Yeni Asyadan Size |
|
Kırk yıllık arkadaşım |
Bu hafta köşemiz, kırk yıllık okuyucu ve yazarlarımızdan Mehmet Ali Kaya’nın: *** 1971 senesinde ilkokul 5. sınıfı bitirerek Tokat İmam-Hatip Lisesinde ortaokula başladım. İmam-hatip liselerini açan AP hükümeti 12 Mart 1971’de muhtıra verilerek iktidardan uzaklaştırıldı; yerine muhtıracı-ihtilâlci zihniyetlerin eseri olan ve halk desteği olmayan ucube hükümetler geldi, onlar da ilk icraat olarak imam-hatip liselerinin orta kısmını kapattılar. Dolayısıyla imam-hatip lisesine başladım; ama ortaokul müfredatı okuyordum. Kur’ân-ı Kerim ve Arapça gibi imam-hatip lisesi dersleri kaldırılmıştı. Babam “Bu çocuğu imam-hatibe vererek zayi etmeyin” demelerine rağmen “Olsun. Ben Fatiha okuyacak ve namaz kılacak bir evlâdım olsun isterim” diyerek beni imam-hatip lisesine vermişti. Tokat İmam-Hatip Lisesinde Kur’ân-ı Kerim ve din derslerini okuyamadım; ama Yeni Asya ile tanıştım ve onu okumaya başladım. Yeni Asya bana imam-hatip lisesinin vereceğinden fazla “din dersi” verdi; Kur’ân-ı Kerimi ve Peygamberimi sevdirdi. Sonra Yeni Asya okuyan ağabeylerim vasıtasıyla Risale-i Nur’la tanıştım. Bundan sonra Yeni Asya’yı hiç bırakmadım. Böylece Yeni Asya ile kırk yıllık dostluğum ve arkadaşlığım devam etti. Yeni Asya bana her zaman ağabeylik yaptı. Yeni Asya’nın arkadaşlığı ve ağabeyliği 1970'li ve 1980’li yıllarda da devam etti. Bazıları o günün şartlarında Yeni Asya’nın tavrını beğenmeyerek yollarını ayırdılar ve sadakat göstermediler, bizleri de kendileri gibi Yeni Asya’dan koparmaya çalıştılar; ama biz her zaman Yeni Asya’nın dostluğunu şahısların dostluğuna tercih ettik. Şimdi de “iman cihetinde” bütün mü’minlerle, “hizmet” yönüyle bütün “Nur talebeleri” ile dostuz ve hepsi bizim ağabeylerimizdir, kardeşlerimizdir; hürmet ve saygıda asla kusur etmeyiz, duâdan da eksik etmeyiz. Ama Yeni Asya’nın dostluğu bir başkadır. Onun ayrıca “istikamet ve hakkaniyet” yönü vardır ki, bütün dostluklardan daha önemlidir. Yeni Asya bir hizmet kurumudur. Kurum olarak fikir ve istikamet, hizmet ve hakkaniyet noktasında bir yanlışını ben göremedim. Şahsî hissiyat ve kırgınlıklar olabilir, ama bunlar hakkaniyete ve hizmete gölge düşüremez ve düşürmemelidir. Benim Risale-i Nur’dan anladığım hizmet anlayışı budur. Bu cihette Yeni Asya ile dostluğumuza kimse engel olamamıştır. 1980’li yıllar ihtilâl yıllarıydı, 1990’lı yıllar ihtilâflı yıllar oldu. 2000’lerde ise ortak hedefimiz bu yılları atılım ve gelişim dönemi yapmak, bu istikamette Yeni Asya’yı geliştirmek ve kırkıncı yılı vesile kılarak daha ileri hedeflere ulaştırmak olmalı. Zaman ve zemin, şartlar ve maslahatlar, geçmişte olduğu gibi şimdi de ve bundan sonra da önümüze çetin engeller çıkarabilir, ama bunlar var diye ümidimiz, şevkimiz ve gayretimizde bir gerileme olmamalı. Herşeyi gören ve bilen, hikmeti herşeyi kuşatan yüce Allah’ın hikmetinden sual edilmez. Yeni Asya’nın hizmet kervanı da yolda kalmaz ve kalmayacaktır. Himmet ve gayret ehli olan ve bu konuda bizleri geçen yeni nesiller ve çalışanlar gelecek ve bizim yapamadığımızı elbette yapacaklardır. Eksikler ve kusurlar bizim, fazilet ve şeref hizmet edenlerin olacaktır. Olmalıdır da… Biz her zaman Yeni Asya’nın yanında yerimizi alacağız ve bizden sonrakilere maddî ve manevî destek vermeye devam edeceğiz. Arkadaşımızı ve dostumuzu terk edip yarı yolda bırakmak ne dostluğa, ne kardeşliğe ve ne de arkadaşlığa asla yakışmaz. Kırk yıllık dost, düşman olmaz. Kırk yıllık istikamet sapmaz ve bozulmaz. Vefakâr olmak gerek. Aksi takdirde Bediüzzaman’ın “Aziz, sıddık, vefakâr kardeşlerim!” ve “Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsınız” hitabındaki hissemizi düşünmeliyiz. 26.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Sıkıntı var! |
Elbette sıkıntı olacak… Mü'mine dünyada rahat olur mu? Hele bir de sehmine ahirzaman düşmüşse… Sıkıntının olmaması mümkün mü? Fakat bu yazımızda bir başka adeseyi sunmak istiyoruz. “Sıkıntı” tellâllarının neye ve kime hizmet ettiklerini, nefisten benî beşerin nefs-i umumiyesine, çekirdekten çepere dar ve geniş dairelerde psikolojik ve sosyolojik gezintilerde bulunmak istiyoruz. İnsan sıkıntısız olmadığı gibi, devletler, milletler ve coğrafyalarda da sıkıntı vardır. Sıkıntının en güzeli teşhis edileni, bilineni ve ferdin boyutlarını bildiği sıkıntı olmalı. Ferdi ve toplumu gayrete getirir, tedbire sevk eder. Şeffaf, mahiyeti bilinen ve görünen sıkıntılar; daha ziyade insanı maddeten yorarlar. Sebebini anlayamadığımız, başının ve ucunu seçemediğimiz ve daha doğrusu mahiyetini teşhis edemediğimiz sıkıntıların izalesi o kadar zor ki… Meselâ bir ülkenin yanı başındaki zayıf ülkeye durup dururken sıkıntılardan bahsetmesini düşününüz. Eften püften sebeplerle suçladığı devlete müşahhas birşey söylememesini… Yalnızca sıkıntıyı hem fiilen ve hem de lâfzen ihsas etmesini, kurdun kuzudan şikâyeti meselinden de anlayabilirsiniz. En geniş daireden en dar daireye kadar ki bu nev'î sıkıntıları, belki de “sıkıntı çıkarma” uğruna oluşturulan sıkıntılar nev'înden düşünebilirsiniz. Barış ortamını kaldırıp, niyetindeki hedefe yürüyebilmesi için bir sıkıntı icad etmesi gerekenlere “sıkıntı tellâlları” diyoruz. Bildiğiniz gibi bazı milletler barış ve sekînetten nefret ederler. Adaletli paylaşmanın hakim olduğu topluma açıktan olmasa bile, kendi dünyalarında savaş açarlar. Onlar daima menfaatlerini başkalarının zararında aramışlardır. Dünyanın herhangi bir bölgesinde çatışma yok, ahali adalet, barış ve düzen içinde yaşıyorsa, bazı insanlar, organizasyonlar ve komiteler ıztırap çekerler. Sıkıntılı ortamı oluşturamadıklarından, kendilerine göre o bölgede zarardadırlar: Hangi zararlardan bahsettiğimizi siyaset bilimcileri ile sosyologlar daha iyi bilirler. İhtiyar ve zavallı dünyamıza kuş bakışı nazar ettiğimizde, böğrünün yüzlerce yerinde cerihalar görürüz. İşte bütün bunların başında “sıkıntı tellâlları” vardır. Zalim hâkim güçleriyle ortak çalışacak kuvvete sahip olmayan hemen hemen bütün devletlerin ya içlerindeki sıkıntılarla veya yanı başlarındaki diğer devletin sıkıntılarıyla nasıl cedelleştiğini artık her gün duyuyor ve görüyoruz. Tarif etmeye çalıştığımız “sıkıntı tellâllarına” sekînetli köylerimizde de rastlarız. Zayıf gördüğü komşunun arazisine tecavüz veya rakip gördüğünden kıskandığı birisini yalnızlaştırmak için “havadan sudan” bahanelerle mahiyeti meçhul sıkıntılar çıkarırlar. Muhatap tecrübeli veya ferasetli değilse, “sıkıntı tellâlları” genellikle maksatlarına ulaşırlar. Sıkıntıyı önce kendileri soğa sola fısıldarlar, sonra da buldukları birkaç tarafgir ile hedefe yürürler. İnsanlığa hizmeti gaye edinmiş sivil toplum veya dinî cemaatlerde de bu tellâllarla çokça karşılaşabilirsiniz. Nefislerin hipodromdaki atlar gibi kıyasıya yarıştığı bu alanlarda, bazı insanlar maalesef zekâvetlerini bu istikàmette kullanırlar. Nefisler, hisler ve kıskançlıklar birileri için harekete geçmeye görsün “sıkıntı anaforuna” düşürülür. Hedefe kilitlenen kişi veya cereyan, avının etrafını görünmez yazılarla “sıkıntı var!” ibareleriyle çevirir. Çok da müşahhaslaştırmadığımız ve günümüzdeki sosyal yapıyı kemiren bu “manevî hastalara” karşı en iyi ilâç şeffaflıktır. Dünyamızın teknolojide ulaştığı harika icadlar, burada bize yardımcı olurlar. Kur'ân'daki çok âyetler; Allah'ın gizlemeye çalıştığımız niyet ve fiillerimizi bildiğini bize ders verir. Müslüman kardeşi hakkında hoş olmayacak niyetlere ve kararlara yönelen mü´mini araştırmaya ve hadiseleri şeffaflaştırmaya dâvet eder. Ferde musallat olan “vehim” ve su-i zanların kötülüklerini anlatır. Peygamberimizin Kur'ân pratiği olan Sünnet-i Seniyye ise bize bu yolda ışık olur, aydınlatır. Güneş olur, bütün muzır düşünceleri, fiilleri ve bu fiillere tevessül edenleri âleme teşhir ederek, fitneyi kökünden keser. Doğrusu, “sıkıntı tellâllarını” niyetleri ve fiilleriyle açığa çıkarmaktır. Aleyhinde konuştukları ile yüzleşmektir. Ehline danışmak ve ehliyle meşveret de “bu gizli çetenin” önünü kesebilir. Geniş dairede “sıkıntı tellâllı devlet ve beynelmilel organizasyonları” Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği veya İslâm Konferansı gibi arenalara çekerek mahiyetlerini dünya âleme ilân etmek problemleri çözmeye nisbeten yardım eder. Davet edildikleri minderlere çıkmayanları da deşifre ile teşrih etmek onların şerlerini azaltır veya onları marjinalleştirir. Müslümanlar dertleşirler. Efendimiz din nasihattir, diyor. Bizde sohbet esastır. Sıkıntılar sebepleriyle ele alınır, çaresi aranır ve toplum böyle rahat eder. Bunu esas alan iyi niyetli ve mütevekkil Müslümanlar yekdiğerine “Sıkıntı yok!” diyorlar. Fakat İslâmiyetin ve insâniyetin ölçülerinin esas alınmadığı yerlerde sıkıntı tellâlları el ele vererek birbirleriyle anlaşıyorlar: “Sıkıntı var!” 26.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Çek pimi, at imzayı! |
Rapor alıp muaf olanların haricinde herkes gibi biz de askerlik görevimizi yerine getirirken ‘el bombası atma eğitimi’ almıştık. Yanlış hatırlamıyorsam bu eğitim esnasında komutanların eğitim alanlara hitap şekli olan ‘emir’ şöyleydi: “Pim çek, bomba at!” Şükürler olsun ki bizim eğitimimiz esnasında ‘kaza’ çıkmamıştı, ama yakın zaman önce pimi çekilip askerin eline verilen bir bomba patlamış ve 4 asker şehit olmuştu. ‘Pimi çekilmiş bomba’ hadisesi sonrasında hemen harekete geçmeyen ‘yetkililer’ daha sonra ‘pimi çeken’i tutuklamak mecburiyetinde kalmıştı. Benzer bir hadise de yine bu günlerde gündemi meşgul ediyor. Malûm daha önce “İrticayla Mücadele Eylem Planı”ndan bahsedilmiş, ancak bir türlü bu belgenin ‘ıslak imzalı nüshası’ bulunamamıştı. Belgenin orijinali bulunamayınca da bunun sadece bir ‘kâğıt parçası’ olduğuna hükmedilmişti. Elbette komutanların verdiği bu hüküm kamuoyunu tatmin etmemiş, ancak yapacak bir şey de kalmamıştı. Başlangıçta ‘bulunamayan’ bu belgenin bir ‘ihbar mektubu’yla Ergenekon savcılarına ulaştırıldığı belirtiliyor. Yeni durum sonrasında da bir açıklama yapıldı, ama bu açıklamada kamuoyunu tatmin etmedi. Başbakan’ın açıklamalarından ‘ıslak imzalı belge’nin ortaya çıktığı anlaşılıyor. Bu bilgi doğru ise—ki aksini iddia eden yok—mutlaka devamı da gelmelidir. Bazıları şunu söyleyebilir: Geçmiş dönemde fiilî darbeler yapılan bir ülkede, “İrticayla Mücadele Eylem Planı”nın yapılmış olması çok mu önemli? Evet çok, hem de çok önemli. Çünkü dünya ile birlikte Türkiye de değişti, değişiyor. “Bundan önceki ihtilâlleri yapanlar hesap vermedi” diye, “Bundan sonrakiler de vermesin” denilemez. Zaten kanun önünde hesap sorulmazsa yeni ‘eylem planları’ da yapılır. Bu bakımdan ‘ıslak imza’nın ortaya çıkması üzerinde durulması gereken önemli bir gelişmedir. En önemli görev de ihtilâlcilere destek olduğu imajını verenlere düşüyor. Bir yandan ihtilâle karşıymış gibi görünmek ve öte yandan darbe heveslilerine sahip çıkmak hiçbir kuruma, kuruluşa ve kişiye yakışmaz. Muhalefet partilerine de önemli bir görev düşüyor. “Ne de olsa biz iktidarda değiliz. Darbeciler iktidarı yıpratsın, onu iktidardan düşürsün. Belki iktidar sırası bize gelir” diye düşünmesinler. Çünkü geçmiş yıllardaki tecrübeler de gösteriyor ki ihtilâlcilere destek olanlar hiçbir zaman iflâh olmamıştır. Neticede zarar gören siyaset kurumunun kendisi oluyor. Siyaset ve siyasetçi yıprandığı ölçüde de demokrasi yara alıyor. Bu bakımdan darbecilere karşı siyaset kurumunu müdafaa etmek gerekir. Gerek ‘pim çekme’ hadisesi ve gerekse ‘ıslak imza’ hadisesi önümüzdeki günlerde de gündemi meşgul edecek gibi görünüyor. Bir şekilde ‘pim çekme’ ve ‘darbe planlarına imza atma’ devri ve dönemi geride kalmalıdır. ‘Pimi çekilmiş bomba’yı erlerin eline vererek ya da irticayla mücadele eylem planlarına imza atarak Türkiye’yi muasır medeniyetler seviyesine ulaştırmak mümkün değil. Bundan sonra bu anlamda pim çekenler de, imza atanlar da bin kere düşünmek durumunda kalacak. 26.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Faizle kazanıyor, vergi ödemiyorlar |
Türkiye İstatistik Kurumu Temmuz ayı işgücü istatistikleri açıklandı. Resmî işsiz sayısı 3 milyon 267 bin. Geçen yılın aynı dönemine göre artış 842 bin. İş bulmaktan umudunu kesenleri dahil ettiğimizde işsiz sayısı 5 milyonu geçiyor. Sektörler itibariyle incelendiğinde sanayide çalışan 381 bin kişi işini kaybederken, tarımda 364 bin’lik bir artış olmuş. Bunun anlamı şu: Kriz sebebiyle insanlar köyüne sığınmış. Bunlar çalışıyor görünen gizli işsiz. Altının çizilmesi gereken diğer bir husus genç nüfustaki işsizlik oranı. Her dört gençten biri işsiz. Ve çoğu da yüksek tahsilli. Yıllarca dirsek çürüten diplomalı ve şehirli yüzbinler. Sönen umutlar. Cana kıymalar. Sosyal patlamalara gebe bir toplum. Ufukta bir ışık yok. Hükümetin gecikmeli olarak geçen ay ilân ettiği Orta Vadeli Program’da işsizlik oranları 2010’da yüzde 14,6, 2011’de yüzde 14,2, 2012’de yüzde 13,3 olması öngörülüyor. Temmuzdaki oran yüzde 12,8. Demek ki gelecek 3 yıl içinde işsizlik daha da artacak. Tahminler böylesine iç karartıcı ise gerçekleşme ne olur, siz düşünün. Hükümet işsizliğe ve durgunluğa çare olarak malî disiplini gevşetti. Sonuç dokuz aylık bütçe açığı 40,8 milyar liraya çıktı. Bütçe geçen yılın aynı döneminde 4,8 milyar lira açık vermişti. 8 katından fazla. Bütçe Kanunu’nda tahmini açık 10,4 milyar lira idi. Sonra revize edildi. Önce 48 milyar liraya, Orta Vadeli Programda 62,8 milyar liraya çıkarıldı. Açık niye büyüdü? Vergi gelirlerinde hedefe ulaşılamadı. Gelirlerde en büyük düşüş ithalatta meydana gelen daralmaya paralel olarak ithalde alınan KDV’de görüldü. İthalatın düşmesiyle cari açık kapanıyor, döviz ihtiyacımız azalıyor ama vergi gelirlerimiz de olumsuz etkileniyor. Tüketime dayalı vergi sisteminin çarpıklığı bu duruma sebep oluyor. Giderlerde ise yüzde 19,2 artış olmuş. Sebebi transfer harcamaları. Bunun içinde sağlık, emeklilik ve sosyal yardım giderleri 41 milyar 255 milyon TL gibi önemli bir yekûn tutuyor. Geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 57,1 artmış. Bu artışta, işsizlik sebebiyle SGK prim gelirlerindeki azalma ve sosyal güvenlik primi işveren hissesinin 5 puanlık kısmının Hazinece karşılanması önemli rol oynadı. Öte yandan giderler içinde faiz yine en büyük kalemler arasında. Faiz oranlarının düşmesine rağmen dokuz aylık dönemde 45 milyar 512 milyon TL tutarında faiz ödendi. Bu tutar ne mi ifade ediyor? 70 milyon insanımızdan binbir güçlükle toplanan 100 lira verginin 36 lirası faiz adı altında birilerine peşkeş çekilmiş. Kimlere mi? Bir kaç bin yerli ve yabancı yatırımcıya. İnsanın vicdanını sızlatıyor. Alınan borçlar üretim, istihdam, teknolojik gelişmeler alanında mı kullanılmış? Öyle olsa işsizlik en büyük sorun olarak karşımızda durmazdı. Peki, bu 45 milyar lira faiz geliri elde edenler bu kazançlarından dolayı vergi ödüyorlar mı? Yerli yatırımcılarda oran yüzde 10. Milyar da kazansa oran değişmiyor, sabit. Yabancı yatırımcılar mı? Beş kuruş vergi ödemezler. Asgarî ücretli bile yüzde 15 oranında vergilendiriliyor. Şirketlerde ise bu oran yüzde 20. Paradan para kazanan yerli yatırımcı yüzde 10, yabancı yatırımcı yüzde sıfır oranında vergilendirilirken, emeği ile geçinenlerin veya her türlü riski üstlenerek faaliyetlerini sürdürmeye çalışan şirketlerin daha yüksek oranda vergilendirilmesi adalet ilkesi ile bağdaşıyor mu? Bereket, geçen hafta Anayasa Mahkemesi bu gayri adil uygulamaya dur dedi. Bakalım Maliye Bakanlığı bu karardan sonra nasıl bir düzenlemeye gidecek? Ya vergi adaletsizliği derinleşecek ya da bir nebze bile olsa giderilecek. Toparlarsak... İşsizlik... Bütçe açığı... Borçlar... Çözüm bekleyen gerçek sorunlardır. Çare... Büyümektir... Gerisi boş lâftır. 26.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Açılım”ın asıl açmazı… |
“AçIlIm” çok ciddî açmazlarla karşı karşıya. Terörün bitmesi ve “anaların gözyaşlarının dinmesi” için başlatılan “açılım”ın açmazlarının başında, DTP Genel Başkanı’nın, “Anahtarın İmralı’da olduğu” kırılması geliyor. Terör örgütünün, “operasyonlar devam ederse kan akmaya devam edeceği” tehdidini aktaran DTP sözcülerinin, “Öcalan’ın ve terör örgütünün muhatap alınması”nı şart koşması, daha baştan “demokratikleşme”yi zehirleyen handikaplardan… Son kongresinde ve en son “sınırdaki şov”da görüldüğü gibi terör örgütünün kontrolünde olduğu açıkça anlaşılan DTP’nin en üst düzeyde, terörün bitmesinde “etkin ve yetkin olmadıkları”nı itiraf etmesi, bunun ifâdesi. Temsilcilerinin, “Muhatap DTP değil, PKK’dır” deyip, “silâhların susması için terör örgütüyle pazarlığı” önermesi, “açılım”ı çıkmaza sürüklemekte… Öcalan’ın avukatları aracılığıyla Ankara’ya ilettiği ve kamuoyuna duyurduğu, “Türkiye’nin bayrakları ayrı, parlamentoları ayrı, sağlıktan eğitime, mâliyeden din işlerine kadar ayrı ayrı yönetilen, “federasyon”un ötesinde tefrikaya giden “yol haritası”nın, DTP’nin Meclis’e sunduğu raporda da esas alınması, bunun bir diğer göstergesi. DTP eşbaşkanlarının meydanlarda, kongrede, İmralı’dan, Kandil’den, PKK’dan aldıkları tâlimatla, ayrılığa ve bölünmeye-parçalanma fitnesine kapı açan ve öteden beri uluslar arası bir ifsad ve tefrika projesi olduğu, sırıtan “talepleri” yerine getirilmediği takdirde “terör sürecek” şantajıyla terörü bir koz olarak kullanması, bunun belgesi…
“TERÖRÜN BİTMESİ”NİN GÜVENCESİ NEDİR? Belli ki DTP’nin irâdesi yok. Maskeli PKK militanları tarafından basılan ve Öcalan’ın posterlerinin gezdirildiği kongresinde bu açıkça görüldü. Ortalıkta gözükenlerin, aslında terör örgütünün kontrolünde oldukları ve terörist başına rağmen bir irâde beyânında bulunamayacakları, son “sınır şov”unda tescillendi… Peki bu durumda, “açılım”ın ana hedefi olan “terörün durması”nda Ankara hangi mahfili muhatap alacak? Terör örgütünü muhatap almasının hangi teminatı olacak? Diyelim İmralı’daki Öcalan ya da Kandil’deki Karayılan “muhatap” alındı; bu terörü sona erdirecek mi? Terör örgütü, “terörden vazgeçtiğini” taahhüd etse bile bunun güvencesi ne olacak? Yarın bu “anlaşmayı” kabul etmeyen beş bini aşkın teröristi barındıran bir örgütten ayrılacak bir kolun terörü devam ettiremeyeceğinin güvencesi nedir? Bu sorular, kimin kontrolünde olduğu bilinmeyen, hep “maşa” olarak kullanılan terör örgütüyle hiçbir “anlaşma” ve “müzâkere”nin olmayacağını göstermekte. Meşrû olmayan mercilerle hiçbir meşrû, kalıcı, netice alıcı işin başarılamayacağını ortaya koymakta… Tam da aralarında Karayılan’ın tâlimatıyla Kandil’den gönderilen sekiz PKK’lının bulunduğu 34 kişilik grubun âlâyı vâlâ ile sınırda kabul edildikleri günde, PKK’nın Hakkâri Çukurca’da askerî üs bölgesine havan topu saldırısını düzenleyip bir askeri yaralaması, terör örgütünün muhatap alınmayacağının en açık işâreti…
KIRILMA VE TENÂKUZLAR… “Açılım”ın bir diğer ciddî açmazı, sınırda bir kahraman gibi büyük bir şamata ile Öcalan’ın posterleri, terörist başını öven sloganlar eşliğinde karşılanan PKK’lıların, “Önderliğin tâlilmatı”yla geldiklerini söylemeleri. Açık açık, “İmralı’dan emir aldık, onun için geldik” demeleri… Dahası, kendilerine sorulmadığı halde savcılara ve sonra bütün medyanın önünde “pişman olmadıkları”nı ve “etkin pişmanlık yasası”ndan yararlanmak istemediklerini dile getirmeleri. Bir nev'î zafer havasında âdeta meydan okumaları… “Pişman değilim” diyenin “pişmanlık yasası”ndan yararlanması mümkün olmadığına göre, hukuk kurallarının çiğnenerek, yargı ihlâl edilerek “barış” nasıl sağlanacak? Hukuk siyaseti değil, siyasetin hukuku teslim aldığı tartışmaları ortasında, “açılım” nasıl başarıya ulaşacak? “Açılım”ın bir diğer garip bir çelişkisi, bir yandan terörist başının posterleri altında bağlılıklarını belirtip örgüte üye olduklarını kamuoyu önünde deklâre eden PKK’lılar “jet yargılama”ya serbest bırakılırken, diğer yandan daha önce örgüte üye oldukları ve sırf Öcalan’ın posterini, PKK’nın bayrağını taşıdıkları için bazı sempatizanların suçlu ceza alıp içeride tutulmaları… Bütün bu kırılma ve tenâkuzlar, “açılım”ı ciddî riske atmakta. Bundandır ki Başbakan, daha önce “sevinç tablosu” diyen Başbakan şimdi “itidal” tavsiye etmekte. “Şov”lara son verilmesini isteyip, “Aksi halde süreçte başa döneriz” ikazını yapmakta… 26.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Resûlullah’ı (asm) en çok sevindiren hadise |
Ticaret maksadıyla Yemen’e gittiğinde Ezdilerden, yaşlı, bilgili bir zata misafir oldu. Sohbet esnasında aralarında ilginç konuşmalar geçmiş, ona nereli, hangi kabile kolu ve kimlerden olduğunu sormuş, öğrenmiş, beklediği cevapları alınca da karnını açmasını istemiş, o da sebebini sorduğunda ihtiyar şunları söylemişti: “Ben, Harem’de bir peygamber gönderileceğini ve ona, bir genç ile bir olgun kişinin yardımcı olacağını, sağlam ve doğru bilgiler içinde buldum. “Genç olan gözünü daldan budaktan sakınmaz, atılgan, güçlüklere göğüs geren biri; olgun olan da, beyaz ve zayıf vücutlu, karnında bir ben ve sol uyluğunda da, bir işaret bulunan bir kişidir. Artık, senden istediğimi, bana gösterip göstermemekte serbestsin. “Doğrusu sen, karnını açıp bana bu işaretleri göstermekle, bana gizli kalan sıfatını, bildirmiş bulunacaksın!” Bunun üzerine o zat, ihtiyar bilgine karnını gösterdi. Bilgin, göbeğinin üzerindeki siyah ‘ben’i görünce heyecanlanıp “Kâbe’nin Rabbine and olsun ki, sen osun! Artık sana yüklenen işte temkinli ol! Doğru yolu bırakıp eğriliğe sapma! Orta yolu tut! Allah’ın, sana verdiği köle ve cariyeler hakkında Allah’tan kork!” Mümtaz misafiri Yemen’deki işini bitirip vedalaşırlarken de ihtiyar bilginin yanına uğramış, yaşlı adama, “O Peygamber hakkında söylemiş olduğum beyitleri, ona iletir misin?” diye sormuş, o da, “Olur!” diye cevap vermiş, bunun üzerine ihtiyar bilgin beyitleri okumuştu. Bu muhterem insan Mekke’ye döndüğünde arkadaşlarına kendisi yokken Mekke’de neler olup bitttiğini sormuş, onlar da Hz. Muhammed’in (asm) peygamberliğini ilân ettiğinden söz etmişlerdi. Bu müjde onun coşmasına, sevinçten uçar hâle gelmesine yetmişti. Hemen Peygamberimizin (asm) evine koştu. İlk sözü, “Ey Muhammed! Uzun zamandan beri göremiyorum, nasılsın?” oldu. Sonra da karşılıklı konuşmaya başladılar. Allah Resûlü (asm), “Halimi sana anlatsam bana inanır mısın?” “Sana inanmazsam, kime inanacağım? Yâ Ebe’l-Kasım! Peygamberlik iddiâsında bulunduğun, kavminden ayrıldığın ve atalarının dinini kötüleyip, inkâr ettiğin doğru mu?” Kâinatın Efendisi (asm) gülümsemiş, peygamber olarak gönderildiğini ve kendisine iman etmesini istemiş, delil isteyince de, “Yemen’de buluştuğun ihtiyardır!” cevabını vermişti. Tahkik ehliydi tüccar arkadaşı. Hemen “Ben Yemen’de kaç ihtiyarla görüştüm, hangisidir?” sormuş, “Beyitleri, sana hayırlı olan ihtiyardır!” cevabını alınca da heyecanlanmış ve “Ey sevgili dostum! Bunu, sana kim haber verdi?” diye sormaktan kendini alamamış, “Benden önceki peygamberlere gelmiş olan büyük melek haber verdi!” dediğinde de, “Uzat elini! Ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur! Sen de Allah’ın kulu ve Resûlüsün!” diyerek defalarca Kelime-i Şehadet getirip İslâmla şereflenen ilk erkek kişi olmuştu.1 Resûlullah’ı son derece sevindiren bu itibarlı dostu Hz. Ebû Bekir’den başkası değildi. Allah Resûlü (asm) o kadar sevinmişti ki, Hz. Âişe’nin belirttiğine göre, onu Hz. Ebû Bekir’in Müslüman oluşundan daha çok sevindiren bir hadise olmamıştı.
Dipnot: 1- İbni Hişam, Sire, 1:266-269; İbni Sa’d, Tabakat, 3:171-172. 26.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Tevekkülü yanlış anlamamız bizi geri bıraktı |
“Rus’u mağlûp eden Japon başkumandanının İslâmiyetin hakkaniyetine şehadeti de şudur ki: “Hakîkat-i İslamiyetin kuvveti nisbetinde, Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip terakkî ettiğini tarih gösteriyor. Ve ehl-i İslâmın hakîkat-i İslâmiyede zaafiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini, vahşete ve tedennîye düştüklerini ve herc ü merc içinde belâlara, mağlûbiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor. Sair dinler ise bilâkistir...”1 İslâm âleminin geri kalmasının sebeplerinden birisi, tevekkülü yanlış anlaması ve tembellik döşeğine düşmesidir. Tevekkül nedir; mü’min nasıl tevekkül etmeli; tevekkül-kader bağlantısı nedir? Nasıl bir tevekkül anlayışıdır ki, Müslümanları sefalet ve fakirliğin pençesine atmış? Tevekkül, bir iş, bir fiil için lüzumlu olan şartları hazırlayıp, gerekli çalışmayı yaptıktan sonra sonucu Allah’tan beklemektir. Yoksa imtihan, sebepler, kanunlar ve hikmet dünyasında sebeplere müracaat etmeden, çalışmayı yapmadan Allah’tan beklemek tevekkül değil, tembelliktir. Kur’ân’da birçok yerde tevekkül emredilir. Bu âyet-i kerîmelerden bâzıları şöyledir: “Sen, ezelî ve ebedî hayat sahibi olan ve kendisine ölüm asla ârız olmayan Allah’a tevekkül et ve Onu hamd ile tesbih et”, “Kudreti her şeye gâlip olan ve rahmeti her şeyi kuşatan Allah’a tevekkül et”, “Allah’a tevekkül et”, “Allah’a tevekkül et, vekil olarak Allah yeter”, “Kâfirlerin ve münâfıkların sözlerini dinleme, eziyetlerine aldırma. Allah’a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter”, “O Allah ki, O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Öyle ise mü’minler yalnız Allah’a tevekkül etsinler.” 2 Tevekkül, sebepleri bütün bütün reddetmek olmadığı gibi, her şeyi sebeplerden bilmek de değildir. Onların sadece bir perde, tesir sahibinin Allah olduğunu, ama onlara da müracaat etmek gerektiğini bilmektir. Meselâ, tarlayı, bağ-bahçeyi şartlarına uyarak ekip, mahsulü Allah’tan beklemektir. Kâinattaki düzen, kanunlar ve hikmet sebeplere uymayı gerektirir. Şu halde tevekkül, Allah’a imân derecesine göre kuvvet kazanır. Kadere imân, tevekkül neticesidir. Tevekkül ve tembellik arasında ince bir perde vardır. Onu iyi tahlil etmek gerekir. Şöyle özetlenmiştir: “Tertib-i mukaddematta tevfiz tembelliktir; terettüb-ü neticede tevekküldür.” 3 Yani, bir şeyi tertip etmeye başlamadan işi Allah’a havale etmek tembellik; sebeplere müracaat ettikten, şartları yerine getirdikten sonra sonucu Allah’tan beklemek tevekküldür. Tevekkülün insana kazandırdığı sayısız fayda ve güzelliklerden bazıları, istikbal endişelerinden, korkularından kurtulmak; sıkıntı ve musîbetlere karşı dayanma gücü elde etmek; başkalarına dalkavukluk ve dilencilik etmemek; zillet ve minnetlerden kurtulmaktır. Tevekkül eden, aynı zamanda, gayr-i meşrû yollara tevessül etmez. Bütün vehim, şüphe ve vesveseleri yok eden, iksirli bir ilâç olan tevekküle yapışılmazsa vicdân sıkıntı içinde kalır; tesadüflerin, tabiat hâdiselerinin oyuncağı olur. Allah’a tevekkül etmeyen, insanlara güvenecek veya onlardan yardım bekleyecektir. İnsanlar âciz, zayıf oldukları gibi sözlerinde durmayabilir veya imkân bulamayabilirler. O takdirde de tevekkülsüzün ümidi kırılır, hayalleri söner, endişe ve vesveseye kapılır. Bu ise, azap içinde azaptır. Gerçek huzur ancak tevekkülle mümkündür. Çünkü tevhîd teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül ise iki cihan mutluluğunu gerektirir.4 Yâni, Allah’ın varlığı ve birliğine imân etmek, O’na teslim olmayı, teslim olmak tevekkülü, tevekkül ise, hem dünya, hem âhiret mutluluğunu gerektirir.
Dipnotlar: 1- Tarihçe-i Hayat, s. 80. 2- Kur’ân, Furkan 58, Şuarâ, 217, Neml, 79, Ahzâb, 3, Ahzâb, 48, Teğabûn, 13. 3- Mektubat, s. 461. 4- Sözler, s. 284. 26.10.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Kısa ve net |
Son günlerde, özellikle dışardaki terör örgütü mensuplarının gelip teslim olmalarıyla başlayan çalkantılı gelişmeler sebebiyle, pekçok kişinin kafası karıştı, zihni bulandı. Şüpheler, tereddütler, zanlar birbirini kovalarken, "Bundan sonra neler olacak?" sorusu da, hem endişe, hem de merak duygusunu şiddetle tahrik etmeye başladı. "Kürt açılımı"yla bağlantılı olarak dile getirilen "terörü bitirme" plânının kime veya nereye ait olduğu, hükümetin gelişmelere ne ölçüde hakimiyet kurabildiği ve bilhassa siyasî partilerin arasındaki temel ihtilâfın gerçekte ne olduğu yönündeki sorular da, zihinleri allak–bullak eden önemli faktörler arasında. Bu kaotik tablo karşısında, şimdilik kaydıyla burada "kısa ve net" olarak sizlere bazı bilgileri aktarmak istiyoruz. Bu bilgiler, bizim temel ölçü ve esaslarımıza da muvafık ve mutabık düşüyor olmalı ümidindeyiz. * "Ehven–i şerreyni ihtiyar" bizim için fevkalâde mühim bir temel düstûrdur. Buna göre, 1) Sabıkasız terörist, cinayet işlemiş sabıkalıya göre ehvenişerdir. 2) Silâhı bırakıp dağdan inen terör örgütü mensupları, silâhı elinden bırakmayanlara göre ehvenişerdir. * Aynı şekilde, fikir ve inanç noktasında aralarında pek bir fark bulunmayan PKK'lılar ile DTP'lileri bu içtimaî mihenge vurduğumuzda, silâhlı değil de siyasî yoldan mücadele etmeyi tercih edenler ehvenişerdir. Buna göre PKK, âzamüşşerdir. * Terörü bitirme plânı gibi, bağlantılı olarak yaşanan son gelişmeler de, tümüyle hükümetin kontrol ve inisiyatifi altında değildir. Ancak iç ve dış konjonktör, bölgeyi terörden arındırma noktasında birbirine paralel düşmüş görünüyor. Bakın ABD bile, yirmi beş yıldır uyuşturucu işiyle de uğraşan PKK elebaşılarını daha yeni "uyuşturucu baronları" listesine dahil etti. Hayli gecikmiş olsa da, bu gelişmeyi hem onların menfaatına, hem de Türkiye'nin hayrına yormak mümkün. * Beşir Atalay hariç, hükümetin etkili diğer erkânını bu meselede pek samimî göremediğimizi belirtmek durumundayız. Zira, sayın Başbakan'ın kendisi bile, alkış alacağını umduğu yerde bu açılımı alabildiğine sahiplenmeye çalışırken, sıkıştığı noktada ise "Bu bir devlet projesidir" diyerek yükü omuzundan indirme cihetine gidiyor. Öte yandan, hesapta olmayan nâhoş görüntülerin sergilenmesi sebebiyle ülke genelinde oluşan tepki ve ajitasyonu fark edince de, hemen suçun faturasını DTP'lilere yükleme, hatta "silbaştan" tehdidinde bulunma cihetine gidiyor. "Oylar, alkışlar, aferinler bana; suçlar, günâhlar, vebâller başkasına" mantığını tasvip etmek mümkün değil.
10. Yıl Affı (Bir kişi hariç)
Cumhuriyet'in 10. yılı münasebetiyle, 1933 yılı Ekim'inde devlet ve hükümet birimleri tarafından bir dizi gösteriş, hareket ve faaliyetin planlaması yapıldı. Bu planın bir parçasını da, 26 Ekim 1933'te Meclis'te kabul edilen "genel af" teşkil ediyordu. Af kapsamına dahil edilenler, 28 Temmuz 1933 tarihinden evvel suç işlemiş görülenler oldu. Bu tarihten sonra suç işleyenler ile aynı suçtan (hırsızlık, kaçakçılık, zimmet, rüşvet) iki defadan fazla mahkûm olmuş kişiler, af kapsamına alınmadı. Ayrıca, Hilafetin kaldırılması ve Osmanlı Hanedanının yurt dışına çıkarılmasına dair kànun şümûlündeki şahıslar ile meşhûr 150'likler listesine dahil olan kişiler, bu affın dışında tutuldu. Çıkarılan af kànunuyla, bazı suçlar (özellikle basın suçları) hakkında takibat yapılmaması, bazı cezalarda ise indirime gidilmesi sağlandı. Ayrıca, kànun kaçaklarının ve İstiklâl Mahkemeleri tarafından mahkûm edilen Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile İzmir Sûikastı mahkûmlarının cezaları da affedildi. Önemli bir başka nokta da şudur: 1 Ocak 1934'ten itibaren tahliye edilen mahkûmların arasında "komünizm faaliyeti"nden dolayı hüküm giymiş mahkûmlar da vardı. Meselâ, Boz Mehmet, Zeki Baştımar ve Babaeskili Cevat ismiyle şöhret bulan bu kişilerin 1 Ocak günü tahliye edildikleri haberi, o dönemin gazetelerinde yer aldı. Bu da gösteriyor ki, mükerrer olmamak üzere—komünizm dahil—suç işleyen veya suçlu görülenlerin tamamı bir şekilde affedildi; ancak, bir kişi istisna... Evet, 1934'te hayata geçirilen 10. Yıl Affından sadece ve sadece bir tek kişi istisna tutuldu: Bediüzzaman Said Nursî. Barla'da sürgün hayatı yaşayan Bediüzzaman, üstelik hiçbir suçu olmadığı halde serbest bırakılmadı ve memleketine gitmesine müsaade edilmedi. O tarihlerde sürgün cezasına çarptırılan başka kimseler de vardı. Onlar affedildi ve ülke içinde serbestçe dolaşmalarına müsaade edildi. Esasında, Üstad Bediüzzaman'ın tâbiriyle "kàbil–i af olmayan" kimseler dahi affedilip serbest bırakıldılar. Ne var ki, sıra Bediüzzaman Said Nursî'ye gelince, devlet ve hükümet yetkilileri yan çizerek, yamukluk yaparak, adâletten büsbütün saparak, onu bütün vatandaşlık haklarından ve medenî hukuktan mahrûm bıraktılar. Daha da acip olanı şudur ki: Fiilî af uygulamasının başladığı 1934 yılı başlarından itibaren, Said Nursî, eskisinden çok daha ağır baskılara mâruz bırakıldı. Serbest bırakmak bir yana, onu aynı yılın ortalarında Barla'dan Isparta'ya yine menfî olarak sevk ettiler. Üstelik, Isparta'da da rahat bırakmadılar. Daimî takip ve tarassut altında tuttular. "Kiminle görüşüyor? Kiminle mektuplaşıyor? Niçin kırlara çıkıyor?" gibi bahanelerle, onu ve talebelerini sorguya çektiler. Ve, sonunda 120 talabesiyle birlikte Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesine sevk ettiler. Tam bir utanç manzarası... Cumhuriyet'in 10. yılı itibariyle de tam bir yüzkarası... Hani umumî af çıkmıştı? Hani katiller, caniler, ırz ve namus düşmanları bile affedilmiş, basın–yayın suçlarının ise takip edilmesi bile men'edilmişti? Demek ki, bütün bunlar kocaman bir yalan, aldatma ve gözboyamaktan ibaretmiş. O günlerde ayrıca 10. Yıl Marşı yazılmış, 10. Yıl Nuktu okunmuş, "az zamanda çok büyük işler" yapılmıştı gerçi; işte o büyük işlerden biri de, Bediüzzaman Said Nursî'yi—suçsuz olduğu halde—serbest bırakmamak, hatta üzerindeki baskı ve takibatı daha da şiddetlendirmek olmuştur. Nitekim, Eskişehir Hapsinden kurtulan Bediüzzaman, yine serbest bırakılmadı ve 8 yıl sürecek yeni bir sürgün diyârı olarak Kastamonu'ya sevk edildi. 26.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Risâle-i Nur'un makamı |
Mustafa Bey: “Mücedditler ne zaman gelirler ve ne görev yaparlar? Risâle-i Nûr’un dindeki makâmı nedir?”
Her yüz yılda bir Müceddid-i Dîn geleceğine dayalı bir Peygamber (asm) müjdesinin varlığı ve sıhhati konusunda hiç kimsenin şüphesi yok.1 Âhirzamanda bir mehdînin geleceğine dayalı rivâyetler de sahih.2 Hattâ Bedîüzzaman’ın ifâdesiyle Cenâb-ı Hakkın, her asırda bir nev'î mehdiyet vazifesini yapacak müceddidleri gönderdiği de muhakkak. Ancak bunlarla ilgili rivâyetlerin bir kısmının müteşâbih olması, bir kısmının da ısrarla sadece siyâsî birer makam olarak yorumlanması çabaları, ifrat ve tefrit fikirleri doğurmuş. Bazıları bu makamları tamamen inkâr ederken; bazıları da Peygamberlerden beklemediği ve görmediği güç ve kudreti bu makam sahiplerinden bekleyen bir anlayış içine girmiş. Oysa Bedîüzzaman’ın mesleği ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mesleğidir. Bu meslekte ifrat ve tefrit yoktur, abartılı yorumlar yoktur. Resûlullah Efendimiz’in (asm) müjde ettiği şekilde, her yüz yılda bir “Müceddid-i Dîn” geleceğine dayalı haber vahiy kaynaklı. Bunda şüphe yok. Ama bu siyâsî bir makam değil. Bunda da şüphe yok. Mehdiyet mes’elesi de siyâset öncelikli bir mes’ele değildir. Zâten kelime olarak “müceddid” de, “mehdiyet” de İslâmiyetin özü olan “Tevhid” ile çok yakın irtibatı bulunan kavramlardır. Yani her iki kurum için de ana temâ Tevhiddir. Peygamberler de hep Tevhid İnancını yerleştirmeye çalışmışlardır. Çünkü nedense sarsılan inanç hep Tevhid inancı olmuştur. Tevhid inancı sağlam olan milletler hep ayakta kalmışlar ve güçlü olmuşlar. Çünkü Allah’ın bir olduğuna, her yerde hâzır ve nâzır olduğuna inanan ve Allah korkusunu yüreğinde duyan milletler hiç değilse kötü çığırlardan ve ahlâksızlıklardan uzak kalmışlardır. İslâm Tarihi boyunca da müceddidlerin hemen hepsinin Tevhid öncelikli vazîfelerle geldiklerini görüyoruz. Çünkü Tevhid dini için, Tevhid esasının ve inancının sağlamlığını temin etmek ve sıhhatini korumak önemli bir görevdir. Müceddidler, çağlarında dinin yıpranma alanına göre bazen kalbî bir yol açarak tasavvuf sâhasında; bazen akıl, ilim ve hikmet yoluyla fıkıh veya kelâm sahasında tecdid ve içtihad vazîfelerini yürütmüşlerdir. Hemen çoğu yaşadıkları devirlerdeki siyâsetin gazabına uğramışlar, en azından lütuf görmemişler, anlaşılmamışlardır. Meselâ İmam-ı Azam Ebû Hanîfe ve Ahmed b. Hanbel gibi nice Müçtehitler hapishanelerde çile doldurmuşlar. Fakat hepsi de çağlarından sonra ümmet tarafından kabul görmüş, başa taç edilmiştir. Çünkü İslâmiyetin korunması bizzat Cenâb-ı Hakkın taahhüt ettiği bir meseledir. Cenâb-ı Hak, “Muhakkak Zikr’i biz indirdik; onun koruyucusu da elbet biziz”3 buyurarak, Kur’ân’ın ve Kur’ân’dan beslenen Tevhid İnancının ve İslâmiyetin bizzat taraf-ı İlâhîce muhafaza altına alındığını beyan etmiştir. Peygamberler dönemi kapandığına göre; Tevhîd İnancının muhafazasının, kendisine vazîfe verilen Muhakkik ve ehil âlimler eliyle yapılacağı noktasındaki haberler elbet âdetullah’a da uygundur. Bu Muhakkik âlimlerin, âdetullaha uygun olmayan güç ve kudret ile donatılmış olacağı tarzındaki telâkkîler ile bu müessese gölgede bırakılmaya çalışılmamalıdır. Zîra mehdiyetle ilgili müteşâbih rivâyetlerde, âdetullaha ve teklif sırrına uygun düşmeyen kanaatler ve telâkkîler, meselâ mehdinin akşamdan sabaha bütün âlemi ıslâh edeceği şeklindeki yaygın ve yanlış kanaat, kimi çevrelerce mehdiyetin inkârına sebep teşkil edebilmiştir. Oysa Bedîüzzaman’a gelinceye kadar böyle müteşâbih haberler doğru yorumlanabilmiş olsaydı, mehdiyetin inkârına da kapı açılmazdı. Tevhid inancına bağlılığı ve teslimiyeti sarsılmış bir asırda gelen Risâle-i Nûr da bütün mesâisini îman esasları üzerinde yoğunlaştırmış, îman bayrağını yeniden gönül burçlarına dikmiştir. Said Nursî Hazretleri (ra) Risâle-i Nûr’un vazifesini şöyle tanımlar: “Risâle-i Nur, sâir ulemânın eserleri gibi yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez ve evliyâ misillû; yalnız kalbin keşif ve zevkiyle hareket etmiyor; belki akıl ve kalbin ittihat ve imtizâcı ve ruh ve sâir letâifin teâvünü ayağıyla hareket ederek evc-i âlâya uçar. Taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar, hakâik-i îmâniyeyi kör gözüne de gösterir.” 4 Müellif-i Muhteremi Risâle-i Nûr’un; Tevhid hakikati için, tasavvur değil, tasdik; teslim değil, iman; marifet değil, şehâdet ve şuhud; taklit değil, tahkik; iltizam değil, iz’an; tasavvuf değil, hakikat ve dâvâ değil, dâvâ içinde burhan olduğunu beyan eder.5 Felsefenin kör gözü iman hakikatleri ile aydınlanmadıkça Risâle-i Nur vazifesini bitirmeyecek ve devrini tamamlamayacaktır. Risâle-i Nur ile imanlarını kurtaranların, başkalarının imanlarının kurtulmasına hizmet etmeyi bir vicdan ve fıtrat borcu bilmeleri, vefa ve sadakat duygularının kendilerine yüklediği bir görevdir. Risâle-i Nur, Kur’ân’ın iman hakikatlerini bildiren ayetlerini çağdaş bir üslûp içinde izah eden bir Kur’ân tefsiridir, İslâmiyeti çağımızın anlayacağı bir dil ile yeniden yorumlayan bir din yenileyicisidir. Müellif-i Muhterem Bedîüzzaman Said Nursî, dinde Müceddiddir ve Mehdîdir. Hiç mübalâğa etmiyoruz. Delil isteyeni, Risâle-i Nûr’un iki kapağını açmaya dâvet ediyoruz.
Dipnotlar: 1- Ebû Dâvûd, Melâhim, 1. 2- Feth’ül-Kebîr, 2/143. 3- Hicr Sûresi, 15/9. 4- Kastamonu Lâhikası, 13. 5- Mektûbât, 365. 26.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehtap YILDIRIM |
|
Hizmet, himmet ister |
“Hİzmet etmek adına en çok nasıl bir imkâna sahip olmak ve ne yapmak isterdiniz?” diye bir soru yöneltilse bir çok kişiden “Çok zengin olmak isterdim” cevabını duymamız muhtemeldir. Cevabın devamında ise zengin olmak isteğinin altında yatan sebepler sıralanır. Hayır hasenatta bulunabilmek, fakirleri gözetmek, hastaneler, okullar, camiler yaptırmak, yeni dershaneler açmak, talebelerin ihtiyaçlarını karşılamak... Nitekim buna benzer bir soru, sahabe efendilerimizin bulunduğu bir ilim meclisinde Hz. Ömer (ra) tarafından sorulmuş: “Sizler İslâm’a hizmet etmek istiyorsunuz. Cenâb-ı Hak duânızı hemen kabul edecek olsa, en çok ne isterdiniz?” Birisi bir sandık dolusu altın istediğini söylemiş. Onunla İslâm’a hizmet edeyim diye. Başka biri de bir sandık dolusu gümüş istediğini söylemiş. Niyet yine hizmet. Bir başkası sahrâlar dolusu koyunu olmasını istemiş. O koyunların yününü, etini, sütünü Müslüman kardeşleriyle paylaşmakmış niyeti. Böyle herkes teker teker neler istediğini sayarken, sahabelerden biri Hz. Ömer’e (ra), “İslâm’a hizmet için sen ne isterdin ya Ömer?” diye sormuş. O âna kadar verilen cevapları pek beğenmediği anlaşılan Hz. Ömer (ra): “Eğer Cenâb-ı Hak benim duâmı kabul edip de istediğimi verecek olsaydı, ne sizin gibi sandık dolusu altın, gümüş; ne sizin gibi sahralar dolusu koyun, sığır, deve isterdim. Ben Allah’tan adam isterdim, adam” diyor ve ekliyor: “Ebu Ubeyde gibi, Ebu Zer gibi, Muaz ibn-i Cebel gibi adamlar isterdim.” Hz. Ömer (ra) Efendimizin bu isteği, bana Üstâd Hazretlerinin isteğini hatırlattı. Bilindiği üzere Bediüzzaman’ın en büyük ideallerinden birisi, Van, Diyarbakır ve Bitlis’te “Medresetüzzehra” nâmıyla üniversiteler açmak ve din ilimleri ile fen ilimlerinin bir arada okutulmasını sağlamaktı. Van Gölü kenarında tefekkürle meşgul olurken, şöyle bir arzusunu dile getirir: “Akdamar Adasında on senede elli talebe yetiştirsem, İslâm’ı dünyaya hâkim kılarım.” İslâm’a hizmet etmek için zenginlik istemiyor, kuvvetli ordular ve modern silâhlar da istemiyor. İstediği şey, Van Gölü içindeki ufacık bir ada ve orada yetiştireceği elli kadar talebe. Yani Üstad Hazretleri de, Hz Ömer (ra) gibi, himmet sahibi ve hizmet ehli insanlar istiyor. Nitekim Akdamar adasında olmasa da başka yerlerde yetiştirdiği az sayıda talebeleriyle bu arzusuna vâsıl oluyor. Risâle-i Nur’lar bugün kırk dile çevrilmiş olarak dünyanın her tarafında okunabiliyorsa, “saff-ı evvel” dediğimiz o muhabbet fedâilerinin himmet ve gayretlerinin sonucudur. Sahabe mesleğinin âhir zamana bir yansıması olan Nur Hizmetinin kahraman dâvâ adamları da, Peygamber Efendimizin (asm) ve sahabelerin gittiği yolu takip etmişlerdir. Bedîüzzaman Hazretlerinin iman hizmetindeki bir gayesi de; vatan millet menfaatine ahlâklı, terbiyeli, emniyeti temin eden adamlar yetiştirmektir. İnsanlığı sukût etmekten ve canavarlaşmaktan kurtarmaktır. Filozof Diyojen’i gündüz vakti elinde fenerle “Adam arıyorum adam!” diye dolaştıran da bu ihtiyaç olsa gerek. Her asırda asayişi temin ve hizmet için en önemli ihtiyaç yetişmiş adam ihtiyacı olmuştur. Hizmet etmek için zenginlik istemenin de bir mahsuru yoktur elbette. Ama insanda hizmet aşkı ve himmet duygusu yoksa, para ve mal mülk gibi maddî zenginliklerle hizmet etmesi mümkün değildir. Hatta zenginliğin bir takım vartaları da vardır. Bazı zayıf kalpli insanlarda zenginlik bir ayak bağı olabilir. Servetini muhafaza etmek için insana hizmetini unutturabilir. İnsan paraya hükmetmesini bilmezse, para insana hükmetmeye başlar. O zaman Zübeyir Ağabeyin deyimiyle “paralandıkça paralanır” insan ve hizmet yerine hezimet ortaya çıkar. İslâm’a hizmet eden, imanın nurunu yeniden parlatan İslâm fedâilerine baktığımız zaman, hemen hepsinin maddî yönden fakir, malı mülkü, serveti ve şöhreti olmayan insanlar olduğunu görürüz. İbrahim Ethem gibi Allah dostları ise, tacı tahtı bırakıp çileye talip olarak hizmete koşmuşlardır. Hizmet için kalp ve gönül zenginliği ehl-i hizmete kâfi gelmiştir. Demek ki himmet olmadan hizmet etmek mümkün değildir. 26.10.2009 E-Posta: [email protected] |