M. Latif SALİHOĞLU |
|
Demokratlık sağcılık mı? |
Oldum olası, "sağ–sol" tabirinden de, "sağcılık–solculuk" cereyanından da hiç hazzetmedim. Sevmedim, benimsemedim, doğru bulmadım bu tür bir ayrımcılığı. Bilhassa Risâle–i Nur'u okuduktan sonra, sevmek yerine nefretim arttı bu tabirlere karşı. Bu konuda içime sindire sindire aldığım derslerden biri şudur: "Bu memlekette İslâmiyete karşı komünist mücadelesi ortası olamaz. Sağ ve sol, ortası, üç meslek icap ettirir. Eğer İngiliz, Fransız deseler hakları var. 'Sağ İslâmiyet, sol komünistlik, ortası da Nasraniyet' diyebilirler." (Emirdağ Lâhikası, s. 301) Daha başka bahislerde de, hak ile batılın, iman ile küfrün ortası olmadığı açıkça ifade ediliyor. Dolayısıyla, bir ibahe mesleği ve bir imansızlık cereyanı olan komünizme (veya benzeri zındıka cereyanlarına) karşı ne sağcılık, ne solculuk, ne de ortada vehmedilen Atatürkçülükle hakkıyla mücadele edilebilir. Bu memlekette ayrıca mebzul miktarda hem sağcı, hem de solcu geçinen Atatürkçüler, hatta milliyetçiler var. Bunların hiç biriyle işimiz olmaz. Zira biz, doğrudan ve yalnız imân cereyanındayız. Keza, bu vatanda sayısız derecede çok cinayet işlemiş sağcılar ve solcular var. Bu noktada da, hiç birinin cinayetine, günahına ortak değiliz ve olamayız. Kur'ânımız, zulme değil rıza olmayı, meyil göstermeyi dahi şiddetle menediyor. Siyaset noktasında tercih ettiğimiz Ahrar–Demokratlık çizgisi ise, sağ veya sol kategoriye dahil edilemez ve edilmemeli. Zira sığmaz da ondan. "Hürriyetçi demokratlık" demek olan bu siyasî düşünceyi tutup sağcılık veya solculuk cereyanına dayandırmak yahut o dar kalıplara hapsetmek, hak ve hakikate muvafık düşmese gerek. Ha, kendine "sosyal demokrat"lığı yakıştıran solcularla kendini "muhafazakâr demokrat" gören sağcılar yok değil. Hatta, Avrupa'dakilerin tersine kendini "en sağcı" gören milliyetçiler de var, bu memlekette. Hürriyetçi demokratlık ise, bunların içinde, ya da altında değil; belki dışında ve üstündedir. Üstelik, bu Ahrar–Demokrat, siyasî mesleği ve karakteristik özelliği itibariyle Kemalizmin takipçisi olan "Halkçılar"a zıttır, muhaliftir. Ahrar–Demokrat'a zıt olanlar ise, bu ülkede Türkçülük, Kürtçülük, Halkçılık ve hatta dincilikle uğraşan kesimlerdir ki, hepsinin de ortak paydası ve müşterek havzası Atatürkçülüktür. Zahiren, zıt gibi görünseler dahi, yine de oraya hizmet ediyorlar ve onu yaşatmaya çalışıyorlar.
Tarihin yorumu 10 Kasım 1444
Birinci Varna Zaferi (Büyük fethin habercisi)
Bugün Bulgaristan'ın en gözde şehirlerinden biri olan Varna, Osmanlı tarihinde iki büyük muharebeye sahne oldu. Biri 1444, diğer 1773'te yaşanan bu muharebelerin ikisi de Osmanlı'nın zaferiyle neticelendi. 1444'teki zafer, bir 10 Kasım günüydü. Osmanlı ordularının başında, geleceğin Fatih'i Şehzade Mehmed'in babası Sultan II. Murad vardı. Askerinin mevcudu 60 bin civarındaydı. Onun karşısında ise, neredeyse bütün Haçlı dünyası vardı. Macaristan'dan Polonya'ya, Sırbistan'dan Litvanya'ya, Papalık Devletinden Kutsal Roma Cermen İmparatorluğuna kadar, hemen bütün Avrupa'nın destek verdiği bu savaşta, ayrıca Osmanlı'nın beş mislinden fazla (300 binden fazla) asker toplanmıştı.
Sebep ve sonuç
Uzun yıllar sürüp giden Rumeli'deki fetihlerden sonra, Osmanlı ve Haçlı devletleri arasında bir nihaî antlaşma yolu açılmıştı. Bu meyanda, 1444 yılı Temmuz'unda Macar Krallığı ile Edirne–Segedin Antlaşması imzalandı. İki taraf da kutsal kitapları üzerine yemin ederek 10 yıl müddetle saldırmazlık anlaşmasına imza attı. Antlaşmaya göre, Tuna Nehri sınır kabul edildi. Şartların çoğu Osmanlı aleyhine görünüyordu. Sultan II. Murad'ın barış istemesinin bir sebebi de şuydu: Henüz 12 yaşında olan oğlu Şehzade Mehmed'in İstanbul Fatihi olacağını, manevî rivâyetlerle anlamış ve buna kanaat getirmişti. Dolayısıyla, müjdelenen mübarek fethin bir an evvel gerçekleşmesini istiyordu. Bu maksatla, Haçlılarla 10 yıllık bir barış imzalama cihetine gitti ve hemen ardından tahttan feragat ederek, yenini 12 yaşındaki oğluna bıraktı. On yıl sonra onun 22 yaşında olacağını ve artık savaş çıksa bile duruma vaziyet edebileceğini düşündü. Ne var ki, işler onun düşündüğü gibi gitmedi. Haçlılar, aynı sene içinde yeminlerini bozdular ve bütün Avrupa devletlerinden yüz binlerce asker toplayarak harekete geçtiler. Nasılsa Osmanlı Devletinin başında 12 yaşında bir çocuk var diye de bir hayli ümitlendiler. Vehametin farkına varan oğul Sultan Mehmed ise, derhal bir nâme yazarak Manisa'ya giden babasını vazife başına çağırdı: "Eğer padişah sen isen, gel devletin başına geç. Yok, eğer padişah ben isem, o halde emrediyorum yine gel ve orduların başına geç." Her iki şıkkın da neticesi aynı kapıya çıkıyordu. Sultan II. Murad, tekrar Edirne'ye gelerek devletin başına geçti ve sür'atli şekilde yaklaşık 60 kişilik bir orduyu savaşa hazırlayarak Varna'ya doğru yola koyuldu. Haçlı ordularını Macar János Hunyadi komuta ediyordu. Aynı zamanda Macar Kralı I. Ulászló ile birlikte, kardinal ve piskopos gibi ruhanî liderler de cepheye gelmişlerdi. 10 Kasım günü başlayan savaşın ilk etabında Osmanlı ordusunda kısa süreli bir panik havası yaşandı. Zira, Haçlı kuvvetleri hem çok kalabalıktı, hem de zırlı birliklerle galebe çalıyordu. Ancak, tecrübeli komutan Sultan Murad, muharebenin genel seyri içinde öylesine bir mücadele planı uyguladı ki, bir kısım Haçlı birlikleri kaçmaya dahi fırsat bulamayarak gruplar halinde telef oldu. Neticede, 20 bin Osmanlı şehidine mukabil, Haçlılar 200 binden fazla zayiat vererek çok ağır bir yenilgiye uğradı. Varna Zaferi, bir yandan Boşnakların Müslümanlaşmasını hızlandırırken, bir yandan da büyük İstanbul fethinin şartlarını hazırlamış oldu. 10.11.2009 E-Posta: [email protected] |