H. İbrahim CAN |
|
AB İlerleme Raporu: İlerlemeye devam edin |
Avrupa Birliği Komisyonunun 2009 yılı Türkiye İlerleme Raporu dün açıklandı. Rapor genel olarak olumlu. Demokratik açılım, Ermenistan’la ilişkilerin iyileştirilmesi, hükümetin gerçekleştirdiği reformlar rapordaki olumlu başlıkları oluşturuyor. TRT Şeş’in yayına girmesi, askerî mahkemelerin yeniden yapılandırılması çabaları, Ceza Kanunu değişikliği sayılan olumlu adımlar arasında. Raporda demokratik açılımın içinin doldurulması ve toplumsal mutabakat sağlanmasının önemine dikkat çekiliyor. Ancak muhalefetin bu kadar kesin bir tavırla karşı çıktığı, Kürt ve Türk kökenli vatandaşlarımızın yaralarının bu kadar taze olduğu bir konuda, toplumsal mutabakatın sağlanması, söylendiği kadar kolay bir husus değil. Raporda Ergenekon davasının Türk demokrasisi ve sivil-askerî makamlar arasındaki ilişkiler açısından büyük bir test olduğu vurgulanıyor. Raporda sayılan olumsuzlukların en başta gelen Güney Kıbrıs yönetimine Türk limanlarının açılmaması. Verilen sürenin sona erdiği de belirtilen raporda, Avrupa Birliği’nin Kıbrıs’taki Annan Planı oylamasında Türk kesiminin olumlu tavrı dolayısıyla verdiği sözleri tutmamasına hiç yer verilmiyor. Aksine Akdeniz’de Rum kesiminin petrol aramasına Deniz Kuvvetlerimizin engel olması eleştiriliyor. Bu çifte standart Avrupa’nın artık alıştığımız tavırlarından. Diğer olumsuz hususlar arasında ise Heybeliada Ruhban Okulu’nun henüz açılmamış olması, patrikhanenin ekümenik statüsünün tanınmaması ve dinî azınlıkların haklarında sorunlar yaşanması yer alıyor. Aslında Heybeliada Ruhban Okulu ile Patrikhanenin ekümenik sözde ekümenik statüsü arasında bağlantı kurulması ilginç bir husus. Lozan Antlaşması'nda yer alan hükmün aksine, Ruhban Okulu’nun yalnızca Türkiye’deki azınlığın dinî ihtiyaçları için değil, bütün dünyaya din adamı yetiştirmek amacıyla ve ekümenliğin bir aracı olarak açılmak istendiğini ortaya koyuyor. Raporda ayrıca Hakimler Savcılar Yüksek Kurulunun bağımsızlığına kavuşamaması, asker-sivil ilişkileride AB standartlarına ulaşılamaması da eleştiriliyor. Rüşvet, işkence ve Kürtler ve kadınlar dahil belli grupların haklarının kullanımı konusundaki sıkıntılar kaygı verici hususlar olarak belirtiliyor. “Aile içi şiddet, namus cinayetleri ve erken yaşta zorla evlilikler hâlâ ciddî bir sorun olmayı sürdürüyor” deniliyor raporda. Ekonomik ve siyasal reformların hızlandırılması da raporun tavsiyelerinin başında yer alıyor. İfade ve basın özgürlüğünün korunması için daha fazla çaba gösterilmesi de bir başka tavsiye edilen husus. Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye ilişkin bu değerlendirmeleri, maalesef Fransa ve Almanya başta olmak üzere bir çok AB üyesi ülkenin Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkmaları yüzünden pek anlam ifade etmiyor. Aynı dönemde hazırlanan Hırvatistan raporunda ise, bizimle birlikte 2005 yılında müzakerelere başlayan Hırvatistan’ın gelecek yıl Birliğe girmeye hazır olacağı ve giriş anlaşmasının hazırlanması gerektiği belirtiliyor. Görülen o ki; Avrupa Birliği’ne giriş serüvenimiz, ‘artık girmemize gerek kaldı mı?’ sorusunu soracağımız bir tarihe kadar sürecek. O zamana ulaşıldığında Avrupa Birliği’nin halen hayatta olup olmayacağını, bizim de hâlâ girmeye isteğimiz kalıp kalmayacağını zaman gösterecek.
*Bu yazı yazılırken henüz rapor elime ulaşmadığından, Reuters ve NTV’nin ayrıntılı özetleri esas alınmıştır. 15.10.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Gazete ve siyaset (2) |
—Dünden devam—
Kendisi siyasetin hangi kademesinde olursa olsun, yine kendisini değil de bizi "siyasetçi" gören dostlarımız var. Bizzat görüp şahit olduğum için söylüyorum: Muhatabımız, bir partiye fena halde bağlıdır. Üstelik partiye resmen kayıtlıdır. İl veya ilçe yönetimindedir. Hatta başkanlık makamındadır. Dahası belediye başkanı, ya da milletvekili adayıdır. (Belediye veya hükümet ihalelerinden nemalananları saymıyoruz bile.) Buna rağmen, muhatabımız tutar yine bizi "siyasetçilik" yapmakla, "tarafgir" davranmakla itham eder. Geçen gün, iktidardaki AKP adına bu mânâda bir ithama mâruz kalınca, birden yıllar önceki bir hatıra canlandı hafızamda. Yıl 1985'in ikinci yarısı. Üniversiteden henüz yeni mezun olmuşum. Aynı zamanda Yeni Asya'da çalışmaya devam ediyorum. Zengin, itibarlı, tanınmış firma sahibi muhterem bir ağabeyimizin işyerinde çaylar eşliğinde başbaşa sohbet ediyoruz. Okul hayatında çalıştığım Yeni Asya'da mezuniyetten sonra da çalışmaya devam ettiğimi öğrenince, beni bundan caydırmaya yönelik şöyle bir teklifte bulundu: "Yazık; üzüldüm inanki. Oradaki işlerin çoğunu tahsilsiz, hatta çoluk–çocuk seviyesindeki kişiler bile görebilir. Dolayısıyla, senin gibi yüksek tahsilini tamamlamış, kabiliyetli, istikbâl vâdeden bir kardeşimin orada çalışmaya devam etmesine gönlüm razı olamıyor... İyisi mi, gel seni emniyet teşkilâtına alalım. Altı aylık bir eğitim devresinden sonra, üniversite mezunları il emniyet müdürü olabiliyorlar. Bu konuda sana güvence verebilirim. Üç büyük vilayet hariç, nereyi istersen oranın emniyet müdürü olabilirsin. Ben kefilim, senin tayinini çıkarttırırım. Benim Turgut Beyle (Başbakan Özal) samimiyetim var. Onunla eskiden beri dostuz, halen de özel görüşmelerimiz oluyor. Bizi kırmaz, senin tayin meselende hiçbir zorluk olmaz." Muhterem ağabeyimiz bunları söyledikten sonra, şu tuhaf çekincesini eklemeyi de ihmal etmedi: "Bak kardeşim. Birşey daha var. Biz sana bu yardımları yaparız. Fakat, sen siyasetçi olmayacaksın. Yeni Asya, bizim nazarımızda siyasetçidir. DYP'ye destek çıkıyor. O parti öldü, bir daha da dirilmez. Şimdi artık ANAP var, Özal var. İstikbâl burada, mâşerî vicdan burada..." Değerli büyüğümüzün burada sözünü bilmecburiye kestim ve daha fazla dayanayarak şu hususu yönelttim: "Muhterem ağabey. Siz bana ANAP'ın propagandasını yapıyor, bu partinin kurucu lideri ve aynı zamanda Başbakan olan Özal'ı göklere çıkarıyor, hatta onunla çok samimi dost ve ahbap olduğunuzu söylüyorsunuz. Peki, sizin bu yaptığınız siyasetçilik olmuyor da, Yeni Asya'nın yaptığı mı siyasetçilik oluyor? Kusura bakmayın ama, benim mantığım, vicdanım bunu hiç, ama hiç kabullenmiyor." Bizim bu tarz mukabelemizden sonra, muhterem ağabeyimiz, sohbetin bittiğini, artık ne söylerse bir faydasının olamayacağını ifade ederek son noktayı koydu. Bu hadise ve bu hatıra, esasında boylu boyunca siyasetin içinde olsa bile, yine de kendisini değil, Yeni Asya'yı "siyasetçi" görenleri tarif için, tipik ve çarpıcı bir örnektir. * * * Bizim zaman zaman "Ahrar–Demokrat çizgi"den söz etmemiz sebebiyle, bazı okuyucularımızdan da şu tarz mesajlar alıyoruz: "Yahu kardeşim, sen diyorsun hâlâ... Görmüyor musun, Demirel bile yamuldu, Cindoruk da yamuk adam. Sen tutturmuş hâlâ Ahrar–Demokrat diyorsun." Evet, buna rağmen biz yine de "Ahrar–Demokrat" diyoruz. İsterse, (1914–49'daki gibi) bir 35 sene daha gizlensin, biz bu misyonun tekrar dirileceğine ve yeniden uyanacağına inanıyoruz. Zira, Üstad Bediüzzaman da, aynı inanç ve kanaatle 35 sene beklemiş. O halde, bize ne oluyor? Niçin sabırsız, mütereddit, mütekalkıl davranalım ki? Ayrıca, şuna inanıyoruz ki: "Ahrar–Demokrat" çizginin fikrî ve mânevî asıl rehberi/sahibi Hazret–i Bediüazzaman'dır. Diğer şahıslar (yani Prens Sabahaddin, Mizancı Murad, Celal Bayar, Adnan Menderes ve Demirel gibi şahıslar), zaman ve zeminin şartlarına göre ortaya çıkan ve istihdam olunan pratisyenlerdir. Dolayısıyla, Ahrar–Demokrat hareketin başındaki veya yönetim kadrosundaki o şahısların durumu, bizim için yegâne ölçü veya öncelikli kriter değildir. Buna göre, farz–ı muhal olarak, Menderes'in kendisi dahi bu çizgiye ters düşse, bizim siyasî kanaatimiz yine de sarsılmaz, temel düstûrlarımız yine de değişmez. Nitekim, 1950'li yılların sonlarında—bizim de birinci ağızdan dinlediğimiz—şöyle bir hadise yaşanır: İnönü'nün damadı Metin Toker'in çıkardığı AKİS dergisinin tahriklerine kapılan Menderes, DP Emirdağ İlçe Teşkilâtını fesheder. Teşkilât Başkanı, Üstad'ın talebesi Hamza Emek'i de görevden azleder. Olup bitenleri gidip Üstad Bediüzzaman'a arz eden Hamza Emek, orada görüp duyduklarını bize şu şekilde nakletti: "Üstad buyurdu ki: 'Ne demek, azletmek!.. Asıl ben azlederim onu. Bunlar bilmiyorlar, kuvveti nereden aldıklarını...' Üstad, teessür içinde bir müddet bekledi, muhavereye daldı, sonra da başını kaldırıp 'Yok, şimdilik azletmek kalsın' dedi ve elini şöyle ters yüz ederek şunları söyledi: 'Şimdilik durum çok karışık, eğer azledersem, ortalık alt üst olur." (Ayrıca bkz: Son Şahitler–II, s. 424) Not: Kaynak olarak belirttiğimiz aynı eserin 422. sayfasında da, Üstad Bediüzzaman'ın Emirdağlı talebelerine "Kardaşlarım! Sizler gidin benim ve Risâle–i Nur'un bedeline Demokrat Partiye kaydolun" dediği naklediliyor. Ki, aynı sözleri sağlığında bizzat merhûm Hamza Emek'ten dinlemişizdir.
Netice: Risâle–i Nur'un hey'et–i umumiyesinden, Birinci, İkinci ve Üçüncü Said devrelerinin analizinden, saff–ı evvelden olan Nur Talebelerinin hatıratından ve yakın tarihin akış seyrinden çıkardığımız derslerden biri şudur: Siyasetteki Ahrar–Demokrat misyonun asıl temsilcisi, fikren ve mânen nokta–i istinadı, siyaset sahasında da bir vazifesi bulunan Hazret–i Bediüzzaman'dır. Pratikteki liderler ve vazifeliler ise, biri gider diğeri gelir. Gelenler—haliyle zaman ve zeminin şartlarına da bağlı olarak—ne derece ehliyetli, liyâkatlı, Bediüzzaman'a dost ve asıl dâvâya sadâkatli olurlarsa, siyasette de o derece muvaffakiyetli olurlar. Şahısların yamuk olmaları veya yamukluk yapmaları, bizlerin ne yakînini değiştirir, ne de istikametini. Zira, şahıslar geçici, fikriyat ise daimîdir. Liderlerin kalite ve kapasitesi pek mühimdir; ancak, bizler için şahıs yegâne ölçü ve öncelikli kriter değildir. Hal ve hakikat bu merkezde iken, ne yazık ki, bazı dostlarımız bizi hâlâ şahısların özel durumlarıyla yargılayıp, fikriyatımızı da ona göre değerlendiriyorlar. Temenni edelim ki, bundan böyle şahıslar değil de, ana fikirler, temel ölçü ve esaslar baz alınarak değerlendirmeler yapılsın. 15.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
“Demokratik açılım” ve Bediüzzaman |
İktidarın yürüttüğü demokratik açılımın başarıya ulaşması, Bediüzzaman’ın tavsiyelerini dinlemesi ve öngörülerini dikkate alması derecesindedir. Neden? Zira, hürriyet imanın özelliğidir. Hak ve hürriyetlerin kaynağı Kur’ân’dır, Sünnet-i Seniyye’dir. Bin yılı aşkındır Müslüman olan ve İslâmiyet genlerine işleyen ve onun bayraktarlığını yapan bu milletin psiko-sosyolojik altyapısı iman, Kur’ân ve İslâmiyetle binâ edilmiştir. Şu halde bu millet, ancak Kur’ân ve Sünnet’in tarif ettiği bir hürriyete, demokrasiye ve açılıma sahip çıkar. Hürriyetin imanın özelliği, hakların kaynağının Kur’ân ve Sünnet olduğunu ispat edip izah eden, Bediüzzaman Said Nursî’dir. Şu halde, onu topluma anlatmalı, tanıtmalı ve eserlerini okutmalı. İktidar, demokratik açılımı Bediüzzaman’ın öngörülerine göre mi yürütüyor; yoksa “statükonun, derin bürokrasinin” veya “dış mihraklar üflemesi”ne göre mi? Bediüzzaman Said Nursî, 100 sene önce, hak ve hürriyetler meselesini çözmüştü. Muhterem bir yazarımız, “İslâm toplumu ve demokrasi” başlıklı yazısında, “İSLAMIC Foundation Başkanı, Pakistanlı ilim adamı Prof. Hurşid Ahmed’in” görüşlerini değerlendirirken, onun “Batı demokrasisinin hasta ve İslâm demokrasisinin mümkün olduğunu” söylediğini nakleder. Ve ilâve eder: “İslâm demokrasisinin üzerine gelin düşünelim, gelin tartışalım...”1 Halbuki, Bediüzzaman, “demokrasi, hürriyet, insan hakları, âile, sosyal hayat, İslâm âleminin problemleri ve kurtuluş reçetesi, iman, İslâm, insan...” dahil, her konuda, orijinal teşhisler, tesbitler, çâreler, değerlendirmeler sunmuştur. Pakistan’a, Hindistan’a, Çin’e-Maçin’e, İngiltere’ye, Ahmed’e, El-Efendi’ye gitmeden önce Bediüzzaman Said Nursî’ye gitmeliyiz! Hem bizim için, hem bu ülkenin insanları için büyük bir ayıp değil mi? Bediüzzaman, 100 sene önce, “İslâmî demokrasi, hürriyet ve insan haklarını” gayet beliğane ifâde etmiş, Kur’ânî delillerini göstermiş. Başta Münâzarât olmak üzere çeşitli eserlerde bu mevzuları ele almış ve “Siyaset tabiblerine bir reçetedir” diye sunmuş! Nur talebeleri, bu eserleri sohbetlerde, gazete, dergi, radyo ve benzeri zeminlerde şerh ediyor, izah ediyor, yazıyor, çiziyor… Buna rağmen ne yazık ki, iktidar ile çevreleri, hâlâ resmî söylemlerin, statükonun ve derin mahfillerin peşine takılmış… Eğer samimi iseler, Münâzarât’ı, Emirdağ, Kastamonu Lâhikalarını, Şuâları nazara almalı, okumalı, okutmalı, gündeme getirmelidirler. Esasında iktidar ve çevresinin böyle davranmasını bir derece anlamak mümkün. Zira, bir asırdır, “Demokrasi, AB karşıtlığı” ile hareket ede gelmişler, düşünceleri bu eksende yoğrulmuş. Meseleleri siyasetle çözeceğine inanmışlar. Halbuki Bediüzzaman, Risâle-i Nur mesleğinde, hak ve hürriyetler dahil, başarıya ulaşmanın, problemleri çözmenin; maddî güç, siyaset, iktidar yoluyla değil, Kur’ân nurları, iman yolu ve ihlâsla yapılacağını ısrarla vurgular. Yani, Kur’ân ve hadîsçe haber verilen, her tarafı kasıp kavuran “deccalizm, süfyanizm ve ifsat komitelerinin” fitnelerinin, siyasetle değil, ancak imân ve Kur’ân nurlarıyla durdurulabileceğinin şuuruyla hareket etmek2 gerektiğini söyler. Müstebit resmî ideolojiye, baskıcı sisteme ve ifsat komitelerine şiddetle muhalefet eder.
Dipnot: 1- Ahmet Taşgetiren, Yeni Şafak, 8 Aralık 1997.; 2- Tarihçe-i Hayatı, s. 233. 15.10.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
“Sen onun dedesi olacaksın!” |
Yemen hükümdarı Seyf bin Ziyezen Abdülmuttalip’le son peygamber konusunu konuşuyor, onun bu sıralarda doğmuş olabileceğini, babası ve annesi ölünce, onu dedesi ve amcasının himayeleri altına alacaklarını hatırlatıp sonra da şöyle diyordu: “O dostlarını ve yardımcılarını ağırlayacak, düşmanlarını zillete uğratacaktır. En şerefli yerleri fethedecektir. Batıl dinleri, putperestliği ortadan kaldıracak, Rahman olan Allah’a ibadet edecektir. Onun sözü hal ve fasl, işi basiretlilik ve adalet olacaktır. O, daima iyiliği buyuracak ve işleyecek, kötülükten sakındıracak ve kötülükleri ortadan kaldıracaktır!” Abdülmuttalip bu ifadelerden o kadar memnun olmuştu ki, Seyf’e, “Ömrün uzun, saltanatın sürekli olsun! Şan ve şerefin yücelsin!” diye duâda bulunmaktan kendini alamamıştı. Abdülmuttalip sevindirecek daha başka açıklamalarda da bulunmasını istemiş, sonra Seyf’in söyledikleri onu daha da sevindirmişti. Çünkü Seyf bin Ziyezen, daha da ileri giderek alâmet ve işaretlere göre muhatabı olduğu Abdülmuttalip’in o çocuğun dedesi olması gerektiğini söylemiş, Abdülmuttalip de sevincinden yere kapanmıştı. Sohbet şöyle cereyan etmişti: Seyf bin Ziyezen, “Başını ve göğsünü yerden kaldır! Sen, yoksa, sana anlattıklarımdan bir şeyler mi sezdin, ümide mi düştün?” dedi. “Ey hükümdar! Benim, sevgili, üzerine titrediğim bir oğlum vardı. Onu kavmimizin eşrafından Vehb bin Abdimenaf’ın kızı Âmine ile evlendirmiştim. Bir çocuk dünyaya geldi. İki küreği arasında bir ben var. Andığın alâmetlerin hepsi onda mevcut. Onun annesi ve babası da vefat etmiştir. Kendisini, şimdi ben ve amcası himayemize almış bulunuyoruz” dedi. Seyf bin Ziyezen, “Çocuğunu iyi koru! Yahudilerin ona zarar vermelerinden sakın. Çünkü Yahudiler ona düşmandırlar. Fakat, Allah, bu düşmanlıklarını uygulamalarına yol ve meydan vermeyecektir. Benim eski ilim ve kitaplarda bulduğuma göre; Yesrib de onun hicret edeceği, yardım göreceği bir yurt olacaktır…” dedi. Seyf, Kureyş heyeti Mekke’ye dönerken her birine onar köle, onar cariye, altmışar ukiyye altın (İsfahanî’ye göre, 120’şer ukıyye altın, 60’ar ukıyye gümüş, 100’er deve), ikişer kat Yemen elbisesi, birer kap amber hediye etti. Abdülmuttalip’e ise, bunların on katının verilmesini emretmiş ve ona, “Onun hâl ve şanından vuku bulacak şeyleri her yıl bana bildir” demişti. Bu bol ve imtiyazlı ikram Abdülmuttalip’in arkadaşlarının kıskançlığını celb edebilirdi. Onun için Abdülmuttalip bunun bir hikmeti ve sebebi bulunduğunu arkadaşlarına kapalıca anlatmak istemiş, arkadaşları da, “Nedir o?” diye sorunca Abdülmuttalip, “O, bundan sonra açığa çıkacak, anlaşılacak!” demekle yetinmişti.1 Evet, bu hakikat, yıllar sonra açıkça su yüzüne çıkacaktı.
Dipnot: 1- İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 2:328; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:343. 15.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Kur'ân'ın yüksek değerleri |
Ethem Bey: “Dünyanın çeşitli yerlerinde bulunan ilkel kabîlelerde açık giyinmek, hırsızlık yapmak gibi şeyler yasak ve o kabile toplumunca da hoş görülmüyor. Öyleyse o kabilenin örfü ile İslâmiyet arasındaki fark nedir?” İslâmiyet cihanşümul bir dindir. Kabile örfleri ise çeşitli sosyal tecrübelerle elde edilmiş sonuçlardır. Bu tecrübelerin geneli isâbetli olabilir. Fakat isâbetli olmayanları da vardır. Diğer yandan kabîle örfleri isâbetli de olsa, günlük maslahatlar ve nihâyet kabîlenin genel beğenisinden öte bir getiri sağlamazlar. Oysa aynı davranışları bir kişi Allah’ın emri olduğu için gösterse, kâinât Sultânının beğenisini elde eder ve sevap kazanır. Meselâ insan günü birlik faydasından dolayı temizliğe dikkat ediyorsa, temiz tutumundan günü birlik faydalanır. Fakat temizliğin bir Allah emri olduğunu biliyor ve bu emri yerine getirmek için temizliğe dikkat ediyorsa, temiz tutumundan hem günü birlik faydalanır, hem sevap kazanır. Kazandığı sevap kişinin hem dünyada, hem dünya ötesi âlemlerde defalarca elinden tutar. Kapalı giyinmek veya hırsızlık yapmamak da böyledir. Diğer amel ve davranışlar da böyledir. Bir ameli ve davranışı günlük faydalanmak için yapmak veya zararından ötürü terk etmek ile Allah’ın emri olduğu için yapmak veya yasağı olduğu için terk etmek arasındaki fark büyüktür. Bir işi günlük fayda ve zararından dolayı yapar veya terk edersek sadece (dünyada) günlük kazanırız. Fakat bir işi Allah’ın emri veya yasağı olduğu için yapar veya terk edersek; 1) Dünyada iki defa kazanırız: a) Günübirlik kazanırız. b) Zor işlerimizde kolaylık buluruz, Allah’ın yardımını ve bereketini görürüz. 2) Kabirde kazanırız. Allah’ın rahmeti ile müjdeleniriz. 3) Mahşerde kazanırız. Allah’ın affı ve mağfireti elimizden tutar. 4) Cennette kazanırız. Allah’ın keremi, lütfu, selâmı, ikrâmı ve cömertliği ile saadetimiz genişlenir. Öte yandan; Kur’ân cihanşümul olduğundan ve bin dört yüz yıldan beri mesajını bütün dünyaya dinlettirdiğinden, dünyanın birçok toplumunca yaşanan güzel davranışların patenti Kur’ân’a aittir. İyiliklerin tamamı Kur’ân’ın malıdır. Meselâ el ve vücut temizliğini, banyoyu, yıkanmayı, tuvaleti ve sâir doğru ve isâbetli görgü ve örfleri Avrupalılar Müslümanlardan almışlardır. Kötülükler ise Kur’ân’ın anlaşılmamasındandır. Kötü ve zararlı davranışlarda hatâ insana aittir. *** Nahit Bey: “Beyanat ve Tenvirler’de (s. 82) geçen şu ifadeleri çok kısa açarsanız memnun olurum: “Hareketi kendinedir, tebeî haricedir. Lâzım-ı mezheb mezheb olmadığından, belki muahez değil. Bahusus iki cihetle kuvveti, hariç cereyanın müsbet ve zaafına inzimam etse, harici kendine alet-i layeş’ur edebilir.” Bu ifâdelerin öncesinde Bedîüzzaman Hazretleri siyâseti tahlil ediyor. Türkiye’de siyâsetin bir Avrupa oyuncağından ibâret olduğunu, dışa bağlı olarak hareket ettiğini ve dışa bağlı olarak siyâset ürettiğini, Avrupa’nın üflediğini, bizim burada oynadığımızı, onun bizi telkinlerle uyuttuğunu, bizim ise bunu kendimizden sayarak telkin eseri fikirleri hayatımıza geçirdiğimizi ve böylece kendi değerlerimizi yıktığımızı beyan ediyor. Bedîüzzaman’a göre Avrupa’dan bize gelen cereyan; ya menfîdir, ya müsbettir. 1- Menfî cereyan harf gibidir. Bizi başkasına bağlar. Bütün davranışlarımız dışarı hesabına geçer. Çünkü irâdemiz yoktur veya hükümsüzdür. Niyetimizin sâfiyeti burada fayda etmez. Bilâkis zaaflarımız da üstüne eklendiğinde, hariçteki zararlı cereyanların menfaatine oynayan akılsız bir âlet olur çıkarız. 2- Müsbet cereyan ise isim gibidir. İçeri ile bütünleşebilir. Yani kendi ülkemiz değerleri ile bütünleşebilir. Çünkü dahilî değerler ile muvafakati vardır. Yani iç bünyemize uygundur. Burada davranış bize ait kalabilir. Bundan mutlak bir taklit çıkmaz. Hârice sadece tebeî bakarız. Yani göz ucuyla, kastî olmaksızın, kendimizi murad ederek, kendi menfaatimiz hesabına bakarız. Bu da bize bir şey kaybettirmez, kazandırır. Yani başkasının müsbet yanlarını alır, menfî yanlarını bırakırız. Bu yaklaşım sorgulanmaz. Çünkü burada dışa bağımlılık yoktur. Esasta kendi değerlerimiz vardır. Dışarıdan sadece müsbet (yani bilim ve teknik gibi olumlu) gelişmeleri alıyoruz. Bu ise bize güç ve kuvvet verir. İrâdemizi elimizden almaz. Değerlerimizi çiğnememizi ve yok saymamızı gerektirmez. Bu durumda haricin müsbet getirisine irâdemizi ve kuvvetimizi de eklersek, harici kendimize âlet-i lâyeş’ur yapabiliriz. Yani başkası şuursuzca bize uymaya başlar. Böylece biz akılsızca başkasına uymaktan kurtuluruz.1
Dipnotlar: 1- Bedîüzzaman, Beyanat ve Tenvirler, s. 81, 82. 15.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
‘Tahra’lar mı toplanacak? |
Sözlükler ‘tahra’yı “Bir tür eğri budama bıçağı” olarak tarif ediyor. “Tahra”nın gündeme gelmesi, Diyarbakır’ın Lice ilçesi Şenlik Köyü'nde koyunlarını otlatmaya çıkan 12 yaşındaki Ceylan Önkol’un “bombaatar mühimmatına dokunması sonrası ölmesi”yle oldu. Hadiseyi kısaca hatırlayalım: 12 yaşındaki Ceylan Önkol, koyunlarını otlatmak için evlerine yakın bir bölgeye gidiyor. Duyulan bir patlama sesi sonrası hadise yerine giden ailesi, küçük kızları Ceylan’ın parçalanmış cesediyle karşılaşıyorlar. Ah vah edip hadisenin ‘fail’ini ararken ‘yetkililer’in ilgisizliğiyle karşılaşıyorlar. Başlangıçta bu hadise, ‘mayına basma’ şeklinde kamuoyuna duyuruluyor. Tam ‘unutuldu’ derken Taraf gazetesinin konuyu gündeme taşıması sonrası fecî ölüm gündemin ilk sıralarına yerleşiyor. Öyle ki Genelkurmay’ın düzenlediği ‘(akredite) basını bilgilendirme toplantısı’nda iki hafta üst üste bu konuda ‘asimetrik açıklamalar’ yapılmak durumunda kalınıyor... En nihayet emniyetin hatırladığı ‘rapor’a göre Ceylan, “elindeki ‘tahra’ ile daha önce atılan ve patlamamış olan ‘bombaatar mermisi’ne dokunması sebebiyle öldü” deniliyor. Tabiî bu rapor da tartışmalararı sona erdirmedi. Çünkü görgü şahitlerinin anlattıkları ile raporda anlatılanlar birbiriyle örtüşmüyor. Asıl yanlış olan hadisenin yaşandığı ilk andan itibaren sergilenen tavırdır. Bir defa başlangıçta hadisenin ciddîye alınmadığı izlenimi hissediliyor. ‘Yetkililer’ ilk andan itibaren gerektiği gibi hareket edip, hemen hadisenin aydınlanması için gayret sarf etmiş olsalardı belki bu ölçüde eleştirilere maruz kalmazlardı. Kesin olan, hadisenin duyulmaması, örtbas edilmesi için gayret sarf edildiğidir! “Tahra”nın ismini gazetelerde okuyup, fotoğraflara bakınca Karadeniz’de “çay bıçağı” dediğimiz el âleti olduğunu anladım. Bizde de ‘tahra’ var, ama bizdekiler daha çok ‘balta’ya benziyor. Her ne ise, bu hâdise bize neyi gösterdi? Öncelikle toprağa gömülen ‘mayın’lar kadar tehlikeli, çare bulunması gereken ‘patlamamış mühimmât’ olduğunu... Suriye sınırına gömülen mayınların temizlenmesi meselesi epey gündemi meşgul etmişti, onu da unuttuk. Aynı şekilde ‘patlamamış mühimmat’ları ne yapacağız? Bunların bulunması ve temizlenmesi için de bir ‘ihale’ açılacak mı? İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) açıklamasına göre 2000 yılında 20, 2001’de 13, 2002’de 27, 2003’te 19, 2004’te 18, 2005’te 48, 2006’da 30, 2007’de 15 ve 2008 yılının ilk 6 ayında mayın ve mühimmat artığı parçacıklar sebebiyle 12 kişi ölmüş. Sadece mayınlardan değil, yerleşim alanlarının içinde ve kenarında patlamamış askerî mühimmâtın patlaması sonucu insanlar ya sakat kalıyor ya da ölüyor. Buna ilâve olarak PKK’nın kurduğu patlayıcı ‘tuzak’ları da düşününce orada yaşayanların çektiği sıkıntının büyüklüğü her halde anlaşılır. Yapılması gereken şey, başta ‘mayın’ olmak üzere ‘patlamamış mühimmat’ları devre dışı bırakmak olmalıdır. Elbette bunu yapmak ‘zor’ ama gereklidir. Kolay olan ise bölgedeki ‘tahra’ları toplamaktır. Bazı ‘idareciler’ şöyle diyebilir: Ceylan’ın elinde ‘tahra’ olmasaydı—hâşâ!—mühimmâta dokunup ölmeyecekti! 15.10.2009 E-Posta: [email protected] |
İsmail TEZER |
|
Cânânına kavuştu Canan |
(Prof. Dr. İbrahim Canan’ın hatırasına)
İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn.
Şüphesiz Biz O’ndan geldik ve yine O’na döneceğiz. Kimler imzalamadı ki bu hakikati. Yaşarken bilse de, bilmese de, beşer hep O’na döndü, dönüyor ve dönecek... İşte önceki gün “O’na dönenler”den biri de, bu camiânın yakından tanıdığı bir isim, Prof. Dr. İbrahim Canan oldu. İbrahim Canan’ı, verdiği birbirinden kıymetli pek çok eser ve gösterdiği gayretlerle Türkiye tanıyor. Ama hususiyetle Risâle-i Nur Talebeleri için ayrı bir hatırası vardır İbrahim Canan’ın. Bilenler biliyor, bilmeyenler için bir daha yâd edelim... Yıl, 1959. Senenin son günü. Üstad Bediüzzaman Ankara’ya gelir. Her zaman kaldığı Beyrut Palas Otelinin 38 numaralı odasına yerleşir. Beyrut Palas, Denizciler Caddesindedir. Yani, siyasetin ve basının kalbinin attığı yer. Sonrasını, rahmetli İbrahim Canan’dan dinleyelim: “İlk zaman fazla gelen ziyaretçilerden dolayı çok tehâcüm olmuştu. Bu günlerde müsait bir vakti bekleyip, o vakitte Üstadı ziyaret edip, ellerini öpmek istiyordum. O zaman Üstad lavaboya çıkmıştı. İşte, Üstadı ilk defa o zaman görmek saadetine ermiştim. Daha sonra otelden çıkarken de ziyaret etmiştim... “İşarâtü’l-İcaz basılırken tashih işlerinde çalışmıştık. Basılan formaları Senirkentli Hüseyin Aşçı ile Üstada gönderiyorduk. Hem de selâmlarımızı götürüyordu. Daha evvel de Üstad, Said Özdemir Ağabeye benim için ‘Ben onu Zübeyir’in (Gündüzalp) yerine kabul edip duâ ediyorum’ demişti. “Hasan Okur, şimdi ilâhiyat profesörü olan Günay Tümer ve Said Özdemir, Üstadın etrafında Beyrut Palas Oteli’nden iniyorlardı. Said Özdemir Ağabeyin de işareti üzerine, tam merdivenlerde iken resimlerini çektim.” (Son Şahitler, c. 4, s. 485) İşte o resim, hepimizin çok defa baktığı, hafızalarımıza nakşedilmiş, Tarihçe-i Hayat’a da (s. 1042) dercedilmiş ve altına “Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, 1959 yılında Ankara’ya teşrif ettikleri zaman misafir olarak kaldıkları otelden çıkarken” notunun düşüldüğü resim. Tarihe düşülen bir kayıt... Hafızalara nakşedilen bir tablo... Hem de unutulmayacak bir manzara... Melekler her daim çekerken Üstad-ı Azam’ı, İbrahim Canan’ın objektifi de o ‘çekim’e ortak olmuş ve gelecek nesillere güzel bir hediye bırakmış Elhamdülillah. O, şimdi, sağlığında bizzat ziyaret edip duâsını aldığı ve resmini de çektiği Üstadıyla birlikte, Cennet bahçelerinde İnşaallah. Cânânına kavuştu Canan. Kendisine Allah’tan rahmet ve mağfiret, geride bıraktıklarına sabırlar diliyoruz. Bediüzzaman, “Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fani dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme” demişti. İbrahim Canan, pek çok eser verdi. Eserleriyle âhireti hatırlattı bizlere. Fani dünyada bıraktığı bekaya bakan eserleriyle, nicelerin ahiretinin kurtulmasına vesile oldu. Kendini de kurtardı İnşallah. Bilgiyi ‘marifet’e çevirmiş bir profesördü. Bu yönüyle de mühim dersler veriyordu. Her şey O'nun için olmalı, O'nu tanımaya vesile olmalıydı. Bilgi de O'nun için olmalı, O’nu tanıtmalıydı. O zaman anlamlı olurdu. Aksi halde, mânâsız ve hayatı azaba çeviren yığından farksızdı.
İbrahim Canan, 69 yıllık dünya hayatıyla çok dersler verdi. Bize düşen, her şeyde olduğu gibi, bundan da ders almak. Evet “Nasihat istersen, ölüm yeter!” Unutmadan, bu satırlar bittikten sonra gözümüzü kaldırıp da Canımız Üstad’ın “Canan’dan bize bir hatıra kalan o resmine” bakarken, bir Fatiha da ona okuyalım, olmaz mı... Ruhu şâd, mekânı Cennet olsun...
15.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Şüpheli ölümler |
Yaz aylarında haftalarca tartışılan konulardan biri Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesiydi. Ama mayınlardan arındırılacak arazinin bilâhare hangi amaçlarla kimlere verileceği bahsi öne çıktığı için, işin özü arada kaynayıp gitti. Ve Meclisten geçen kanun, CHP tarafından Anayasa Mahkemesine götürüldü. Kanunun bazı kritik maddelerinde yürürlüğü durduran AYM’nin, ne zaman esasa geçip dâvâyı sonuçlandıracağı ise hâlâ belli değil. Bunun pratikte iki önemli neticesi var. Biri, Türkiye’nin imza attığı BM sözleşmesi gereğince, mayınları temizlemek için verdiği taahhüdü yerine getirme süresinin hızla daraldığı. İkincisi, gömülü mayınların yeni can kayıplarına sebep olma tehlikesinin hâlâ devam ettiği. Mayın bahsinde durum bu iken, Diyarbakır-Dicle’deki Ceylan faciası, sorunun mayınlarla sınırlı olmadığını, rastgele her yere dökülüp saçılan mühimmat, bomba ve mermilerin her an yeni canlar alabileceği gerçeğini önümüze koyuyor. Bilindiği gibi, bu acı olay gündeme geldiğinde, bir havan topu mermisinden söz edilmiş ve Genelkurmay’ın ilk tepkisi “Araştırdık, o saatte orada bir havan topu atışı olmamış” şeklinde oldu. Ama bu açıklama şüpheleri dağıtamadı ve 12 yaşındaki Ceylan’ın ölüm şekli ile savcının tam üç gün geçtikten sonra olay yerine gitmesinin doğurduğu kuşkular seslendirilmeye devam etti. Bunun üzerine Genelkurmay bir açıklama daha yaptı. Ama bu defa soruları cevaplamak yerine, konunun gündemde tutulmasını “TSK’nın yıpratılmasına yönelik asimetrik ve organize bir psikolojik harekât”la irtibatlandırmayı tercih etti. Ardından, İçişleri Bakanı devreye girdi ve bilirkişi tarafından yapılan incelemeler sonucunda, Ceylan’ın havan topu mermisiyle değil, evvelce araziye düşen ve patlamadan duran “Lancer tipi” daha küçük bir mermiyle öldüğünün anlaşıldığını açıkladı. Buna göre, küçük kız, elindeki tahra ile vurduktan sonra mermi patlamış... Bu açıklamadan, adeta “Ceylan kendi hatasının kurbanı oldu” gibi bir sonuç çıkmıyor mu? Öte yandan, farz edelim ki, olay raporda iddia edildiği tarzda gerçekleşmiş olsun; küçük bir çocuktan, büyükleri dahi aşan bir dikkati beklemek ne kadar doğru? Dahası, merminin otlar arasına gizlenmiş ve Ceylan’ın tahrayı farkına varmadan mermiye vurmuş olması da ihtimallerden biri. Aydınlatılmayı bekleyen bir diğer nokta, Ceylan’ın cesedindeki tahribat karın boşluğunda iken meselâ ellerinin nasıl olup da sağlam kaldığı. Ve bütün bunların ötesinde asıl sorgulanması gereken şey, çocukların gezindiği alanlarda patlayıcı maddelerin ne aradığı. Bu, ister mayın olsun, ister havan topu mermisi, isterse Lancer... Buna karşı deniyorsa ki: “Efendim, terörle savaş devam ederken bu tarz hadiseler olabilir.” İşte asıl mesele bu. Bunlar olmasın. Masumlar ölmesin. Çocuklar, serseri mayınların ve oraya buraya dağılmış patlayıcıların kurbanı olmasın. Onun için, terörü de, onu gerekçe göstererek yapılan operasyonları da sona erdirecek; dahası meskûn mahallerdeki masum insanları tehdit eden top ve mermi atışlarını disiplin altına alacak; oralarda sağa sola dağılıp patlamadan duran mermileri yeni canlar almadan imha edecek çok esaslı tedbir ve düzenlemelere ihtiyaç var. Ordu içerisinde vuku bulup “eğitim zayiatı” olarak açıklanan ve sayıları giderek artan kayıpları bitirecek; kaza diye açıklanmışken “ceza” sonucu olduğu ortaya çıkan ölümlerin tekerrürüne meydan vermeyecek tedbirler de buna dahil. Bunun için, bir canı bile herşeyden aziz ve değerli sayan; haksız yere veya ihmal ve sorumsuzluk sebebiyle bir canın yitirilmesini bütün insanlığın katline eş tutan bir duyarlılık gerekiyor. Çözümün şartı, meseleye böyle bakılması. Ve ölümler için seslendirilen şüpheleri “Yıpratılmak isteniyoruz” diye damgalayıp mahkûm eden önyargılı ve suçlayıcı tavrın terk edilip, asıl yıpranmayı bu yaklaşımın getirdiğinin görülmesi. 15.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Protokoller”in iç yüzü |
Medyada “tarihî imza” diye lanse edilse de, Ermenistan’la imzalanan “protokller”in sorunların çözüldüğü ya da çözüm yoluna girdiği anlamına gelmediği, iktidar cânibince de dile getirilmekte… Zürih’te “protokoller” imzalanmasının hemen ardından, Başbakan Erdoğan’ın, 14 Mayıs’ta Azerbaycan Millî Meclisi’nde verdiği “teminat”a dikkat çekerek, “Ermenistan, işgal ettiği Azerî topraklarından çekilmediği sürece Türkiye bu konuda olumlu bir tavır içinde olamaz; bunu Minsk Üçlüsü’ne de söylüyoruz” sözlerinin ardından, iktidar partisi mensuplarından da bu yönde açıklamalar gelmesi, şimdilik üstü örtülen bu gerçeği ortaya çıkarmakta. TBMM Dışişleri Komisyonu Başkanı Murat Mercan,’ın, “Yukarı Karabağ ve işgal edilmiş Azeri topraklarıyla ilgili meseleler çözülmeden TBMM’nin, Ermenistan ile imzalanan protokolleri onaylamasının beklenmemesi gerektiğini söylemesi, bunun bir belirtisi. Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan’ın, Dünya Kupası eleme maçı için Türkiye’ye gelmesini ‘’güzel bir jest’’ olarak nitelendiren AKP’li Mercan’ın, dünya kamuoyunun Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki sorunları nazara vermesi, “protokoller” üzerindeki çelişkiyi su yüzüne çıkarıyor. Ve “protokoller”le “krizin kapağı”nın açıldığını; Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkileri normalizasyon sürecinin ciddî bir zorluk ve hatta “tıkanıklı”la muallel olduğunu gösteriyor…
“PROTOKOLLER”DE ÇÖZÜM YOLU YOK… Gerçek şu ki “Türkiye-Ermenistan protokolleri” çözümü sağlayacak temel dinamiklerden yoksun. Zira “protokoller”le, Türkiye’nin Ermenistan’la sınırları açılıyor; lâkin bölgede barış ve istikrarı temin edecek unsurlar bulunmuyor. Ermenistan’ın başta bir milyon Azerî kaçkını (göçmeni) kendi vatanında perişan eden Dağlık Karabağ olmak üzere işgal ettiği Azerbaycan topraklarından çıkması hiçbir garantisi yok. Keza “soykırım” iddialarından da vazgeçme yok; bir tek “ortak tarih komisyonu” kabul edilmiş ki, bu komisyonda öteden beri Ermeni diasporasının tezlerine taraftar olan İsviçre ve Fransa’nın olması, zihinleri bulandırıyor. Bir tek Ermenistan’ın seksensekiz yıldır tanımadığı uluslar arası tanınan sınırları kabul edeceği belirtilmekte; ancak yine de Türkiye-Ermenistan sınırını teminat altına alan “Kars Anlaşması”na bir atıf yapılmamakta… Kısacası, Amerikan Başkanı Obama’nın tâlimatıyla Dışişleri Bakanı Clinton’un baskısıyla imzalanan “protokoller”le çözüm yolu açılmamış; tartışmalar daha da alevlendirilmiştir. Dahası, Bakü’nün Ankara’ya “sitemi”nde bildirdiği gibi, bölgesel barış ve güvenliği tehlikeye sokmuş, Türkiye ile Azerbaycan arasındaki “kardeşlik ve dostluk” eksenine gölge düşürmüştür. Erdoğan’ın Azerbaycan Parlamentosu’ndaki “taahhüdü”nü hatırlatması üzerine, Sarkisyan’ın “O zaman Türk hükûmeti neden bu protokolleri imzaladı” tepkisi bu “mesajı” vermekte… Başbakan Yardımcısı ve hükûmet sözcüsü Çiçek, “protokoller”i önümüzdeki hafta Meclis’e göndereceklerini söylüyor. Ancak Meclis Dışilişkiler Komisyonu Başkanı Mercan’ın, “Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki ilişkilerin gelişimine bakmak lâzım’’ kaydı bu anlama gelmekte. Mercan’ın, “Bu protokollerin hayata geçirilmesi, ancak ve ancak Mecliste onaylandıktan sonra olacaktır. Bu tür tahminleri ihtiyatla karşılamak gerekir” cümlesiyle, Meclis’in “onayı”nı açıkça “Ermenistan’ın Karabağ’dan çekilmesi”ne bağlaması, bunu bildirmekte.
NEDEN “ÖNŞARTLARI”NDAN CAYDI? Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev’in “müzâkare edilen asıl konularda Ermenistan’la uzlaşmaya varılamadığı, bunun da Ermeni tarafının yaklaşımından kaynaklandığı” tesbiti, “protokoller”in mâhiyetini deşifre etmekte. Sınırların açılması ve Karabağ sorununun paralel çözülmesi” gerektiğini belirten Aliyev’in, “Türkiye’nin verdiği sözlere inanıyorum; eminim ki Dağlık Karabağ meselesi çözülmeden Türkiye Ermenistan sınırları açılmayacak” temennisi, “protokoller”in kırılganlığını ortaya çıkarmakta. Tablo şu ki “protokoller”in bu denli belirsizlik içinde olmasının ve problemin bu hale gelmesinin asıl etkenleri arasında, şüphesiz sözkonusu politikaların ecnebilerce dıştan dayatılması gelmekte. Ankara’nın “muharrik-i bizzat” değil, “muharrik-i bilvâsıta” politikalarıdan kaynaklanmakta… Ve işin aslı ABD adına İsviçre’deki görüşmelere katılan CIA’cı David L. Phillips’in Amerikan Temsilciler Meclisi Dışişleri Komisyonu Avrupa alt komitesinde protokollerin hazırlanma plânı hakkında bilgi verirken, “Türk resmî yetkilileri, Başkan Obama ile 7 Nisan’da İstanbul’da buluştuğunda, anlaşma konusunda Dağlık Karabağ’ın statüsü konusunda resmî herhangi bir önşart olmadığı teminatını verdi” ifşaatında… Görünen o ki Ermenistan’la ilişkilerin normalleştirilmesi için Türkiye’nin olmazsa olmazlarının başında gelen “soykırım” iftiralarından vazgeçilmesi ve Azerbaycan topraklarındaki işgale son verilmesi “önşartları”ndan vazgeçilmiş; vaziyet bunu ele vermekte. Ve mesele, ABD Dışişleri Avrupa ve Euro-Asya İşlerinden Sorumlu Bakan Yardımcısı Philip Gordon’un, yine aynı komitede, “Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleştirilmesi ve Dağlık Karabağ sorununun, iki farklı süreç olduğunu Ankara’ya kabul ettirdikleri”ni aylar öncesinden açıklamasında düğümlenmekte… Peki, Ankara’nın ne zoru vardı ki “önşartları”ndan caydı? 15.10.2009 E-Posta: [email protected] |