünden geçtiğim halde gözleri görmeyen teyzelerin ellerindeki tesbihlerde hareketlilik ve dudaklarındaki kıpırdamalardan elde edilen feyizler, faziletler, duâların, sevapların yerini yalan dünyanın hangi matahı doldurabilir.

“ .....ve ehl-i imanın en ziyade hürmet ve merhamete lâyık âciz, hasta ihtiyarlar; ve onların içinde şefkat ve muhabbete en ziyade lâyık ve müstehak bulunan akrabalar; ve akrabaların içinde de en hakikî dost ve en sâdık sevgili olan peder ve vâlide, ihtiyarlık hâlinde bir hânede bulunsa, ne derece berekete sebep ve rahmete vâsıta hem de ‘Beli bükülmüş ihtiyarlarımız olmasaydı, belâlar sel gibi üstünüze dökülecekti’ hadisinin sırrıyla ne derece musîbetlerin def edilmesine sebep olduklarını sen kıyas eyle.” 1

Bu ziyaret esnasında Osman Amcanın odasına girdim. Sabahın aydınlığının yansımaları onun odasını da sarmış. Sabah temizliği yapılmış, oda ve yatak havalandırılmış ve düzenlenmiş, şahsî temizliği bitmiş, koltuğunda oturuyordu. Etejerin üzerinde bir paket bisküvi ile bir tane de soğan vardı. Soğanı elime aldım. O, önce gülümsedi, benim “Bunun burada ne işi var?” dememi bekledi. “İşte hayat böyledir” dedim. “Bu acı, şu tatlı; ikisi birlikte akıp gider hayatta” diye de ekledim. “Yaşadığımız dünyada hiç acı, elem, keder, hastalık, musîbet olmasa ne olurdu acaba?” şeklinde bir soru sordum. O söze devam etti. Zaten benim isteğim de onu konuşturup dinlemekti:

“O zaman hayatın, yaşamanın hiç tadı, tuzu olmazdı. Çok musîbetler, sıkıntılar çekmeme rağmen ben halime çok şükür ediyorum. Musîbetler geçer gider, insanları olgunlaştırır, sabredenlere çok sevaplar, hayırlar kazandırır. Emeksiz yemek olmaz. Eskiden insanlar dergâhlara gittiklerinde olgunlaşmak, manevî mertebe kazanmak için, çilehaneye girermiş. Aç susuz, ışıksız yerde tek başına kalarak sıkıntı çekerek günahlardan arınırmış. Ondan sonra manevî mertebelerin yolları açılırmış. Hayatın tadı, tuzu dedim de aklıma geldi: Eskiden bir padişah çocukları toplamış ve onlara sormuş ‘beni ne kadar seviyorsunuz?’ diye. Herkes bir şey söylemiş; kimi bal kadar, kimi şeker kadar vb. Bir kızı da ‘babacığım seni tuz kadar seviyorum’ demiş. Padişah ona içerlemiş, ‘tuz acıdır, demek ki beni sevmiyorsun’ demiş kızına. Kızı, babasına iki kap yemek yapıp gelmiş. Birine tuz atmış, diğerine hiç tuz atmadan getirmiş, babasına ikram etmiş. Tuzsuz yemekten bir kaşık alan padişah kızına çıkışmış, ‘nedir bu tatsız yemek?” demiş. Kızı da ‘tuzun yemekler için önemli olduğu gibi, sen de bizim için çok önemlisin, seni çok seviyorum’ diye babasına sevgisini ifade etmiş.

İnsan hiçbir zaman iyiden, doğrudan ayrılmamalı. Allah her darda kalana yardım eder. Komşumuzun ekininde hayvanlarını yayan bir çocuğu azarladım, hayvanları da kendim tarladan çıkardım. Çocuk eve gidip beni abartarak şikâyet etmiş. Çocuğun ağabeyi, genç delikanlı geldi bana çattı. Ben kötülük düşünmediğim için hazırlıksızdım. Kavga başladı. Arkasından gelen akrabaları ile beni döveceklerini anlayınca başladım kaçmaya. 7-8 kişi taş atıyordu. Hiçbirisi bana isabet etmeği için kaçabiliyordum. Babaları Bayramoğlu ters istikametten bana yaklaştı. ‘Onu alt edip kaçmalıyım’ diye bir taş attım. Karnına isabet etti ve yere düştü. ‘Öldü öldü!’ diye bağırış sesleri geliyordu arkalardan. Eve kaçtım, hâlâ takip ediyorlardı. ‘Evin arka bahçesinden, artık adam da öldüğüne göre, dağa kaçmalıyım’ diye silâhı alıp dağ yoluna, ormanlığa giderken önüme geçen birisini oturup bekledim. Silâhla ateş etmeyi düşündüm. İyice yaklaşınca bir taş attım ayağına isabet etti. Olduğu yerde kaldı. Arkadan, ağabeyi, atla beni jandarmaya şikâyet etmeye giderken, ‘bu da üçünçü kurban olsun’ diye ona da bir el silâh attım, isabet etmedi. Ağabeyim bana yetişti, ‘ateş etme!’ diye ikaz etti. Ben de ateş etmekten vazgeçtim. Beni köye götürdü. O sırada köyde bulunan Dumlupınar’ın Nahiye Müdürü olayı baştan sonuna kadar görmüş, bir film gibi izlemiş. Beni huzuruna çağırdı ve tutanak tuttu. ‘Öldü’ dedikleri adam da sonradan toparlanıp kalkmış. Jandarma başçavuşu geldi, beni çağırttı, onlara ‘şikâyetçi olduğunuz şu çocuk mu?’ diye sordu. Onlara, ‘bu kadar insan bu çocuktan mı şikâyetçi?’ diye sordu. Nahiye Müdürü Zabıt tutmuş. Bizim yapacağımız bir şey yok. ‘İlla şikâyet etmek isterseniz şu yol Kütahya’ya gider, git savcıya derdini anlat’ dedi, ayrıldı....

Ben başka bir vatandaşın ekini için başıma belâ buldum. Doğruluğum sayesinde çok şükür Cenâb-ı Allah beni hapse girmekten ve katil olmaktan kurtardı. Ziya Paşanın bir şiiriyle bitirelim:

İnsana sadakat yaraşır görse de ikrah;

Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah (cc)

Dipnot:

1. Said Nursî, Mektubat, 21. Mektup.

MUZAFFER KARAHİSAR

14.10.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.