10 Kasım 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Nurullah AKAY

Nice insanlar vardı dünyamızda


A+ | A-

Bu dünya hanında bir süre misafir olduktan sonra göçüp giden insanları düşünüyorum zaman zaman... Bugün dillerimizden düşürmediğimiz, onları rehber etmek için nefsimizle mücadele ettiğimiz insanlar aklıma geldi. Onlar yaratılanların en güzeli sıfatına lâyık insanlardı. Onlar dünyamıza güzelliklerin yok olmaması için çalışmışlardı. Ama onlar da ölüm ile bu dünya hanından ayrılmış başka bir âleme geçmişlerdi. Ölmüş olsalar dahi bugün bedenleri toprağın bağrına emanet edilen nice insanların şanı hâlen dünyamızda devam etmektedir.

Bizler de defalarca şahit olmadık mı ölüm denen gerçeğe? Koca vücutların birden bire hareketsiz kaldığını, ayakların yürümez, ellerin kıpırdanmaz, gözlerin açılmaz, kulakların duyulmaz olduğu anları hangimiz görmedik ki? Göz yaşları, çırpınmalar, ağıtlar, ölen hiç kimseyi tekrar geri getiremedi. Çünkü ölüm hayatın vazgeçilmez bir kuralıydı. Hayat varsa ölüm de olacaktı. Çünkü bu dünyadaki ölüm olmasaydı, gerçekler âlemindeki ölümsüzlüğe de kavuşmamız mümkün olmayacaktı. İnsanlık bu dünya hanına geldiğinden beri süregelen bir gerçeğe duyarsız kalmak, onu önemsememek ne kadar doğru olabilir, diye düşünüyorum şimdi... İlk insan Hz. Âdem (as) babamız bin yıldan fazla misafir kalmıştı bu dünyada. Ama sonunda ölümle bu dünya misafirhanesinden ayrıldı. Yüzyıllarca bu dünyada yaşayan insanların hiçbiri ölüm gerçeğinden kaçamamış. Bir çırpıda ne kadar da çok ölümle bu dünyadan ayrılan büyük insan ismi söyleyebiliriz... Onlar insanların en değerlisi olmuşlardı. Onlar insanlığı karanlıklardan kurtarmak için büyük çaba göstermişlerdi. Ama sonunda cansız bedenleri toprağın bağrına verilmişti.

O insanlığın medar-ı iftiharı olan insanları da bu dünya hayatından alan ölüm güzel bir şey olmalı. Çünkü eğer kötü olsaydı, iyi insanlara musallat edilmezdi. Ölüm güzel bir şeydir ki, Kâinat Yaratıcısının en sevdiği insan olan Hz. Muhammed’i (asm) bile alıp bir yerlere götürdü. Elbette o yerler güzel yerlerdir. Elbette o yerler dünyamızdan çok daha üstün aydınlıklara ve güzelliklere sahip olacaktır...

Misafiriz. Tıpkı ikamet ettiğimiz yerden birkaç günlüğüne gittiğimiz yerlerdeki hâlimiz gibidir dünya hayatımız. Şöyle geriye dönüp baktığımız zaman, zamanın bir rüya gibi geçtiğini görebileceğiz. Sahi nasıl geçti onca yıl?.. Yıllar gittikçe bedenimizi eskitmektedir. Pek yakında ruhumuz eskiyen yuvasından çıkmak isteyecek. Ayaklar vücudu taşımakta zorluk çekmeye başlayınca, gözler güzellikleri görmekte zorlanınca, kulaklar duyamaz hale gelince ruhlarımız da artık bedenimizi beğenmez hale gelecektir. Ölümün keşif kolları etrafımızda cirit atmağa başlamıştır çoktan. Sermayeleri iyi değerlendirip kârlı bir ticaret yapamadık galiba. Hangimiz geçen günlerimize yanmıyoruz ki?.. O boş geçen günlerin ağırlığı altında eziliyoruz. Bu gidişle yollar bizim için çok uzun ve meşakkatli olacak. Toparlanıp kendimize gelmezsek gelecek pek de aydınlık görünmeyecek.

Evet bize görünen yönüyle herkes neredeyse aynı şartlarda ölümü karşılamaktadır. Ama gerçekte ölüm herkese aynı davranmamakta, kimisine dost, kimisine düşman muamelesi yapmaktadır. Çoğu zaman dünyadaki görüntü çok farklı olabilmekte, bu dünyadan büyük törenlerle uğurlananlar hiç de iyi bir şekilde karşılanmayabilmektedir. Bazen bu dünyadan garip bir şekilde gidenler, öte tarafta çok daha güzel karşılama merasimleriyle karşılanmaktadır. Dünyada “Paşa” olanlar ahirette geda olabildiği gibi, burada garip olanlar orada en güzel, en değerli dostlar gibi karşılanabilmektedir. Ölüm en önemli gündemimiz olması gerekirken, araya başka perdeler girmekte ve gelip geçici şeyler güzelim zamanlarımızı meşgul edebilmektedir. Günlerimizi zulmetlerle alûde eden karartılardan kurtulmalıyız. Nefis ve şeytanlar ne yaparlarsa yapsınlar, insanlığın en önemli meselesi, ölümle bu dünyadan ayrılmak ve sonraki âlemde yeni bir hayatla yüzleşmektir.

Yeni bir hayatta nelerle karşılaşacağımız meselesini basite almak, akıl ve kalb gibi değerleri dumura uğratmak demektir. Akıl düşünmek ve gerçekleri bulmak için verilmiş bir âlettir. Kalb kâinattaki sevgilerin farkına varmak için insanoğluna verilmiştir. Akıl düşünmeli kalb da sevmelidir hayattaki güzellikleri. İşte akıl düşünecek ki, bu ölüm, ölümsüz bir dünya için vardır. Kalb de sevgi dünyasına ölümü almalı ve onu en güzel baş köşeye oturtmalıdır...

Bu duygularla, ani vefatıyla bizleri müteessir eden çok muhterem ağabeyim Şaban Döğen’e Cenâb-ı Hak’tan rahmet ve mağfiret, ailesi ve sevenlerine sabr-ı cemil niyaz eder, taziyetlerimi sunarım.

Ruhu şad, mekânı Cennet olsun.

10.11.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Deccalizm


A+ | A-

İslâm âlemi ve özellikle Türkiye’nin geri kalmasının temel sebebi, deccalizmin darbesini yemesidir.

Deccalizm; öylesine bahsedilip geciştirilecek bir hadise değildir. Hz. Âdem’den (as) kıyâmete kadar bütün kavimlerin Allah’a sığındığı dehşetli inançsızlık, fitne, fesat, ahlâkî dejenerasyon ve dinsizliğin resmen yürütüldüğü bir felâket, bir mânevî taundur.

İnsanlığı fıtratından uzaklaştırarak ahlâken de çökerten çeşitli “izm”lerin bir araya gelmesinden hâsıl olan dehşetli bir cereyandır. 19. asırda ortaya çıkan seküler (dindışı) ideolojilerin; kuvvete, kanuna, devlet gücüne dayanarak insanları kendisine benzetmeye çalışmasıdır. Yani, tornadan “tek tip, tek kalıp” vatandaşlar üretmeleridir. Sosyalizm, komünizm, faşizm gibi yerli-yabancı tüm “izm”ler farklı versiyonlarıdır.

Bu “izm”ler, Osmanlı’nın son döneminden, yani Tanzimat’tan sonra bu coğrafyaya da hulûl etmeye başlamıştı. Osmanlı’dan sonra Türkiye’de de rejim; “izm”lerin ideolojisine dayanır.

Bugün, dünyada 100 buluş yapılıyorsa, 99’u hür/demokratik ülkelerdedir. Zira, burada zihinler hür değil, fikirler hür değil. AB Komisyonu, Ekim 2009’da açıkladığı İlerleme Raporu’nda Türkiye’de ifade özgürlüğünü kısıtlayan birçok kanuni düzenleme bulunduğunu bildirdi. Düşünce ve inanç özgürlüğü yoktur. Vatandaş inancını yaşamak ister; devlet, rejim, sistem ise kovalar. Onlarca yıl, bu kovalamacalarla geçmiştir. Bugün bile durum aynıdır. Takip edelim:

Avrupa Birliği (AB) Komisyonu, açıkladığı İlerleme Raporu’nda Türkiye’de ifade özgürlüğünü kısıtlayan birçok kanuni düzenleme bulunduğunu bildirdi. İlerleme Raporunda, “Türkiye’deki yasaların ifade özgürlüğü için yeterli güvence sağlayamadığı ve bunun sonucunda, savcı ve hâkimlerin genelde kısıtlayıcı yorumları tercih ettikleri” dile getirildi. İfade özgürlüğünü kısıtlayan kanunlar arasında şahısları koruma kanunları da bulunmaktadır.

Evet gaye, bin yıldan beri İslâm imanı ve kültürüyle yoğrulan toplumu, inançlarından, tarihinden, örf ve geleneklerinden, mânevî ve kültürel değerlerinden sıyırıp dönüştürmek, yeni bir kimlik oluşturmaktı. Bunun için de başta din ve mânevî değerler hedef alındı.

Hedef, toplumu bin yıldan beri taşıdığı ve bayraktarlığını yaptığı kimlikten sıyırmak ve ona yeni bir kimlik kazandırmaktı. Dinin rol üstlenmesinin reddedildiği bir düzen içinde, yeni bir kollektif kimlik oluşturmaktı.1 Cumhuriyet, resmen pozitivizmi temel bir ideolojik temel olarak kabul eder. Ve bu sahada da iki karşıt uç gelişti: “Biz, kimliğimizden ne kadar uzaklaşırsak o kadar modern oluruz.” Buna karşı da, “Kimliğimize ne kadar çok sarılırsak ve hiçbir yeniliğe geçit vermezsek, o kadar gelenekçi ve dindar oluruz” diyenler oldu.2 Oysa Türkiye, hem Doğulu, hem Batılı olmak, hem kendisi gibi kalmak, hem de evrenselleşmek zorundaydı.3 Aslında, rejimin temelleri de sakat atılmıştı. “Cumhuriyet”in içi, “hürriyet, adâlet ve demokrasi” ile doldurulması gerekirken, bu isim altında, “sosyalizm ve bolşevizm” prensipleri yerleştirildi. Bunu Bediüzzaman, sosyal feraseti ile keşfederek deşifre eder: “Ehl-i dünya tarafından deniliyor ki: (...) ‘Tam sosyalizm ve bolşevizm düsturları bizim daha ziyâde işimize yaradığı için o sosyalizm düsturlarını kabul ettiğimiz halde, senin vaziyetin bize ağır geliyor. Prensiplerimize muhalif düşüyor...’”4

Özellikle Türkiye, deccalizmin etkisini çokça gösterdiği bir coğrafyadır. İşte bunun için Bediüzzaman, “Hicaz’da da olsam, Türkiye’ye gelmem lâzımdı” der. Çünkü, bütün mesele, deccalizmde düğümlenmektedir. Suyun başı ve vana burada. Tabiat Risâlesi ve 5. Şuâ, deccalizmi yıkma plan ve programıdır.

Dipnotlar:

1-Prof. Dr. Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset, İletişim, İst., 1998, s. 71.; 2-Mümtaz’er Türköne, Modernleşme, Laiklik ve Demokrasi, s. 9.; 3-Age, s. 29.; 4- Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, s. 174.

10.11.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Allah’ın rahmeti herşeyi kuşatmıştır


A+ | A-

Hasan Bey: “Allahü Teâlâ’nın insanları diğer mahlûklardan farklı yaratmasının sebebi O’na iman ve ibadet etmemiz midir? Eğer Rabbimiz bizleri ibadet etmemiz için yaratmışsa neden ruhumuzu günaha girmeye sevk ettiren donanımlarla donatmıştır? Günah işliyor diye, gaflette diye insanların çoğunun-yarısından fazlasının- Cehenneme gitmesinin hikmeti nedir?”

Allahü Teâlâ bizi dilediği gibi yaratmıştır. Dileseydi bizi başka mahlûklar sûretinde de yaratırdı ve bizim görevimiz yine O’na îmân ve ibâdet etmek olurdu. Kâinâtta ibâdet etmeyen hiçbir mahlûk yoktur! Mahlûkların içinde irâdesiyle îmân ve ibâdet etmekle mükellef olan sadece insanlar ve cinler vardır. Her iki sınıf da bundan dolayı mıdır, nedendir, ibâdet yapmada tembellik gösteriyor. Çoğu zaman da ya aksatıyor, ya da hiç yapmıyor! Oysa diğer bütün mahlukât her halleriyle Allah’a secde ve itaat, zikir ve tesbih, tazim ve ibâdet içindedirler. Ve hiçbir şikâyetleri de yoktur.

Eşyanın tabîatı kendisine verilen görevi yapmak değil midir? Kendisine verilen görevi yapmak eşya için ibâdet sayılmıştır. İnsana ise akıl verilmiştir. Akıl Rabb’ini bilmekle mükelleftir. İnsanın görevi de budur. İnsanın îmânı da, kulluğunun gereği de Rabb’ini bilmekten ibârettir.

İnsan günah işleyebilir bir vasıfta yaratılmıştır. Neden? Cehenneme girsin diye değil! Daha çok sevap alsın diye... Allah katındaki yeri ve değeri daha çok artsın diye... Cennetini daha çok genişletsin ve ebedî saadetini daha çok zenginleştirsin diye... Çünkü günah işlemeye meyilli duygularımız bizi günaha sürükledikçe biz Allah’ın onu haram kıldığını hatırlıyor ve ondan vazgeçiyoruz. Neden vazgeçiyoruz? Çünkü Allah’ı tercih ediyoruz! Bu vazgeçişler bizim Allah’ı tercih edişimiz demek oluyor. İşte bu tercihler yarın mahşerde Allah katında bizim—inşallah—yüz akımız olacaktır.

İnsanların çoğu bu günaha meyilli duygular yüzünden günaha giriyorlar, diyorsunuz. Efendim, bir insan bilerek veya bilmeyerek bir günah işleyebilir ama asıl vahim olan Allah’a sığınmamaktır! Kendisine sığınan her kulunu Allah affetmiştir, bağışlamıştır, mağfiret etmiştir, günahını açığa vurmamıştır, utandırmamıştır, mahcup etmemiştir, rezil etmemiştir. Allah’ın bir sıfatı Settâru’l-Uyûb olmasıdır. Yani O ayıpları örtendir.

İnsanların çoğunu Cehenneme götüren şey, Allah’a sığınmamalarıdır! Maalesef, Allah’a sığınıp sığınmamak da her yiğidin kendi tercihidir! Sonucuna da elbet katlanacaktır! Sonucuna katlanıyorlar diye onlar adına bizim üzülmemiz revâ mıdır? Allah’ın kapısı onlara kapalı değildi ki? Neden çalmamışlardı? (Böyle söylüyoruz diye bizim Allah’ın af ve mağfiret kapısını lâyık-ı veçhile çaldığımız zannedilmesin. Allah’a sığınmak konusunda bizim de hatâlarımız ve eksiklerimiz vardır şüphesiz. Fakat biz, insan olarak hepimiz için geçerli olan genel hatâmızı ve tövbe noktamızı göstermeye çalışıyoruz!)

Zulme maruz kalmış, toplama kamplarında işkence görmüş, ırzına geçilmiş, diğer bir tabirle dünyası kararmış insanların Bedîüzzaman’a göre eğer “inkârları” yoksa1 âhiretlerinin güleceği konusunda İslâmiyet insanlığa umut veriyor. (Başka hiçbir din İslâmiyet kadar umut verici değildir!) Allah insanları Cehenneme doldurmaktanhâşâ, tabir câizse—zevk mi alıyor? Allah’ı böyle tanımayalım ve böyle tanıtmayalım. Allah zâlim değildir.

Allah herkesi affedicidir. Ve hiç kimseye zulmedici değildir.

Fakat inkâr ve küfür başka bir şeydir! Büyük bir cürümdür, dehşetli bir cinâyettir! Hiç kimsenin, zalim olsun, mazlum olsun, isterse binlerce defa zulme uğramış olsun, fark etmez; Allah’ı ve Allah’ın gönderdiklerini inkâr etmeye hakkı, haddi ve yetkisi yoktur! İnkâr edici olmaya hiçbir haklı neden yoktur çünkü! (Bilmemek başka şeydir. Bilmemekten dolayı kişi affa uğrar. Ama inkârın, ıstırapla, musîbetle affedilir yanı yoktur. İnkârcı kişi, bilerek tövbe ederse ancak o zaman affedilebilir.)

Netice olarak; eğer inkâr varsa, ateş vardır!

Eğer inkâr yok da, âdî günah varsa; insanın çektikleri ıztıraplar, çileler, musîbetler kendisini kurtarabilir! Mesele budur! Nitekim musîbetlerin rahmet yönü, kurtuluşa vesîle olmasıdır! Unutmayalım; Allah kendisi söylüyor: “Allah’ın rahmeti her şeyi kuşatmıştır”2, “Allah’ın rahmeti gazabını geçmiştir.”3

Dipnotlar:

1- Kastamonu Lahikası, s. 79

2- A’râf Sûresi: 156

3- Riyâzü’s-Sâlihîn, 418

10.11.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Demokratlık sağcılık mı?


A+ | A-

Oldum olası, "sağ–sol" tabirinden de, "sağcılık–solculuk" cereyanından da hiç hazzetmedim.

Sevmedim, benimsemedim, doğru bulmadım bu tür bir ayrımcılığı.

Bilhassa Risâle–i Nur'u okuduktan sonra, sevmek yerine nefretim arttı bu tabirlere karşı.

Bu konuda içime sindire sindire aldığım derslerden biri şudur: "Bu memlekette İslâmiyete karşı komünist mücadelesi ortası olamaz. Sağ ve sol, ortası, üç meslek icap ettirir. Eğer İngiliz, Fransız deseler hakları var. 'Sağ İslâmiyet, sol komünistlik, ortası da Nasraniyet' diyebilirler." (Emirdağ Lâhikası, s. 301)

Daha başka bahislerde de, hak ile batılın, iman ile küfrün ortası olmadığı açıkça ifade ediliyor.

Dolayısıyla, bir ibahe mesleği ve bir imansızlık cereyanı olan komünizme (veya benzeri zındıka cereyanlarına) karşı ne sağcılık, ne solculuk, ne de ortada vehmedilen Atatürkçülükle hakkıyla mücadele edilebilir.

Bu memlekette ayrıca mebzul miktarda hem sağcı, hem de solcu geçinen Atatürkçüler, hatta milliyetçiler var.

Bunların hiç biriyle işimiz olmaz.

Zira biz, doğrudan ve yalnız imân cereyanındayız.

Keza, bu vatanda sayısız derecede çok cinayet işlemiş sağcılar ve solcular var.

Bu noktada da, hiç birinin cinayetine, günahına ortak değiliz ve olamayız.

Kur'ânımız, zulme değil rıza olmayı, meyil göstermeyi dahi şiddetle menediyor.

Siyaset noktasında tercih ettiğimiz Ahrar–Demokratlık çizgisi ise, sağ veya sol kategoriye dahil edilemez ve edilmemeli. Zira sığmaz da ondan.

"Hürriyetçi demokratlık" demek olan bu siyasî düşünceyi tutup sağcılık veya solculuk cereyanına dayandırmak yahut o dar kalıplara hapsetmek, hak ve hakikate muvafık düşmese gerek.

Ha, kendine "sosyal demokrat"lığı yakıştıran solcularla kendini "muhafazakâr demokrat" gören sağcılar yok değil. Hatta, Avrupa'dakilerin tersine kendini "en sağcı" gören milliyetçiler de var, bu memlekette.

Hürriyetçi demokratlık ise, bunların içinde, ya da altında değil; belki dışında ve üstündedir. Üstelik, bu Ahrar–Demokrat, siyasî mesleği ve karakteristik özelliği itibariyle Kemalizmin takipçisi olan "Halkçılar"a zıttır, muhaliftir.

Ahrar–Demokrat'a zıt olanlar ise, bu ülkede Türkçülük, Kürtçülük, Halkçılık ve hatta dincilikle uğraşan kesimlerdir ki, hepsinin de ortak paydası ve müşterek havzası Atatürkçülüktür. Zahiren, zıt gibi görünseler dahi, yine de oraya hizmet ediyorlar ve onu yaşatmaya çalışıyorlar.

Tarihin yorumu 10 Kasım 1444

Birinci Varna Zaferi (Büyük fethin habercisi)

Bugün Bulgaristan'ın en gözde şehirlerinden biri olan Varna, Osmanlı tarihinde iki büyük muharebeye sahne oldu. Biri 1444, diğer 1773'te yaşanan bu muharebelerin ikisi de Osmanlı'nın zaferiyle neticelendi.

1444'teki zafer, bir 10 Kasım günüydü. Osmanlı ordularının başında, geleceğin Fatih'i Şehzade Mehmed'in babası Sultan II. Murad vardı. Askerinin mevcudu 60 bin civarındaydı.

Onun karşısında ise, neredeyse bütün Haçlı dünyası vardı. Macaristan'dan Polonya'ya, Sırbistan'dan Litvanya'ya, Papalık Devletinden Kutsal Roma Cermen İmparatorluğuna kadar, hemen bütün Avrupa'nın destek verdiği bu savaşta, ayrıca Osmanlı'nın beş mislinden fazla (300 binden fazla) asker toplanmıştı.

Sebep ve sonuç

Uzun yıllar sürüp giden Rumeli'deki fetihlerden sonra, Osmanlı ve Haçlı devletleri arasında bir nihaî antlaşma yolu açılmıştı.

Bu meyanda, 1444 yılı Temmuz'unda Macar Krallığı ile Edirne–Segedin Antlaşması imzalandı. İki taraf da kutsal kitapları üzerine yemin ederek 10 yıl müddetle saldırmazlık anlaşmasına imza attı. Antlaşmaya göre, Tuna Nehri sınır kabul edildi. Şartların çoğu Osmanlı aleyhine görünüyordu.

Sultan II. Murad'ın barış istemesinin bir sebebi de şuydu: Henüz 12 yaşında olan oğlu Şehzade Mehmed'in İstanbul Fatihi olacağını, manevî rivâyetlerle anlamış ve buna kanaat getirmişti. Dolayısıyla, müjdelenen mübarek fethin bir an evvel gerçekleşmesini istiyordu.

Bu maksatla, Haçlılarla 10 yıllık bir barış imzalama cihetine gitti ve hemen ardından tahttan feragat ederek, yenini 12 yaşındaki oğluna bıraktı. On yıl sonra onun 22 yaşında olacağını ve artık savaş çıksa bile duruma vaziyet edebileceğini düşündü.

Ne var ki, işler onun düşündüğü gibi gitmedi.

Haçlılar, aynı sene içinde yeminlerini bozdular ve bütün Avrupa devletlerinden yüz binlerce asker toplayarak harekete geçtiler. Nasılsa Osmanlı Devletinin başında 12 yaşında bir çocuk var diye de bir hayli ümitlendiler.

Vehametin farkına varan oğul Sultan Mehmed ise, derhal bir nâme yazarak Manisa'ya giden babasını vazife başına çağırdı: "Eğer padişah sen isen, gel devletin başına geç. Yok, eğer padişah ben isem, o halde emrediyorum yine gel ve orduların başına geç."

Her iki şıkkın da neticesi aynı kapıya çıkıyordu. Sultan II. Murad, tekrar Edirne'ye gelerek devletin başına geçti ve sür'atli şekilde yaklaşık 60 kişilik bir orduyu savaşa hazırlayarak Varna'ya doğru yola koyuldu.

Haçlı ordularını Macar János Hunyadi komuta ediyordu. Aynı zamanda Macar Kralı I. Ulászló ile birlikte, kardinal ve piskopos gibi ruhanî liderler de cepheye gelmişlerdi.

10 Kasım günü başlayan savaşın ilk etabında Osmanlı ordusunda kısa süreli bir panik havası yaşandı. Zira, Haçlı kuvvetleri hem çok kalabalıktı, hem de zırlı birliklerle galebe çalıyordu.

Ancak, tecrübeli komutan Sultan Murad, muharebenin genel seyri içinde öylesine bir mücadele planı uyguladı ki, bir kısım Haçlı birlikleri kaçmaya dahi fırsat bulamayarak gruplar halinde telef oldu.

Neticede, 20 bin Osmanlı şehidine mukabil, Haçlılar 200 binden fazla zayiat vererek çok ağır bir yenilgiye uğradı. Varna Zaferi, bir yandan Boşnakların Müslümanlaşmasını hızlandırırken, bir yandan da büyük İstanbul fethinin şartlarını hazırlamış oldu.

10.11.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Sen de inandın!


A+ | A-

Kamuoyuna ‘ıslak imza tartışması’ olarak yansıyan hadise aslında Türkiye’yi kimin idare edeceği tartışmasının bir parçası. Gerçek demokrasilerde elbette böyle tartışmalara ihtiyaç duyulmaz. Çünkü demokrasilerde ülkeyi milletin seçtiği temsilciler yönetir. Fakat Türkiye gibi demokrasisi darbelerle yaralanan ülkelerde bu tartışmalar sürüp gider.

Bir değil, birden fazla ihtilâl yaparak mevcut iktidarları deviren ve bununla da övünen; demokrasi dışı anlayışa mensup olanların yeni ihtilâl planları yapması garip karşılanmamalı. Bir anlamda ‘yaptıkları, yapmaları mümkün olana’ delil kabul edilebilir!

Geçtiğimiz Pazar günü düzenlenen bir toplantıda konuşan bir akademisyen, günlük tartışmalara geçmişten bir misal vermiş ve özetle, “Özal olsaydı beklemez, mevcut komutanı görevden alırdı” demiş. Tam bu noktada Özal’la ilgili sürpriz bir değerlendirme medyada yer aldı: “Turgut Özal’ın sivil siyasetin öncüsü olması efsanesini sorgulamazsak, bazı şeyleri örtbas etme, görmezden gelme geleneği başka şekillerde devam edecek, düze çıkamayacağız demektir. (...) Özal 12 Eylül rejiminin bürokratı ve darbe vesayetinin ön verdiği bir siyasetçiydi. Hadi, o ortamın bunu zorunlu kıldığını varsaydık, kurcalamadık, 12 Eylül’ün siyasi yasaklarını kaldırmak için referandum yapıldığında, siyasi yasakları kaldırmaya ‘Hayır’ kampanyasını, darbecilerin diline sarılarak nasıl canla başla yürüttüğünü görürsünüz. ‘Ülkeyi 12 Eylül’e getirenler sivil siyasetçiler olduğunu, o nedenle asla affedilmemeleri gerektiğini’ söylememiş miydi?” (Nuray Mert, Hürriyet, 9 Kasım 2009)

El hak söylemişti, buna şahidiz!

Başbakan da katıldığı bir TV programında bu sıcak tartışma ile ilgili soruları cevaplandırırken şöyle demiş: “Genelkurmay Başkanı bana ‘Hukuka ters yapıyı ordu içinde yaşatmam’ dedi.” (Sabah, 9 Kasım 2009)

Tabiî ki olması gereken odur. Hukuka ters bir yapı, değil ordu içinde hiç bir kurum ve kuruluşta olmamalı, buna imkân verilmemeli. Ama ortada bir de vakıa var. Geçmiş yıllarda hukuka ters olarak oluşan bir değil, birden çok yapı oluşmuş, bir araya gelmiş ve iktidarları alaşağı etmiş. O halde bu konuda sadece söze değil, ‘öz’e de bakmak gerekir. Başbakanın sadece ‘söz’e güvenmesi ne derece doğrudur? Malum, kişinin lafına, sözüne değil; ‘iş’ine ‘icraat’ın bakmak gerek.

Geçmişe baktığımızda sadece ‘söz’lere inananların son tahlilde hata yaptığını görürüz. Meselâ 12 Eylül öncesinde dönemin Genelkurmay Başkanına bir şekilde “Her hangi bir sıkıntınız, eksiğiniz var mı?” diye sorulmuş ve “Hayır, hiç bir eksiğimiz yok. Terörü önlemek için fındık yapraklarının dökülmesini bekliyoruz” cevabı alınmıştır. (Hatırlamak lâzım, o günlerde büyük şehirlerin yanı sıra fındık üretim merkezlerinden olan Ordu’nun Fatsa ilçesi de terörden yana mağdurdu...) Bu cevabı ‘doğru’ kabul eden iktidar mensupları yanıltıldıklarını anlamış, ama aynı zamanda geç kaldıklarını da görmüşlerdi.

Bu bakımdan sadece ‘söz’lere değil, ‘öz’lere, ‘icraatlara’ ve fiiliyata da bakmakta fayda var. Hüsn-ü zan ve adem-i itimad dengesini iyi kurmak lâzım vesselam...

10.11.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Sudan’a Darfur bahanesi… (1)


A+ | A-

Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir’in bir Müslüman ülke olan ülkesini temsilen İstanbul’daki İslâm Konferansı Teşkilâtı Toplantısına katılacak olması, iç ve dış medyada çarpıtılmakta. İKT’nin işlevi geri plâna atılmakta…

Ne yazık ki bu konuya da uluslararası sermayenin emrindeki medyanın ve küresel işgalci zâlimlerin “bakışı”yla bakılmakta. Küresel güçler hesabına, bir dizi hakaret ve saptırmayla Yahudi lobisi güdümündeki ABD ve Batı’nın hegemonya ve çıkar projelerine karşı direnen Sudan yönetimi kötülenmekte…

Önce El Beşir’e karşı AB’nin Türkiye”ye “nota” verdiği yalanı uyduruldu. Oysa Türkiye’ye “tepki” gösteren AB değil; Bush’un “stratejik müttefik” olarak ilân ettiği ve Obama’nın “model ortak” olarak tanımladığı, Irak’tan Afganistan’a bölgede her alanda işgaline tam destek veren Türkiye’ye “tepki” verenlerin başını ABD ve İsrail çekmekte…

İlginç olan, El Beşir’in İslâm Konferası’na gelmeyeceğinin, “Uluslararası Ceza Mahkemesi”nin tutuklama kararını ileri sürerek Türkiye’ye kabul edilmemesini ileten ABD’nin Avrupa ve Avrasya işlerinden sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Philip Gordon’un “Türkiye’nin ABD ile uyumlu olarak hareket etmesi” mesajının ardından açıklanması…

SUDAN’A SAMİMİYETSİZLİK

AÇIKÇA SIRITMAKTA…

Ankara-Washington hattında nelerin konuşulduğunu bilmeyiz, ama Türkiye’nin daha önce resmî ziyaretini kabul ettiği Müslüman bir ülkenin meşru Cumhurbaşkanının son anda gelmekten vazgeçmesi, birçok soru işâretine yol açıyor.

Samimiyetsizlik, Mahkemenin kararı gerekçesiyle El Beşir’in tutuklanmasını isteyen ABD ve İsrail’in bu Mahkemeyi tanımamasıyla sırıtmakta. Darfur üzerinden Sudan’a komplo kuran ve Türkiye’ye El Beşir’in “kabul edilmemesi”ni “telkin” eden ABD ve İsrail’in, Irak’ta iki milyon insanı katleden Amerikan askerlerinin yargılanması ve İsrail hakkındaki kararları kabul etmemeleri, çarpıklığın boyutunu göstermekte…

Diğer bir çarpıklık ve çelişki, önce “Onlar ne karışır!” diyen Cumhurbaşkanı Gül’ün, El Beşir’in “Darfur’da savaş suçu işlediği” gerekçesine cevap vermek yerine, “bölgesel-milletlerarası bir toplantı” izâhıyla kalması. “Gittim gördüm, Darfur’da soykırım olmamış” diye konuşan Başbakan Erdoğan’ın, El Beşir’in ziyaretine karşı yapılan yoğun propagandalara ve “ziyaretini iptal”e ciddî bir açıklama getirememesi…

Beynelmilel bağımsız gözlemcilerin tespitleri ortada. İran’ın nükleer enerji hakkına karşı, “Darfur’da soykırım” iddiasının, ABD’nin işgal ve istilâ plânına itiraz eden Sudan yönetimine atılan bir bühtandan ibâret. Afganistan ve Irak’taki işgali “meşru” gösteren “uluslararası câmia” uydurmasıyla yapılan çarpıtmalardan biri olduğu gün gibi âşikâr. 40 yıl boyunca İngilizlerin işgali altında kalan Sudan ve Darfur’un, “Kara Afrikası”nda sömürgecilere karşı verilen mücadelelere arka çıktığı içindir ki ecnebiler öteden beri bu ülkeye diş bilemekteler.

İki buçuk milyon metrekare yüzölçümü ile Afrika’nın kuzey doğusunda kıt’anın en büyük ülkesi olan Sudan’ın Darfur bölgesinde -en son Amerikan uydularının da tespitiyle- petrol, uranyum, bakır ve zengin su kaynaklarının bulunması, ecnebilerin iştahını kabartmakta. Egemenlik, enerji kaynakları ve hatları uğruna Fas’tan Endonezya’ya 22 İslâm ülkesini içine alan İslâm âlemini ateşe veren ABD’nin “Müslümanları özgürleştirme” ve “ehlîleştirme” perdesinde küresel gücün kuklası yapma projesine itiraz ettiği için, Sudan bombalanmakta; “Darfur krizi” kullanılarak propaganda bombardımanına tabi tutmakta.

ABD’nin, başkent Hartum’daki ilâç fabrikasını “Bin Ladin’in kimyasal silâh tesisi” uydurmasıyla bombalayıp, ardından bu ülkeye karşı uluslararası ambargoya gidilmesi, Sudan’a kurulan tezgâhın en bâriz örneği…

DARFUR TEFRİKASIYLA

SUDAN’I DİZE GETİRME OYUNU…

Tespit şu ki, tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı coğrafyasını cetvellerle bölüp parçalayarak çizdikleri uyduruk haritalarla kavga ve kargaşaya zemin hazırlayan, bölgeyi bir yığın karmaşık siyasî ve sosyal problemlerle yüzüstü bırakan ecnebiler, bugün aynı oyunu Sudan’da sahnelemekte.

Afrika’da emperyalist emellere teslim olmayan Sudan’ın, otuz yıldan bu yana Batılılarca ve ifsad görevini devralan ABD’ce parçalanmak istenmekte. Irak’ı üçe, Suriye’yi, İran’ı, Pakistan’ı etnik ve mezhebî ayırımlar üzerinden dörde-beşe bölme ve ufaltma plânı, Sudan’ı da kendi icâdları “Darfur krizi” bahanesiyle beşe bölmek için “federatif” sisteme zorlamakta. Bu maksatla aynen Türkiye’nin Güneydoğu’sunda olduğu gibi, Sudan’ın kuzeybatısında tefrika fitnesi alevlendirilmekte; ve buna karşı ülkesinin birliğini ve bütünlüğünü sağlamaya çalışan Sudan yönetimi, “soykırım”la suçlanıp gözden düşürülmeye çalışılmakta...

Özetle bebekleri, çocukları, kadınları, yaşlıları katleden, “dehşetli bir firavunluk ve hodgamlıkla”, “gaddarâne zulüm ve barbarlık”la “milyonlarca mâsumların kanlarını heder eden” Amerikan işgaline karşı ülkelerini savunanları “terörist” olmakla itham eden zâlimler, Sudan’ın başına “Darfur belâsı”nı sarmakta.

Ve zâlimlerin şakşakçısı ve ecnebilerin “hınk” deyicisi çanak yalayıcıları ise, sudan bahanelerle bu belâya sarılıp serişte etmekte, siyasî çıkar sağlama stratejisini gütmekte…

10.11.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Berlin duvarı yıkıldı mı?


A+ | A-

Berlin Duvarı’nın yıkılışının yirminci yıl dönümü kutlanıyor Almanya’da. İkinci Dünya Savaşında yenilen Hitler’in Almanya’sını Sovyetlerle Müttefikler paylaştılar. Sovyet lideri Joseph Stalin Doğu Bloku içinde esirleştirdiği insanları tutabilmek için batı sınırlarını koruyucu bir kuşakla çevirmeye de hemen savaş sonrasında başladı. 7 Ekim 1949 tarihinde Almanya Demokratik Cumhuriyetinin kurulmasıyla Almanya resmen ikiye bölündü. Bu bölünmenin en somut sembolü de Berlin Duvarı oldu. Ruslar yüzbinlerce Almanın on yıl içinde Batıya kaçmasından endişelenince 1961 yılında duvar inşa etmeye başladılar. 13 Ağustos 1961 gecesi Batı Berlin'le tüm sınırlar kapandı. Alman askerleri ve işçileri sınırı dikenli tellerle ve araçlarla kapatmaya başladılar. Sonra da duvar inşası geldi. 140 kilometreden uzun bir sınırı yirmi yıl içinde duvarla ördüler. İnsanları evlerinden uzaklaştırıp bir güvenlik şeridi de oluşturuldu.

Yıllar boyu binlerce insan çeşitli yöntemlerle bu duvarı aşıp özgürlüğe koştu. Kesin rakamlar bilinmiyor, ama iki yüze yakın insanın bu kaçış esnasında öldüğü tahmin ediliyor. Çünkü Doğu Alman hükümeti sınır muhafızlarına vur emri vermişti.

1989 yılına gelindiğinde Sovyetler Birliği çatırdıyordu. İlk olarak Macaristan Avusturya sınırını açtı ve 13.000 Doğu Alman bu ülke üzerinden Avusturya’ya kaçtı. Artan baskılara dayanamayan Doğu Alman hükümeti 9 Kasımda duvarın iki yanında toplanan insanları engelleyemedi. Ve böylece insanların özgürlüklerine koşmalarının duvarla önlenmeye çalışıldığı bir dönem sona erdi.

Almanya hâlâ Doğu Almanya’nın yarım asırlık esaretinin yaralarını sarmaya çalışıyor. Sadece onlar değil Sovyet zulmü altında onlarca yıl boyunca inleyen tüm milletler, bu esaretin ruhlarında açtığı çentikleri onarmaya çalışıyor hâlâ. Yalnızca özgürlükleri değildi ellerinden alınan. Kültürleri, millî kimlikleri, dinleri, ahlâkları da planlı politikalarla hasara uğratılmıştı. Türkî Cumhuriyetlerin bu yaraları hâlen tam olarak sarabildikleri söylenebilir mi? Kızıl Duvarın batı yanında, NATO’nun sınır karakolu olarak görülen ülkemizde Batının onlarca yıldır yürüttüğü faaliyetlerin ayrıntıları biliniyor mu? Son günlerde ortaya çıkan ve varlığından bile yeni yeni haberdar olduğumuz NATO atom bombaları, Amerikan üsleri, gladyo türü yapılanmalar hep Soğuk Savaş döneminin bize bıraktığı kötü miras oldu.

Almanya ve onlarla birlikte tüm Batı dünyası Berlin Duvarı’nının yıkılış yıl dönümünü kutlarken, zihinlerdeki duvarlar ne zaman yıkılacak? Zaman zaman ırkçı saldırılarla, zaman zaman da İslâm düşmanlığıyla kendisini gösteren bu duvarları Batılılar ne zaman yıkacak?

Tabiî bir de alınması gereken olumlu bir ders var. İkinci Dünya Savaşında harap olan Almanya aradan geçen yetmiş yıl içinde tamamen kendisini toparlayıp Avrupa’nın öndegelen devleti haline gelmeyi başardı. Biz ise bu savaşı yaşamadığımız halde toparlanmaya çalışıyoruz.

Temennimiz Berlin Duvarı’nın yıkılış yıldönümünde akıllar ve gönüllerdeki duvarların da bir an önce yıkılması.

10.11.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

10 Kasım ve açılım


A+ | A-

Aylardır sözü edilen, ama içinde nelerin yer aldığı veya alacağı hâlâ bilinmeyen demokratik açılım nihayet Meclis gündemine geliyor; ön görüşme bugün yapılacak.

İlk açıklandığı zaman “demokratik açılım” denilen projenin bilâhare farklı isimlerle anıldığı; “kardeşlik ve barış,” “millî birlik” gibi ifadeler kullanıldığı ve değişikliklerin daha sonra da devam ettiği mâlûm. Bununla birlikte kamuoyundaki genel algılamanın “Kürt açılımı” olduğu da.

Öte yandan, Başbakanın açılımdan söz ederken, “Güneydoğu-Kürt-terör meselesi”nin yanı sıra, Alevilik, azınlıklar, Ermenistan’la ilişkiler ve hattâ işsizlik konusunu da açılımla çözüm getirilecek sorunlar listesine dahil ettiği de biliniyor.

Yine Başbakanın açılım için, “Toplumun tüm kesimlerinden görüş aldık, görüşler bir havuzda birikti, bundan sonra o havuzdakileri peyder pey Meclisin gündemine getireceğiz” dediği de.

Bunların içinde kanun ve anayasa değişikliği gerektiren konuların, kısa, orta ve uzun vadelere göre planlanmış şekilde gündeme getirileceğine dair açıklamalar yapıldığını da hatırlamaktayız,

Sonra, açılımın bir aşaması ve planın bir parçası olarak gerçekleştiği belirtilen “ilk parti dağdan iniş”in, Habur'da sergilenen şov görüntüleri ile tetiklediği tepki ve karşı provokasyonlar üzerine, arkasının getirilemeyip sürecin askıya alınarak dondurulduğu da mâlûm.

Demokratik açılım, böyle bir ortamda Meclis gündemine geliyor. Bakalım, görüşmeler, süreçteki tıkanmanın aşılmasına mı yardımcı olacak, yoksa daha da derinleşmesine mi sebep olacak?

Bu noktada, ön görüşme için seçilen günün 10 Kasım olmasına odaklanarak ve bunda özel kasıt arayarak başlatılan tartışmalar yaşanıyor.

CHP-MHP ikilisi bu konuda da ağır birliği yaparak, “Cumhuriyetin kurucusunun ölüm yıldönümünde böyle bir konunun gündeme getirilmesi anlamlı, bunda başka niyet ve maksatlar var” deyip, çıkardıkları mânâları kendi yaklaşım ve üslûplarınca seslendiriyor.

Baykal, “İktidar ‘Artık Atatürk aramızdan ayrıldı, bunları yapabiliriz’ mi demek istiyor?” gibi provokatif beyanlarla, açılımı Atatürkçülük adına hırpalamaya çalışırken, açılımı ve dağdan inişleri “ihanet planı”nın parçaları olarak yaftalayan Bahçeli de aynı paralelde giderek sertleşen çıkışlar yapmayı sürdürüyor.

Bu meyanda, Kandil’den de benzer şekilde “Türkiye toplumunun yas tuttuğu bir günde Meclis nasıl Kürt sorununu ve demoratikleşmeyi konuşabilir?” gibi eleştiriler gelmesi enteresan.

Demokratik açılımın 10 Kasım’da görüşülmesine muhalefette CHP, MHP, PKK birleşiyor...

Buna karşı, öteden beri “En hakikî ve öz Atatürkçü biziz” söylemini devam ettiregelen AKP, açılımı da yine M. Kemal’e dayandırarak, görüşme gününün 10 Kasım olarak belirlenmesine bu çerçevede özel anlamlar yükleme çabasında ve DTP de ona destek veriyor.

Velhasıl, referansı M. Kemal olarak gösterilen bütün tartışmalarda olduğu gibi, bu konuda da herşey iyiden iyiye birbirine karışmış durumda.

Yüzde yüz farklı ve birbiriyle çatışan tavır ve duruş sahiplerinin, konuşlandıkları yeri, aynı referansa yaslanarak açıklayıp savunmaya çalıştıkları bir başka örnek, dünyanın neresinde var?

Hatırlanacağı gibi, Atatürkçülüğü korumak ve tahkim etmek üzere gerçekleştirilen 28 Şubat postmodern müdahalesinin görünürdeki ilk siyasî hedefi, “Atatürk hayatta olsaydı partimizde olurdu” lâfını hiç dilinden düşürmeyen ve tek parti dönemine yönelik eleştirilerini 1938 sonrasıyla sınırlayıp, öncesiyle herhangi bir problemleri bulunmadığını açıkça ısrarla ve defaatle vurgulamış olan Erbakan’dı.

Şimdi de, hakkındaki “Yaptıklarıyla Atatürk’e benziyor” iltifatlarından onur duyduğunu söyleyip, “Hedefimiz Atatürk ilke ve inkılâplarını toplumun ortak paydası haline getirmektir” diyen Erdoğan, benzer şekilde CHP-MHP Atatürkçüleri tarafından “Atatürk’e ihanet”le suçlanıyor.

Buna karşılık kimileri de “Erdoğan Kürt sorununu çözerse Atatürk’ten sonra en büyük lider olarak tarihe geçer” diye gaz vermeyi sürdürüyor.

Böyle bir “açılım”dan sonuç çıkar mı sizce?

10.11.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.