Basından Seçmeler |
Atatürk’ü koruma kanunu kaldIrIlmalI
Geçenlerde yayınlanan AB ilerleme raporunda ifade özgürlüğünü kısıtlayıcı kanunlar arasında Atatürk’ü koruma kanunu da sayıldı. Kanunun çıktığı 1951’den günümüze kaç kişinin yargılandığını sonuçlarıyla beraber öğrenmek isterdim. Ancak Adalet Bakanlığı’nın istatistikleri arasında Türkiye’nin bu açıdan çekilmiş toplu bir fotoğrafı yoktu. Sadece 1987-2008 dönemine ait bazı rakamlara ulaşabildim. Söz konusu kanunu, öncelikle Kemalist ve Kemalist olmayan hukukçularla konuşmayı denedim. Çekingen davrandıklarını görünce, bu tür davalara giren bir avukat aradım. Karşıma Hukukçular Derneği Anayasa Komisyonunda görev yapan Cüneyt Toraman çıktı. Kendisi 5816 sayılı yasaya muhalefetten yargılanan çok sayıda kişinin avukatlığını üstlendiğinden, bu kanunun uygulamalarına tanık olmuştu. Çeşitli dergi ve gazetelerde güncel konular ve hukukla ilgili yazıları yayınlanan Toraman, 25 yıldır İstanbul’da serbest avukatlık ve Hukuki Danışmanlık yapmakta. Kamuoyunda Atatürk’ü Koruma Kanunu olarak bilinen 5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun, 1951’de yürürlüğe girdi. Menderes Hükümeti’ni seçimden bir yıl sonra bu kanunu çıkartmaya, o dönemde Ticaniler’in Atatürk büstlerine saldırısının yönelttiği söylenir. Gerçek sebep bu mudur? Bazı kaynaklara göre, bir gecede 17 tane büst kırma olayı oldu. Menderesin nereden geldiğini tahmin ettiği bu saldırılara karşı sessiz kalması düşünülemezdi Fakat asıl sebep bu saldırılar değil. Atatürk vefat ettikten sonra İnönü Cumhurbaşkanı oldu. Milli şef dönemi başladı. Paraların üstünden Atatürk resimlerini kaldırdı, kendi resimlerini bastırdı. İnönü Cumhurbaşkanı iken bile CHP’nin genel başkanıydı. Menderes Başbakan olduktan sonra İnönü cumhurbaşkanlığından ayrılıp ana muhalefet partisi başkanı oldu. (...) Menderesin Atatürk’ü koruma kanununu çıkarmasıyla İnönü’nün önemli bir atağı sonuçsuz kalmış oldu. Esasen böyle bir kanuna ihtiyaç olmadığını İnönü de Menderes de çok iyi biliyordu. Bu kanun çıktıktan sonra Menderes döneminde saldırı vs. olmadığı için bir uygulama imkanı olmadı. Kanun, 1960 darbesine kadar kadük kaldı. Menderes’in idamından sonra, içi doldurularak vizyona sürüldü. (...) CHP grubu adına Yozgad Milletvekili Avni Doğan söz alıyor ve kanunun tunçtan yapılmış büst ve heykelleri korumaya yönelik hazırladığını ancak asıl korunması gerekenin Atatürk’ün ilke ve inkılapları olduğunu belirterek, yeni bir metin hazırlanması için tasarının Adalet Komisyonuna iadesini istiyor. Hakikaten de yasada Atatürk’ün hatırasına hakaret etmenin cezası en fazla 3 yıl ama heykelleri veya kabrini tahrip etmenin cezası en fazla beş yıl. Heykeli daha mı önemli Atatürk’ten? Tek tuhaflık burada da değil. Suç skalasında da büyük bir tezat var. Bütün dünyada devletler bir tercih ortaya koyar. Der ki bizim için en ağır suç adam öldürmektir. En ağır cezayı da biz buna veriyoruz. Ondan sonra kademe kademe öteki suçlar sıralanır, cezaların da bu sıralamaya göre inmesi lazım. 5816 sayılı kanunun cezası, suç skalasında çok yukarılarda yer alıyor. Mesela ateşli silah bulundurmak, bu suçtan daha hafif. Bir insanın gözünü çıkarmanın cezası, neredeyse bu suçla eşdeğerdedir. Ceza kanununun 86.maddesine göre, öldürücü nahiyelere ateş etmeden, ayaklara yani belinden aşağıya ateş edip birini yaralamanın cezası bu kanunla aynı. Özel belgede sahtecilik, daha hafif bir suç. Aslında ben samimi Atatürkçülerin böyle bir kanundan rahatsızlık duymaları gerektiğini düşünüyorum. Kim kendini “gayri samimi Atatürkçü “olarak nitelendirir ki? Bunu ölçmemiz ebette mümkün değil. Ama Atatürkçülüğün, getirisinin olmadığını kimse söyleyemez. Atatürk’ün gerçekten sevilmesi, sayılması için, böyle bir kanuna ihtiyaç olmadığını düşünüyorum. Ben objektif bir çizgiyi ortaya koyuyorum. Ben demokratik standartlar açısından evrensel bir kriterden bahsediyorum. Demokratik hukuk cetvelinde böyle bir işaret yok. Türkiye’de bütün suçlar içerisinde en az işlenen ve buna mukabil cezası en ağır olan bir suçtan söz ediyoruz. Örneğin, 2007 yılında bütün Türkiye’de 41 bin 819 kişi suç işlediği halde, 5816 sayılı kanuna dayanılarak sadece 8 kişi hakkında soruşturma açılmış, bir kişi hakkında kamu davası açılmış. Suç istatistiklerine bakıldığında, bu suç nedeniyle yapılan soruşturmaların ve kovuşturmaların, parmakla sayılacak kadar az olduğunu görürsünüz. Bu kadar az işlenen bir suç için kanun bulunması, ceza politikalarına da aykırıdır. Bu suçun çok az işlenmesinin, kanundaki yaptırımın ağırlığıyla da hiçbir ilgisi yoktur. Öyle olsa idi, çok daha ağır cezalar içeren suçların işlenmemesi gerekirdi. 25 yıllık mesleki tecrübem bana, sanık olarak yargılanan müvekkillerimin, yaptırımlar konusunda hiç bilgilerinin olmadığını gösterdi. Bakın benim elimde de bazı rakamlar var: 1987’de 110, 1988’de 52, 1989’da 51, 1990’da 66, 1991’de 57, 1992’de 50, 1993’de 62, 1994’de 89 kişi hakkında dava açılmış. Toplamda 31 mahkumiyet, 24 beraat olmuş. 1995’de 94 kişi hakkında dava açılmış, 45’i beraat etmiş, 3 dava düşmüş. 1996’da 124 kişiye dava açılmış, 30 mahkumiyet, 28 beraat var, 5 dava düşmüş. 1997’de 72 dava açılmış, 26 kişi mahkum olmuş, 24 kişi beraat etmiş, 3 dava düşmüş. 1998’de 116 dava var. 44’ü mahkum olmuş, 39’u beraat etmiş, 5 dava düşmüş. 1999’da 104 dava, 42 mahkumiyet, 48 beraat, 10 düşme var. 2000 yılında 82 dava, 49 mahkumiyet, 34 beraat, 5 düşme. 2001 yılında 54 dava, 22 mahkumiyet, 39 beraat, 7 düşme. 2002 yılında rakamlar fırlamış: 581 kişiye dava açılmış. 39 mahkumiyet, 52 beraat olmuş, 7 dava düşmüş. 2003’de 74 dava, 45’i mahkum, 40’ı beraat, 4’ü düşmüş. 2004 yılında 54 sanık ve 36 mahkumiyet, 31 beraat, 5 düşme var. Tabii bu kişilerin içinde başka suçlardan yargılananlar da var. O kararları kapsamıyor bu bilgi. Bu rakamları nasıl yorumlamak lazım? Çok iyi çalışmışsınız. Bu kadar kapsamlı bir bilgiye sahip değilim. Bu rakamlar, benim tezimi doğruluyor. Dikkat ederseniz, yıllık ortalama 50-70 civarında. Türkiye’nin nüfusunu 70 milyon olarak kabul edecek olursak, 70 kişi, 1 milyonda bir kişi demek! Yüzdelerden, bindelik oranlardan değil, milyonda birlerden söz ediyoruz. Yine sizin elde ettiğiniz istatistikler, genellikle iki haneli rakamlar. Belli dönemlerde üç haneli rakamlara fırlamış. Tarihlere dikkatinizi çekmek isterim. Baskının yoğunlaştığı dönemler. Bu da, bu kanunun araç olarak kullanıldığı tezimi doğruluyor. Devam edelim rakamlara. 2005’de 67 yeni dava açılmış. Daha önce açılan davalardan 58’i o yıl karar bağlanmış. Tabii sanık sayısı çok fazla bu davaların. Bunlardan 33’ü mahkum olmuş, 35’i beraat etmiş. 2006 yılında 72 dava açılmış, 87 dava karara bağlanmış, 45 sanık mahkum olmuş, 50 sanık beraat etmiş. 2007’de açılan dava sayısı 57. Karara bağlanan dava sayısı 50. 29 sanık mahkum olmuş, 22 beraat var. 2008’e gelince, 67 yeni dava açılmış, 55 dava sonuçlanmış, 34 mahkumiyet, 17 beraat var. Demin söylediğim ortalamaların devamı niteliğinde bunlar da. 70 milyonlu bir ülkede, bu kadar olay, son derece doğaldır. Böyle bir kanuna gerek olmadığının kanıtları adeta. Heykel ve büst sayısının onlarca kat arttığı ve özel bir korumaya alınmadığı halde, saldırıların olmamasını, böyle bir kanuna ihtiyaç olmadığının kanıtı olarak değerlendiriyorum. (...) Kanun, resmi tarih anlayışının tartışılmasını önlemek amacıyla kullanıldı. Yani ona aykırı ne söylerseniz, suç. Bu kanunun demokrasi standartları açısından yanlış olduğunu düşünenler olsa da, Turgut Özal dahil, bunu dile getirdiğinde irticayla irtibatlandırılacağı için hiç gündeme getirmediler. Hatta şimdi AB ilerleme raporundaki atıftan sonra dahi 1982 Anayasası’nı korumakla görevlendirilen anayasa mahkemesi nezdinde sabıkalı olan AK Parti’nin böyle bir değişikliği gündeme almasını şahsen beklemiyorum. Zaten ilerleme raporunda mahkumiyetler görülmektedir diyor. Kaldırılması yönünde açık bir talep yok. Evet, ifade özgürlüğü kapsamındaki bu beyanların kovuşturmaya uğramasından rahatsızlık dile getiriliyor. Eğer bu konuda dava açılması Adalet Bakanlığı’nın işte eski 312’inci madde gibi iznine tabi tutulursa veya suçun unsurları daha net bir şekilde tanımlanırsa veya ceza limitleri makul seviyeye indirilirse, geçici olarak bu sorun aşılabilir. (...) AİHM’ne götürülen davalar arasında bu kanun nedeniyle Türkiye’nin mahkum olduğu bir dava var mı? Evet.Yılmaz Odabaşı ve Niyazi Koçak, 1993 ile 1996 tarihleri arasında çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanan yazıları bir araya getirerek, “düş ve yaşam” isimli bir kitapta toplamışlardı. Ankara Ağır Ceza Mahkemesi, kitaptaki ifadeler nedeniyle, yazarlardan Yılmaz Odabaşı’nı 2 yıl 6 ay hapis, Niyazi Koçak’ı ise 4 bin 550 TL para cezasına çarptırdı. Bu kişiler, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruda bulundular. Türkiye hükümeti, başvurunun reddi için her türlü argümanı kullandı, 5816 sayılı kanunun gerekliliğini savundu. AİHM, 2006’da verdiği mahkumiyet kararını, ifade özgürlüğünü düzenleyen sözleşmenin 10’uncu maddesine aykırı bularak, Türkiye’yi mahkum etti. Odabaşı’na 6 bin avro ve Koçak’a 2 bin.450 avro manevi tazminat ödenmesini kararlaştırdı. Bu karar, “5816 sayılı kanunun, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine aykırı olduğu” anlamına geliyor. Anayasanın 90.maddesi, onaylanan uluslar arası sözleşmeleri kanun hükmünde kabul ediyor. 7.05.2004 tarihinde, bu maddeye eklenen bir cümle ile, kanun ile insan haklarına ilişkin uluslar arası sözleşmeler arasında aykırılık olması halende, uluslar arası sözleşmenin esas alınacağı şeklinde değişiklik yapıldı. Bu değişiklikle, AİHS, bu sözleşme kapsamında AİHM kararları, mahkemelerce direkt uygulanması gereken bir kanun hükmünde olduğundan, bu karar bütün mahkemeleri bağlamaktadır. Yani bu kanunun kaldırılması mı gerekiyor? Kesinlikle kaldırılması gerektiğini düşünüyorum. Bu kanun, ifade özgürlüğüne aykırı. Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi, cebir ve şiddet içermeyen açıklamaları, ‘ifade özgürlüğü’ kapsamında değerlendiriyor. Yargıtay’ımız da, yakın tarihli bir kararında, (Erdal Taş isimli sanığın temyiz itirazlarını inceleyen Yargıtay 8.ceza Dairesi) ifade özgürlüğünün, “çoğunluk gibi düşünmeme, kurulu düzeni sorgulama, eleştirme ve hatta toplumu sarsıcı nitelik taşımayı” da kapsadığını, sarsıcı nitelik taşıyan, toplumun çoğunluğunu kızdıran ve tartışmaya yönelten fikirlerin de ifade özgürlüğünün koruması altında olduğuna karar vermiştir. Bu kanunun kaldırılmasını istemeyenler, yasanın Atatürk’ü eleştiriyi değil, hakareti yasakladığını öne sürmektedirler. Maalesef uygulama bu iddiayı teyid etmiyor. Bu kanunla korunan değerler zaten başka yasalarla koruma altındadır. Yine de bu kanunun kalkması gerektiğini söylediğinizde şöyle düşünenler olabilir. Atatürk’ hakaret serbest mi olsun istiyorsunuz? Bu kanunun kaldırılması, kesinlikle Atatürk’e hakaret özgürlüğü anlamına gelmeyecektir. Türkiye’de kan davalarının artması üzerine, 24 yıl hapis yerine idam cezası getirildi. Bu değişiklikten sonraki suç istatistiklerine göre, kan gütme saikiyle adam öldürme suçlarında azalma olmamış tam aksine artmış. Yani, cezalar tek başına sonuç getirmiyor. Yaptırımları, bütünün parçaları olarak düşündüğünüz takdirde sonuç alabilirsiniz. Dolayısıyla bir şeyi korumak için onun alt yapısının hazırlanması lazım. Hakaret ile ilgili tazminatlar yaptırımlar vs. caydırıcı hale getirebilir. Ben son dönemdeki manevi tazminatların bu suç sayısını azalttığını düşünüyorum. Daha önce kolay kolay manevi tazminata hükmedilmiyordu. Şimdi çok rahatlıkla eğer ispat edilebiliyorsa tazminat kararı verilebiliyor. Bu yaklaşım, üslubunu değiştirtti insanların. Bu tür yöntemlerle, eğitimle, bu uzun süreç içersinde çözülebilecek bir konu. Yoksa idam cezası bile getirseniz bir bilim adamı yakın tarihle ilgili gerçeklerin peşine düşecektir. Gerçeklerin ortaya çıkmasının da Türkiye’ye zarar vereceği kanaatinde değilim. Nitekim, kanun TBMM’de görüşülürken, daha önce CHP milletvekili olan, 1950 seçimlerinde Meclis’e bağımsız olarak giren Seyhan Milletvekili Sinan Tekelioğlu da bu kanunun anayasaya aykırı ve antidemokratik olduğunu söylüyor ve şöyle devam ediyor: “Çünkü bu kanun bir defa hürriyeti kelamı tamamiyle selbedecektir. Mesela yarın üniversitede inkılap dersleri okutan bir hoca Atatürk’ün mevcut olan nutkunun haricinde bir şey söylerse hocayı mesul mu tutacağız?” Bu değerli milletvekili, kırk elli yıl sonrasını görmüş. Türkiye’de teknik üniversitelerde bile İnkılap tarihi zorunlu ders. Tarihe meraklı iseniz, onlarca rivayet görüş olduğunu görürsünüz. Ama İnkilap tarihi kitaplarının hepsi birbirinin aynıdır. Resmi tezlerin tekrar edilmesinin bilimsel bir yanı olabilir mi? Özetle, yasa kalkacak olsa bu kanuna muhalefetten işlenen suç sayısı artmaz diyorsunuz. Artmaz. Dediğim gibi Ceza Kanunu’nda zaten hakareti yasaklayan kanun maddesi var. Onun uygulanması yeterli olur. Hakaret kavramının, hukukta evrensel bir standardı var. Yani bir sözün, bir eylemin nereye kadar hakaret olduğu, nereye kadar hakaret olmadığını belirleyen içtihatlar var. 5816 sayılı kanun yorumlanırken bu evrensel standardlar uygulanmıyor. En ufak bir zanla, hatta zihnin arka planındaki niyeti okumaya yönelik iddianameler var. Sen demek böyle demek istedin diye. (...) Öte yandan, “Atatürk korunacak en önemli değer. Ona bir kanun çıkarmışız çok mu?” diye düşünmek de mümkün. Dünyanın hiçbir ülkesinde böyle “kişiye özel” bir kanun yok. Kişiye özel kanun olmaması, hukuk devletinin gereklerinden biridir. Prensiplerden ödün veremezsiniz. Prensipleri bir kez bile ihlal ederseniz, ilkeli olduğunuza artık kimseyi inandıramazsınız. İlkelerin ihlali bireyler için kabul edilebilir ve normal karşılanabilir ise de, devlet için asla kabul edilemez. Devlet, şu ilkeyi bir kere çiğnemekle bir şey olmaz diyemez. Türkiye’nin böyle bir ayıptan kurtulması gerekir. Bu davalarda çok ilginç şeyler var. Bu kanunun çıkmasından uzun yıllar önce, kitabının bir yerinde “ayyaş” kelimesini kullandığı için, “sen bununla Atatürk’ü kast ettin” diye hakkında iddianame düzenlenen ve mahkumiyet kararı verilen insanlar var. Piyasada serbestçe satılan kitaplardan alıntı yapanlar hakkında mahkumiyet kararları var. Konuşan: Nuriye Akman Zaman, 25.10.2009 |
26.10.2009 |
Demokrat Parti çözüm olabilir mi?
İster erken, ister zamanında yapılsın, önümüzdeki genel seçimlerde parlamentoya dördüncü bir partinin daha barajı aşarak girmesi, Türk demokrasisinin istikrarlı geleceği açısından hayati önemde... Ve bu partinin “adam gibi” bir merkez partisi olması gerekiyor... AKP liderliğinin sınırsız güç elde etme eğilimleri ancak bu şekilde dizginlenebilir... Ancak modern ve akıllı bir muhalefet ya da aynı özellikte bir iktidar ortağı AKP’yi dengeleyebilir... AKP, siyasal İslamcı kök ideolojisi nedeniyle otoriterleşme potansiyelini gövdesinde ve liderliğinin kişiliğinde zaten hep barındırmaktaydı... İşte bu otoriterleşme potansiyelinin bugün artık fiile geçiyor olmasında, CHP ve MHP’nin sözde muhalefeti pay sahibidir. Bu iki parti Türkiye’nin büyük meseleleri hakkında akılcı, çağın gereklerine cevap veren proje ve çözüm önerileri geliştiremedikleri içindir ki AKP meydanı boş bulmuştur. CHP, dünyaya açık kıyı bölgelerinin, büyük kentlerdeki orta sınıfların ve Alevilerin AKP korkusundan, kısacası kutuplaşmadan beslenerek yaşamayı seçmiş bir siyasi asalaktır. MHP ise kurulduğu Soğuk Savaş yıllarından bugünlere özü itibarı ile değişmeden gelmiştir. Farklıklardan karşıtlık üreten aşırı sağcı bir parti...
KUTUPLAŞMA TEMBELLERİ... Bu arada AKP’nin rolünü de teslim edelim... Öncelikle CHP’nin beslendiği kutuplaşmayı yaratan da AKP’dir. Bir kısır döngünün içindeyiz. Kutuplaşmanın “siyasi lüksü”, muhalefeti tembelleştiriyor; onların tembelliği de AKP’yi alternatifsizleştiriyor. Diğer taraftan, siyaset sınıfının mevcut haliyle bugünden yarına AKP’ye bir alternatif çıkarmasını beklemek gerçekçi olmayabilir. Ama bir “denge” üretmesi pekâlâ mümkün... Makul bir muhalefet yaratmak veya AKP’yle iktidara ortak olmak suretiyle bir denge... “Dengesizlik”, bugün Türk demokrasisinin belki de en önemli sorunu... Dengesizliği büyüten en önemli faktörlerden biri, CHP ve MHP’nin, farklı hareket noktalarından yola çıkarak, “AB karşıtlığı” zemininde buluşmaları oldu... AB’yle üyeliği müzakere eden bir ülkede, iktidarı AB yolunda arkasından iten bir muhalefet yok ise, sürecin dinamiklerini canlı tutmak her zaman mümkün olamıyor. Muhalefetsizlik, özellikle 2005 ve 2006 yıllarında AB odaklı demokratikleşmenin ilerleyememesinde olumsuz rolünü oynadı. Bu yüzden AKP hükümeti kendi siyasi hesaplarını gözeterek AB sürecini “yatırırken” hiç zorlanmadı. Ve demokrasimizin dengeleri bundan zarar gördü...
DP PROGRAMINDAKİ AB VİZYONU Burada sözü yazının girişinde bahsettiğim “dördüncü parti” konusuna getirmek istiyorum... Demokrat Parti (DP), o “dördüncü parti” olabilir mi? DP girişimini bu bakımdan önemsiyorum. DP, 30 Ekim’de ANAP’la birleşme kongresini düzenliyor. ANAP kendisini feshederek DP’ye katılacak ve bu arada yeni bir parti programı kabul edilecek. Partinin yeni program taslağının, “AB üyeliği süreci”yle ilgili bölümüme göz attım. Taslakta önce, “DP, Türkiye’nin AB’ye katılımını benimsemiştir. (...) Avrupa kıtası yeni bir anlayışla bütünleşmekte (...) dünya ekonomisi ve siyasetinde birincil bir aktör konumuna gelmektedir. Türkiye bu sürecin dışında kalamaz” denilerek partinin AB yönündeki siyasi iradesi beyan ediliyor. Ardından, AB’nin kendisine ve Türkiye’ye zaman kaybettiren iç sorunlarına değiniliyor ve “Türkiye ne yaparsa yapsın üyelik sürecinin takvimi AB’nin kendi içindeki sorunları aşmasına ve dünyada (...) bir siyasi aktör olma iradesini sergilemesine bağlı kalacaktır. Bu zaman zarfında DP müzakere sürecini ilerletme kararlılığındadır” deniliyor. “DP’nin AB vizyonunu desteklemesinin başlıca nedeni” program taslağında şöyle ifade edilmiş: “Türkiye’nin AB üyeliğinin gerçekleştirilmesi müzakere sürecinin teknik yönleriyle ilerletilmesine ihtiyaç duyduğu kadar, evrensel hukuk, laiklik, insan haklarına saygı, hoşgörü ve kadın erkek eşitliği değerlerinin üstün tutulmasına da ihtiyaç duymaktadır.” “Türkiye’nin her köşesinde vücut bulmaları için, bu değerleri içselleştirmiş, seçici değil bütünlükçü bir yaklaşıma sahip bir siyasi irade” vaat ediyor DP... DP’nin dışarıda, Türkiye’nin AB ülkeleri kamuoyları ile stratejik iletişimine ağırlık verirken, içeride de AB ile ilişkileri, “Genişletilmiş AB Forumu” toplayarak toplumun tüm kesimleri ile istişare edeceği, taslakta vurgulanmış. DP’nin bana göre yenilikçi olan AB vizyonu özetle böyle... Vizyonun uygulanma imkânı bulması ise taze, toparlayıcı, dinamik bir liderliğe ve zamana karşı hummalı bir çalışmaya kalıyor. Kadri Gürsel, Milliyet, 25.10.2009 |
26.10.2009 |