Basından Seçmeler |
Asimetrik...
Tahra nedir biliyor musunuz? Ben bilmiyordum, dün akşam öğrendim. Tahra, “bir tür eğri budama bıçağı” imiş. Yani hemen aşağıda fotoğrafını gördüğünüz, benim gibilerinin ilk bakışta “bir tür orak” diyeceği kesici alet. Bu alet, öldüğü gün Ceylan’ın elindeymiş. Annesi, babası öyle anlatıyor. Ceylan, annesinden makarna yapmasını istemiş ve yemeğe dönmek üzere, tahrasını alıp koyunlar için ot kesmeye çıkmış, Beş dakika sonra büyük bir gürültüyle parçalarına ayrılmış küçük kızın vücudu... Uzuvları, iç organları, etleri dört bir yana dağılmış. Tarih, 28 Eylül 2009. Yer Lice, Şenlik Köyü, Hambaz Mezrası... O gün, bir taburla iki karakolun çevrelediği mezraya “güvenli değil” diye gitmeyen devlet.. O gün, Ceylan’ın öldüğü yerde resmî rapor tutmayan devlet... O gün, annesinin eteklerinde taşıdığı ceset parçaları üzerinde, ehliyetsiz kişilere karakolun kapısında alelacele otopsi yaptırtan devlet... Ve yine o gün, küçük kızın hayatının hesabını soracak kimselerin çıkmayacağına güvenen, Ceylan’ların sessizliğinin bozulmayacağını varsayan devlet... Bozulmaz sandığı sessizlik bozulunca, varlığını belki de unuttuğu bir vicdan susmayıp, “Ceylan’ı kim öldürdü” diye inatla sorunca, o devlet de daha fazla susamadı... Aradan on beş gün geçtikten sonra nihayet dün akşam konuşmak zorunda kaldı. Ve neler dedi neler! Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı'ndan yapılan açıklamada, “bilirkişiler” tarafından düzenlendiği belirtilen bir rapora atıfla, Ceylan’ı kimin öldürdüğü açıklandı. Meğer Ceylan’ı, Ceylan öldürmüş! Meğer Ceylan elindeki tahrayı mermiye vurmuş! Ne mermisi diyeceksiniz? 40 milimetrelik bombaatar mermisiymiş... Ama ne hikmetse, ne zaman atıldığı, menşei ve modeli tesbit edilemiyormuş merminin. Ve “bilirkişilerin kanaatine göre, o mermi orada, tam da Ceylan’ın ot kestiği yerde öylece duruyormuş... Zira bu tür mühimmat atılınca düştüğü yerde patlamazmış bazen, öylece dururmuş. Velhasıl, “bilirkişiler” şuna hükmetmişler: Bundan belirsiz süre önce, kimliği belirsiz birisi, menşei ve modeli belirsiz bir bombaatarı, belirsiz bir nedenle Hambaz Mezrası’na ateşlemiş... Bombaatarın 40 milimetrelik mermisi mezranın ortasına düşmüş... Ve belirsiz bir nedenle patlamamış... Belki de Ceylan’ı beklemiş. Ceylan, on beş gün önce, ot kesmeye çıktığında bulmuş o mermiyi. Artık, ya otların arasında görüp “bu da nedir” diye merak ettiğinden elindeki tahrayla şöyle bir dokunmuş... Ya da görmemiş; çalılara savuruyorum derken tahrasını mermiye vurmuş... Ve mermi patlamış. Ve Ceylan parçalanmış, Yani, kimseler Ceylan’ı hedef almamış. Ceylan kendisini vurmuş. Dolayısıyla da, kimliği belirsiz “bilirkişiler” raporlarının sonunda şöyle buyurmuşlar: ‘Tüm bu hususlar ışığında Ceylan önkol’un menşei ve modeli tesbit edilemeyen, daha önce araziye atılmış ancak patlamadan kalmış 40 mm’lik bombaatar mühimmatına elindeki tahra ile vurarak patlaması neticesinde hayatını kaybettiği kanaatine varıldı...” “Bilirkişilerin bu kanaati dün akşam Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığından sonra, İçişleri Bakanı Beşir Atalay tarafından da basına aktarıldı. Benim, Bakan Atalay’ın ciddiyetine ve iyi niyetine samimi bir inancım var. Ama aynı samimiyetle söylemeliyim ki, ben bu “bilirkişi” raporuna inanmıyorum. Çünkü devletin (yani ordunun ve, evet, hükümetin) Ceylan’ın öldüğü gün yapması gerekenleri yapmadığını biliyorum. Çünkü devletin, titiz bir soruşturmanın gerektirdiği hassasiyeti göstermediğini düşünüyorum. Çünkü devletin, olay yeri incelemesini de, delil toplanmasını da, otopsiyi de kuralına uygun şekilde gerçekleştirmediği yönündeki birinci elden tanıklıklar, bu raporun doğruluğu konusunda çok ciddi kuşkular veriyor bana. Çünkü ben, Ceylan’ın yirmi yaşındaki ablası Sibel Önkol’un kız kardeşinin ölümünden hemen sonra anlattıklarını biliyorum: “Köylülerle birlikte Hambaz Mezrası’na gittiğimizde, Ceylan’ın cesedi yerdeydi. Ama sadece elleri ve yüzü duruyordu. Üzerine kapandım.” Ve ben, elindeki tahrayı bombaatar mermisine vurup patlattığı “bilirkişilerce söylenen Ceylan’ın, ellerinin de tıpkı fotoğraftaki tahrası gibi parçalanmamasına birtürlü anlam veremiyorum. Elleri sağlam, tahrası sağlam Ceylan’ın nasıl olup da gövdesinin orta yerinin koptuğunu anlayamıyorum... Karnına bir roket ya da bir bomba isabet etmişçesine, iç organları paramparça olan bir küçük kızın ölümünü, “elindeki tahrayı mermiye vurdu” cümlesiyle açıklamak pek mantıklı gelmiyor bana. Özür dilerim ama ben Ceylan konusunda devletin dürüst davrandığına inanmıyorum. Genelkurmay’ın, “Ceylan niye öldü” diye soranları suçlayıp sindirmek adına, hiç utanmaksızın söylediği manada olmasa bile, “asimetrik bir savaş” sürdürüldüğü hissine ben de kapılıyorum doğrusu. Bir yanda, havan toplarıyla, uçaksavar bataryalarıyla, roket ve bombaatarlarla çevrelediği bir mezrada doğru dürüst inceleme yapmadan, “Ceylan kendisini öldürdü” diyerek işin içinden çıkmaya çalışan bir devlet var... Diğer yanda, Ceylan’ın hayretle, sorarak bakan gözleri; bir daha hiç bakamayacak da olsalar, vicdanlarımıza sormayı sürdürecek olan o masum gözleri... Asıl asimetrik savaş bu, tarafları da bunlar bence. Yasemin Çongar, Taraf, 13.10.2009 |
14.10.2009 |
Erkek olsan, çoktan vurulmuştun!
Lube Ayar genç bir gazetecidir... Başarılıdır... Sıkı haberlerin altında imzası vardır... Bir gün savcılığa çağrılır. Elan Ergenekon davasında tutuklu bulunan ve çete suçlarından hüküm giymiş bir şahısla ilgili bir haber yapmıştır. Savcı, bu şahısla ilgili yaptığı haberlerin neredeyse tamamına dava açtığı için, Lube Ayar bu çağrıyı “rutin bir davet” olarak düşünür. Bağcılar Adliyesi’nde, basın işlerine bakan savcının odasına girer. Odanın duvarlarını birtakım siyasi semboller ve “bozkurt resimli takvim” süslemektedir. Savcı, elindeki şikâyet dilekçesini ve dilekçeye eklenen gazete kupürünü uzatır. Kupürde, Lube Ayar’ın fotoğrafının üzeri çizilmiştir. Bunun ne anlama geldiğini savcı elbette bilmektedir. Gazetecinin de bilmesini istemektedir. Kupürü gösterdikten sonra şöyle der: “Lube, bu adamlarla ilgili yazma artık. Bak sen erkek olsan çoktan vurulmuştun ha!” Düşünebiliyor musunuz? Devletin savcısı, “Bu üzeri çizili resim de ne oluyor? Bu apaçık tehdittir. Bu konu hakkında derhal soruşturma başlatmalıyım!” demiyor da, görevini yapan gazeteciyi uyarıyor: “Bak, erkek olsan çoktan vurulmuştun ha...” (Konunun tafsilatını, “t24.com.tr” adlı internet sitesinden okuyabilirsiniz.) Bu savcı kim mi? Bu savcı Şamil Tayyar’ın savcısı... Bu savcı Bülent Ersoy’un, Hülya Avşar’ın, İpek Çalışlar’ın savcısı... Bu savcı Abdurrahman Dilipak’ın, Vakit gazetesinin savcısı... Bu savcı Star gazetesinin, Zaman gazetesinin savcısı... İsmi Ali Çakır. Son yıllarda (Şamil Tayyar’da olduğu gibi), bende de bir refleks gelişti. Ne zaman gazeteye dava açılsa, merakıma yenilerek soruyorum: “Bakın bakalım, Ali Çakır mıymış?” Bakıyorlar. Evet, Ali Çakır... Bu refleksi edinmemin nedeni, yine Ali Çakır’dır. Bir gün Şanar Yurdatapan ve arkadaşlarıyla birlikte, Bağcılar Adliyesi’ne, Abdurrahman Dilipak’ın bir duruşmasını izlemeye gitmiştik. Ali Çakır’ı ilk orada gördüm... Kelimenin tam anlamıyla, tırstım... Neredeyse düşmanca bakıyordu etrafına. Esas hakkındaki mütalaası da son derece korkutucuydu. Bir süre sonra Bakırköy Adliyesi’ne gönderildiğini öğrendim, korkum daha da arttı. İpek Çalışlar’ın “Latife”sine dava açıldığını öğrendiğimde, refleksle sormuştum: “Ali Çakır mı?” Elbette Ali Çakır... Bülent Ersoy’u da boş geçmemişti... “Kürt anaların durumuna üzüldüğünü” beyan eden sanatçı hakkında dava açmıştı. Hep de netameli zamanlarda, netameli konularda ortaya çıkıyordu. Ergenekon örgütü hakkında haber yapan neredeyse her gazeteye, her gazeteciye dava açtı. Şamil Tayyar’a ağır bir ceza verdirdi. Hülya Avşar hakkında “açılım soruşturması” başlatıldığını öğrendiğimde Tophane’de oturuyordum. Hemen gazeteyi aradım. “Bakın bakalım, soruşturmayı açan savcı Ali Çakır mıymış?” Baktılar. Elbette Ali Çakır... Şimdi öğreniyoruz ki, Ergenekon sanığı olan Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Başkanı Taner Ünal’ın yardımcısı Ahmet Cinali’nin telefonundan, Vali olduğu söylenen biriyle konuşuyor. Vali’ye kendisini “Bağcılar basın savcısı” olarak tanıtıyor ve kendisine bağlı 20-22 mevkute bulunduğunu söylüyor... Vali’nin, “Heh heh... Mevkutelerin canına okuyorsunuzdur değil mi savcım?” sorusu üzerine de şöyle diyor: “Biraz okumaya çalışıyoruz...” İşte size Ali Çakır... Ne diyeceğimi bilemiyorum. En iyisi bir şey dememek, yorumu kamuoyuna bırakmak... Bundan sonrasını, Ali Çakır’ı bunca yıl meslekte tutan ve Bakırköy’e gönderen “bağımsız” HSYK düşünsün. Ahmet Kekeç Star, 13.10.2009 |
14.10.2009 |