Abdil YILDIRIM |
|
Kardeşlerimizin meziyetleri ile iftihar ediyor muyuz? |
Bediüzzaman Hazretleri, Emirdağ’ında ikamete mecbur edildiği yıllarda, sık sık kır gezilerine çıkmakta, zikir ve tefekkürle meşgul olmaktadır. Bir gün yine kırlarda talebeleri ile ders yaparken, başlarının üstünde birkaç uçak, alçaktan uçarak geçip gider. Bu uçaklar belki de kendisini takip ve taciz etmek için alçak irtifadan ve tam üzerlerinden uçmaktadır. Ama Bediüzzaman, onların amaçlarına ve niyetlerine hiç ehemmiyet vermez. Yanında bulunan talebelerine dönerek, “Nev’îmle iftihar ediyorum, bu tayyareler insan istidadının semeresidir” der. İnsan, sahip olduğu istidatları ve ortaya çıkardığı icatları ile gerçekten de iftihar edilecek bir varlıktır. Bir insanın başarısı ile başka bir insan sevinç duyar, onunla iftihar edebilir. Çünkü insan olmak gibi ortak bir noktaları vardır. Nasıl ki askerde aynı memleketten gelen insanlar hemşehricilik damarı ile birbirlerine daha yakın olurlar. Aynı okulda okuyanların, aynı mesleği icrâ edenlerin, aynı takımı tutanların ortak bir noktaları vardır ve bununla birbirlerine bağlılık hissederler. Toplumda “aidiyet duygusu” denilen bu duygu, insanların ortak bağlarını ve istinat noktalarını teşkil eder. Sevinçlerini, kederlerini, başarılarını, mağlûbiyetlerini ve mahcubiyetlerini aidiyet duygusu ile paylaşırlar. Bir köyden bir başbakan veya cumhurbaşkanı çıksa, o köyün insanları onunla iftihar eder. Köylüler, “Başbakan bizim köylümüzdür, onunla iftihar ediyoruz” diyerek, o insanın makamından kendilerine de bir pay çıkarırlar. İnsanlığa faydası dokunan, başarılı ve yararlı işler yapan insanlar da, bütün insanlığın medar-ı iftiharıdır. Onlarla iftihar etmek her insanın hakkıdır. Bediüzzaman Hazretleri de, uçağı yapanların dinine, diline, ırkına ve o uçakları başı üzerinde uçuranların niyetlerine bakmaz, insan zekâsının başarısından dolayı, insan olmak hasebiyle iftihar eder. Bu davranışı ile insan olmanın önemine vurgu yapar. Cenâb-ı Hak insanı öyle istidatlarla donatmış ki, bu istidatları dolayısıyla bir insan, başka canlıların bir nev’înden daha değerlidir. Allah’ın her mahlûkunun ve her san’atının kendi makamında bir değeri vardır. Ama insanda bulunan istidatlar ve Rabbânî san’atlar, başka hiçbir mahlûkta yoktur. Eşref-i mahlûkat olarak yaratılan insan, aynı zamanda kâinat sarayındaki diğer sekenelerin sakinlerine bir nezaretçi ve arz memleketine de bir halife olarak gönderilmiştir. Bediüzzaman Hazretleri bu yüzden insana çok değer verir. İnsan nev’î ile iftihar eder. Bediüzzaman Hazretleri, tayyareyi icad eden insanları takdir ediyor. O insanların kimliğine, inancına, ırkına bakmıyor. Böylece insanlığa bir medeniyet dersi verirken, talebelerine de muavenet ve muhabbet dersi veriyor. Üstâdımız, “nev’îmle iftihar ediyorum” diyerek teknik bir hizmetin mensuplarını takdir ederken, bizler iman dâvâsına hizmet eden kardeşlerimizle ne kadar iftihar ediyoruz? “Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmektir” düsturuna ne kadar riâyet edebiliyoruz? Sadece insan olmak bile başka insanların hizmeti ve başarısı ile iftihar etmeye yetiyorsa, Kur’ân ve iman dâvâsına hizmet edenlerin hizmetleri acaba ne kadar takdire müstehak ve iftihara vesiledir? Bizim yapamadığımız bir hizmeti bir kardeşimiz yapıyorsa, bazı kardeşlerimizin bizden üstün istidatları varsa, onlarla iftihar etmek vazifemizdir. Onların başarılı hizmetleri, bizim hizmetimizin başarısı demektir. İnsan, sırtındaki yükün başkaları tarafından paylaşılmasından ancak sevinç duyar. Çünkü kendi yükü hafifler. Kendisinden güçlü kardeşlerinin kendisine yardımcı olmasından da memnun olur. Ne mutlu kardeşlerinin meziyetleri ile “şâkirâne” iftihar edenlere. 18.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Sami CEBECİ |
|
İrtibattaki lezzet |
Risâle-i Nur Külliyatında ifrat ve tefritin her türlüsüne karşı çıktığını gördüğümüz Bediüzzaman Hazretlerinin, irtibat ve sık görüşme cihetinden ifratkârâne irtibatı tavsiye etmesi ne kadar dikkat çekici olduğu bilinen bir gerçektir. Karşılıklı kuvvet vermek ve almak, teselli etmek ve müteselli olmak ve şevk alış verişinde bulunmak noktalarından irtibat çok değerli bir iksir konumundadır. Âdetâ bir dopingdir. Ankara’nın yoğun hizmet temposunun yanı sıra, özellikle hafta sonları dâvetler üzerine Anadolu’ya günübirlik ziyaretler yapıyoruz. Hem ziyaret eden, hem de ziyaret edilenler açısından irtibatın verdiği mânevî lezzetin ve şevk alış verişinin ne demek olduğunu yakinen görüyor ve yaşıyoruz. Bahsi geçen ziyaretlerden birini de, geçtiğimiz hafta sonu Kayseri ilimize yaptık. Her yolculuğumda yan koltukta bir yol arkadaşım olup onunla sohbet ettiğim halde, sabah namazından sonra ulaştığım yedi otobüsünde yan koltuk boştu. Bunda da bir hayır vardır diyerek oturdum. Gece geç yatmanın verdiği uykusuzlukla biraz sonra dalmışım. Uyandıktan sonra, Kayseri’ye kadar iki günlük gazetemi bitirdim. Gazetenin birisini diğer koltukta oturan genç adama, diğerini de onun arkasında oturan ve öğrenci oldukları anlaşılan iki genç kıza hediye ettim. Tereddüt etmeden kabul edip, teşekkür ettiler. Yeni Asya, Risâle-i Nur kaynaklı neşriyat yaptığı için her bir makalesi irşat vazifesi görüyor. Belki gazete vasıtasıyla Bediüzzaman ve Risâlelerle tanışmak nimetine mazhar olurlar diye düşünmüştüm. Yeni Asya’nın benim bedelime onlarla konuşacağını biliyordum. Bu da bir hizmetti. Üstad Hazretleri demiyor muydu “Vesilenin mahiyetine bakılmaz, neticesine bakılır. Madem neticesi rıza-yı İlâhîdir, o küçük değil, büyüktür.” Telefonlaşarak, Erkoç ve Güntay Beylerle Hunat Camii’nde buluştuk. Öğle namazını müteâkip ilk program hanım kardeşlerimizle gerçekleşti. İki ağabeyin refakatinde muhatap olduğumuz Kayserili hanım kardeşlerimiz, iki saat boyunca ilgi ve alâka ile dinlediler. Sohbetin son bölümünde sordukları can alıcı sorularla ne kadar seviyeli olduklarını gösterdiler. Nur hizmetinin bayrağını şan ve şerefle dalgalandıran bu kardeşlerimizi tebrik ediyor ve meşveret esasına dayalı çalışmalarında başarılar diliyoruz. Yatsı namazından sonra erkeklerin hizmet merkezindeyiz. Geniş salon tamamen doluydu. İki saatten fazla süren ders ve sohbeti gözünü kırpmadan can kulağı ile dinleyen Kayserili gönül dostlarında, yeniden hizmeti sahiplenircesine bir dirâyet, şevk ve gayret müşahede ediliyordu. Meslek ve meşrebimizin temel esaslarını paylaşmak üzerine kurulu dersimiz, hepimiz için verimli ve feyizli olmuştu. Umumî ders, semt derslerinin de verimli olduğunun bir göstergesiydi. Talebe dersleri de organizeli bir tarzda yürütülüyordu. Şimdi onlar, dört beş katlı yeni bir hizmet merkezi tesis etmenin adımlarını atıyorlar ve onun heyecanını yaşıyorlar. Bu hedeflerinde, Allah’ın onlara hususî yardımını ihsan etmesini diliyor ve kısa zamanda neticeye ulaşmalarını temenni ediyoruz. Kayserili gönül dostlarımızın şahs-ı mânevî ile birlikte daha nice ihlâs ve istikametli hizmetlere mazhar olmalarına duâlar ediyoruz. Gece bir otobüsüne bilet almıştık. O saate kadar bekleyip, cemaat adına uğurlama vazifesini îfa eden dâvâ arkadaşlarıma buradan şükranlarımı sunuyorum. Bu sefer yan koltukta yirmi beş yaşlarında genç bir delikanlı vardı. Bir saat kadar sohbet ettik. Bitlis ilinin Hizan ilçesindenmiş. Üstadı tanıyor. Gençlik Rehberi ve Küçük Sözler’i okumuş. Bir yıllık avukat olan Veli adındaki genç, mümkün oldukça namazlarını kılmaya çalıştığını söyledi. Ona, “Said Nursî ve demokratik Açılım” broşürü ile “Ölümsüzlük Ülkesine Yolculuk” kitabımı imzalayıp hediye ettim. Çok memnun oldu. Günübirlik gerçekleşen Kayseri ziyaretinin, bir hatıra ve İnşallah bir sevap hazinesi olarak âhirete geçmesinin verdiği mutluluk her şeye değmişti. Böyle irtibatların üç dört senede bir değil, daha sık aralıklarla yapılması gereği de ayrı bir gerçekti. 18.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Hani Çarşamba günü derse gidecektik, Şaban Ağabey? |
Şirinevler semt dersi bir ay evvel bizim evde olacaktı hani Şaban Ağabey? Biliyordum, yoğundunuz, belki yorgundunuz ve her yerden derse çağrılıyordunuz. Ama kırmadınız; o hafta akşam dersine geleceğinizi söylemiştiniz. Ben de, sizin o güzel, tebessümle süslenmiş, müjde, umut, şevk veren sohbetinizle kalplerinin ısınabileceğini düşündüğüm apartmandaki bazı komşularımı da dâvet etmiştim. Dersimiz akşam saat dokuz da başlayacaktı. Evde tatlı bir hazırlık telâşı içinde iken kapının zili çalınmasın mı? Hayırdır inşallah, daha derse yarım saat varken, acelesi! olan hangi ağabeyimizdir acep? Kapıyı açtım: Karşımda oğlunuz Nurullah kardeş ve bir komşunuz ile sizdiniz gelen. O karşınızdakine de sirayet ettirdiğiniz tatlı tebessümünüz ve gülüşünüzle “Ali Kardeş! Selamünaleyküm, bu kadar erken beklemiyordunuz her halde?” “Aman ağabey ne demek, hoşgeldiniz, bilâkis memnun olduk,” “Ali kardeş, trafiğe takılıp da derse geç kalmayalım diye yola çıktık, ama biraz erken gelmişiz demek.” Şaban Ağabey, Başakşehir’deki evinden yaklaşık 30-40 kilometre mesafedeki evimize gelmek üzere trafiğe takılmamak ve derse gecikme riskini bertaraf etmek için biraz erken çıkmış ve erken de gelivermişti. Aynı aceleciliği, erkenciliği vefatı için de gösterivermişti işte. Daha yapacak çok dersler vardı Şaban Ağabey. Demek trafiğe takılmamayı tercih ettiniz yine ve gideceğiniz mekâna biraz erken gidiverdiniz. Bizim semt dersleri aslında 12-14 kişi ile toplanırken—o gün bir ağabeyimizin de tesbiti de bu yönde idi ve o akşamki dersin çok istifadeli olduğunu söylemişti— o akşam ne hikmetse 20 kişiden fazla vardı. Oysa kimseye haber vermemiştik Şaban Ağabey gelecek diye. Tevafuk. Salon dolu dolu idi. Demek Şaban Ağabey fakirhanemizi son kez şereflendirecekmiş? Sonraki hafta Çarşamba akşamı. Her hafta olduğu gibi yine üşenmeyen, vaktim yok ya da yaşça büyüğüm ben niye takip edeyim demeden arayıp Çarşamba dersine dâvet eden Şaban Ağabeydi. O telefondaki ses: “Ali Kardeş bu akşam arkadaşların işleri nedeniyle ders olamayacak. İnşaallah haftaya gideriz” demişti. Ama haftaya derse gidemeyeceğimizi nereden bilelim. Perşembe günü Cerahpaşa Tıp Fakültesi yoğun bakıma kaldırılmış. Ziyaretçi kabul edilmiyormuş. Zaten durumu iyiye gidiyormuş Elhamdülillah. İnşaallah en kısa sürede taburcu olacakmış” diyerek içimizde iyimserlik rüzgârları estirilmişti. Yine de Pazar günü akşam saatine doğru hastanenin yoğun bakım ünitesine gidiverdik ailece. İçeri girmek istediğimde doktorlar “Şu anda görüş saati değil” diyerek engel oldular. Uzaktan da olsa görmek istememe rağmen kabul edilmeyince zaten ameliyat sonrası tekrar ziyarete gideriz diyerek, daha fazla ısrarcı olamadım. Keşke ısrar etseymişim Şaban Ağabey. O Çarşamba’nın sabahı Nazım Kardeş telefon etti. “Biliyor musun?” dedi. “Neyi?” “Şaban Ağabeyi” dedi. Sesi çok üzgündü. Ama ben hâlâ anlayamamıştım. “Evet biliyorum, şu an yoğun bakımda Cerrahpaşa’da” dedim. “Hayır, hayır Ali Kardeş. Şaban Ağabey…..” “Nasıl yani? Nazım Kardeş şaka mı yapıyorsun?” Keşke bu soğuk bir şaka olsa idi. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı o ânı daha önce de yaşadığımı hatırladım birdenbire. 1991 yılının 1 Ekim’inde babamı kaybettiğimde yaşadığım duyguydu bu. Kelimelerin boğazımda düğüm düğüm düğümlenip, adeta boğduğu, konuşabilmenin değil, ancak gözlerinize hücum eden sağanağın taşması idi. Hemen Cerrahpaşa Hastanesine gittim. Duyup gelen pek çok ağabey ve kardeşimizle morgun önünde bekleştik bir süre. Ne kadar da uzundu bu bekleyiş. Sonra Şaban Ağabey’in eşi Fatma Ablamıza taziye için yanına gitmeye karar verdik. Fatma Abla, gözü yaşlı gönlü mahzundu. Hiç de kolay değildi bu durum. Ne kadar metanetini korumaya çalışsa da, Şaban Ağabey elbette bir eşten öteydi. Güya teselli verecek, acıyı paylaşacaktık. Teselli vermek isterken meğer teselliye muhtaç asıl bizmişiz. Fatma Abla beni görünce bir yandan ağlayıp, hastane ziyaretimi kastederek Şaban Ağabeyin “Ali Oktay ziyarete geldi, o kadar dil döktü doktorlar almadı, izin vermedi” dediğini söyledi. Fatma Abla ağlıyordu, ama sadece o değildi bu durumda olan. Göz pınarlarına hakim olmayı başarabilenlerin ise gönülleri yaşla dolmuş, içerilere akmıştı. Aşağıdan çağırdılar. Şaban Ağabey kefenlenmeden önce son bir kez dünya gözüyle görmek mümkün olabilecekti. Yaklaşık 8-10 kişilik bir grupla aşağıya indik. Şaban Ağabeyin yüzünü açtılar. Fatma Abla vedalaştı dünya ve ahiret yoldaşı ile. O kısa âna çok şeyi sığdırmaya, söyleyebileceklerini dile getirmeye çalıştı. Gözyaşları tabiî ne kadar izin verirse.. “İnşaallah sana lâyık bir eş olurum” dedi Fatma Abla. İnşallah Fatma Abla, inşallah. Yol uzun idi. Ömrü hizmet için il il dolaşan bu muhterem ağabeyimizi vefatında bile yolculuktan alıkoymamıştı kader. Bu son yolculuk baba topraklarına memleketi Çorum’un Kargı ilçesineydi. Cenaze arabasına itinayla yerleştirdik. Dışarıda neredeyse bardaktan boşanırcasına yağan yağmur. Adeta gökyüzü ağlıyordu. Âlimin ölümü âlemin ölümüydü, âlemin ağlaması işte böyle yağmur misal olabilirdi ancak. “Şaban Ağabey, biliyor musunuz, gazetede her gün sizinle ilgili en az bir iki yazı var. Ne kadar seveniniz var bir bilseniz” diyesi geliyor insanın. Bize de böyle bir iki yazı yazan çıkar mı acaba? Muhterem ağabeyim, geçen hafta ki son telefon konuşmamızda dersin ertelendiğini haber vermiş, “İnşaallah haftaya Çarşamba günü gidelim” demiştiniz. Doğru Şaban Ağabey. O Çarşamba derse gittiniz. Bizsiz ve yalnız. Demek dersi Peygamber Efendimizle (asm), Üstad Hazretleri ile ve Nur Talebeleri ile yapacakmışsınız. Bizi imrendirdiniz ağabey...
EVVEL GİDEN AHBABA SELÂM OLSUN ERENLER… “Dün geçti, yarın daha gelmedi, hesabını bir nefes üzerine yap” diyen Sadi Şirazi ne güzel söylemiş. Aynı “Hayat anlardan oluşur anlardan, şimdiyi yakala” diyen Arjantinli şair Borges gibi. İnsan gençken ve hatta ilerlemiş yaşlarda bile çoğu zaman ölümü kendine hep uzak görür. Kabristanlar, hiç ölmeyeceğini düşünen böyle insanlarla dolu değil mi. Oysa mezarlıklar sadece yaşlı insanlara mı mahsustur sanki? Ya o küçücük çocuk mezarlarına demeli? Eski mezarlıklar şehir hayatı ile iç içe yapılmış. Hep ana yol kenarlarında ya da cami avlularındadır. Eyüp, Edirnekapı, Vezneciler ve hakeza. Yanından neşe içinde geçen, yürüyen, arabasında yüksek sesle dinlediği müziği kısma gereği bile duymayan insanlar da, bu şehrin insanı. Bir süre sonra onlarından yanından şen şakrak kahkahalar, müzik sesleri ile geçip gidenler olacak ne yazık ki. Münir Nurettin Selçuk’un bir bestesinde “Hafızın kabri olan bahçede bir gül varmış / Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle / Ve serin serviler altında kalan kabrinde / Her seher bir gül açar her gece bir bülbül öter" der, Yahya Kemal. Yine bir uşşak bestede şair “Tekrar mülâki oluruz bezm-i ezelde / Evvel giden ahbaba selâm olsun erenler” diyerek uğurluyor berzah âleminin yolcularını. Ya asrın Bediisi ne diyor: “Ölüm idam değil, firak değil belki hayat-ı ebediyenin mukaddemesidir, mebdeidir. Ve vazife-i hayat külfetinden bir paydostur, bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Berzah âlemine göçmüş kafile-i ahbaba kavuşmaktır.” Evvel giden ahbaba bizden de selâm olsun efendim… 18.11.2009 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Süleyman KÖSMENE |
|
Biz havuzunda erime ahlâkı |
Almanya’dan okuyucumuz: “1-Tam ihlâsa muvaffak olmanın en kolay, en etkili ve en tehlikesiz yolu nedir? 2-Namaz tesbîhâtı hakkında hadis-i şerif var mı? Yani sünnetçe sabit midir? Eğer sabitse kimler tarafından rivâyet edilmiş ve hangi kaynaklarda geçmektedir?”
Tam ihlâsa muvaffak olmak, bu dini, dinin sahibi olan Allah’a teslim etmekle, bir kul olarak O’na teslim olmakla ve O’nun yolunda ve önünde kendi benliğinden geçmekle başlar. Bu bir güzel ahlâktır. Bu güzel ahlâk, kendimizi mânâ-yı ismîyle değil; mânâ-yı harfîyle tanımlamakla, yani kendimizi müstakil bir isim olarak değil; bir ismi tamamlayan harf olarak görmekle başlar. Kendimizi, bir ismi tamamlayan harf olarak gördüğümüz dakikada benlik dâvâsı kalkar; “biz olma” şuuru devreye girer. Kendimizi “biz” olarak hissettiğimiz an, şahsî hiçbir kaygımız, ne makam, ne unvan, ne isim, ne resim, hiçbir derdimiz kalmaz. Benlik handikabını böylece aşabildiğimiz ölçüde, kendimizi “biz” havuzuna atmamız, “biz” havuzunda eritmemiz, “biz” havuzunda kendi benimizden vazgeçmemiz mümkün olur. Tam ihlâsa muvaffak olmanın en kolay ve en sağlıklı yolu da, işte bu “biz” havuzunu kavramaktan geçer. Çünkü burada bütün şeref “biz”e aittir, bütün şân havuzdaki herkesindir, bütün kıymet bütün fertlerindir, bütün başarı içinde eridiğin sosyal yapının bünyesinin harcını teşkil eder. Benliğini dâvâsı içinde eriten ve sahip olduğu şeref ve makamı içinde bulunduğu sosyal yapı ile paylaşan Bedîüzzaman Saîd Nursî, davranışlarıyla, sözleriyle ve topyekûn hayatıyla, tam ihlâsa muvaffak oluşun çağdaş bir modelini teşkil eder. Peygamber Efendimizin (asm), “İhlâslı olanlar da büyük bir tehlike üzerindedir” hadisinde işaret buyurduğu büyük tehlikelerden uzak durmanın yegâne çaresi Üstad Bedîüzzaman’a göre benliğini “biz” kavramı içinde feda etmektir. “Ben çekirdek gibi çürüdüm ve kurudum. Bütün kıymet ve hayat ve şeref, o çekirdekten çıkan şecere-i Risâle-i Nur ve mu’cize-i maneviye-i Kur’âniyeye geçmiş biliyorum”1 sözüyle; “Ben de sizin bu ders-i Kur’âniye’de bir ders arkadaşınızım... Ben makam sahibi değilim”2 ifadesiyle; “Ben bir çekirdektim, çürüdüm gittim... îmân ile Cehennemden birkaç adamın kurtulmaları için, Cehenneme girmeyi kabul ederim”3 beyânıyla; “Said yoktur; Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-i imaniyedir”4 kaydıyla; “Nurdaki ihlâsı bozmamak için, uhrevî makâmât dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum”5 fedakârlığı ile; “Ben, cemiyetin îmân selâmeti yolunda âhiretimi de fedâ ettim. Gözümde ne Cennet sevdâsı var, ne Cehennem korkusu! Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin îmânı nâmına bir Saîd değil, bin Saîd fedâ olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem. Orası da bana zindan olur. Milletimizin îmânını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya râzıyım”6 beyanıyla Bedîüzzaman, tam ihlâsı yakalamanın ve muhafaza etmenin en tehlikesiz yolunun kendi nefsini bu yolda toprak bilmekten, vücudunu Yaratıcısına fedâ etmekten ve benliğini “biz havuzunda” eritmekten geçtiğini gösterir. Tesbihatın kaynağı ve dayanağına gelince… Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretlerinin ateşten ve muhtelif fitnelerden Allah’a sığınma, salât ü selâm getirme, istiğfar, duâ, niyaz ve İsm-i Azam duâları okuma gibi namaz tesbîhâtına getirdiği zenginliğin tamamı hadislerden ve sünnetten alınmadır. Hepsinin sahih kaynaklarını ve dayanaklarını yalnız sünnetten değil, Kur’ân’dan da bulmak mümkündür. Nitekim Kur’ân mü’minleri Cehennem azâbından, şeytandan ve muhtelif fitnelerden Allah’a sığınmaya, Allah’ın adını bol zikretmeye, Peygamber Efendimiz’e (asm) bolca salât ü selâm getirmeye teşvik ettiği gibi; Allah Resûlü de (asm) aynı teşvikleri, duâ ve niyazları kendisine mahsus tâbir ve metinlerle bilfiil göstermiş ve ümmete büyük bir duâ hazînesi bırakmıştır.7
Dipnotlar:
1- Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, s. 120. 2- Emirdağ Lâhikası, s. 367. 3- a.g.e., s. 377. 4- a.g.e., s. 317. 5- a.g.e., s. 233. 6- Tarihçe-i Hayat, s. 544. 7- Tesbihâtın kaynağı ve dayanağı olarak bakınız: Bakara Sûresi, 2/152; Ra’d Sûresi, 13/28; A’râf Sûresi, 7/200; Hicr Sûresi, 15/98; Nahl Sûresi, 16/98; Fussilet Sûresi, 41/36; Ahzâb Sûresi, 33/56; Müslim, Salât, 12; Ebû Dâvud, Edep, 110. 18.11.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Dersim, âh Dersim! |
Hemen başta ifade edelim ki, kendim, Ehl–i Beyt muhabbetine bütün içtenliğiyle bağlı bir "Sünnî Müslüman"ım. Yani, Şiî ya da Alevî değilim. Ayrıca, Dersimli (Tunceli) de değilim. Ama, Dersimli Alevî kardeşlerimin hasseten 1937–38 yıllarında yaşamış oldukları o dayanılmaz elem ve ıztırabı ruhumda ve vicdanımda en tesirli bir şekilde hissediyorum. Bu hissiyatımızı da, yıllardır hemen her vesileyle tekrar be–tekrar ifade edegeldik. Şimdi, CHP'li Onur Öymen'in fâhiş hatası sebebiyle yeniden açılan bu yaranın acısını onlarla bir kez daha paylaşıyor ve Allah bir daha öylesi günleri hiçbirimize yaşatmasın diye duâ ediyoruz. Ayrıca, Alevî kardeşlerimize de birkaç noktayı hatırlatarak, yakın tarihin sayfaları arasında kısa bir gezintiye çıkalım. 1) 1937'deki "Dersim katliâmı"nın Sünnîlikle ve hatta Müslümanlıkla hiçbir alâkası yoktur. Kat'iyen bilin ki, Sünnî kardeşleriniz bu meselede hep sizin yanınızda olmuştur, olmaya da devam edecektir. (Aşağıda Said Nursî ile bağlantılı hatıra notlarına dikkatlice bakınız.) 2) Size o zulmü revâ gören CHP hükûmetidir ve o dönemin tek parti zihniyetidir. Ama aynı zihniyet, size sanki Sünnîlik adına zulmedilmiş gibi bir düşünce ve mânâyı hep empoze edegeldi. Bu sebeple, sizi Sünnîlere düşman etmeye çalışanlar oldu. Bu ise, Sünnîlere yönelik dehşetli bir isnat ve iftiraydı. Katmerli bir zulümdü. 3) Öyle sinsi bir zihniyetle muhatap oldunuz ki, önce sizin canınızı incitti, sonra da hem devlete, hem de millet ekseriyetine düşman bir hale getirmeye çalıştı. 1950'den sonra da, size bir oy deposu nazarıyla baktı. Ne yazık ki, siz de ya korkudan, ya da desiselerine aldanarak o zihniyete siyaseten olsun elli sene müddetle destek verdiniz. Artık bundan vazgeçmelisiniz ki, o zihniyeti hep birlikte tarih mezarlığına gönderme imkânı, fırsatı doğsun. 4) Başınıza vaktiyle gelmiş olan o dehşetli hadisenin sebebini de, mahiyetini ve gelişme seyrini de, inanın detayına varıncaya kadar biliyoruz. Ama, orada sergilenen vahşeti ve yıllar yılı çekilen acıyı tarif edecek kelime ve tâbiri bulmakta büyük müşkilât çekiyoruz. Bunu da bilesiniz diye yazıyoruz.
Şahitlerin dilinden
Bugünkü neslin çoğu bilmez "Dersim hadisesi"nin ne olduğunu. Ama, yakın tarihin bu acı sayfasını doğru şekilde bilmeleri lâzım. 1937'de Dersim ve çevresinde neler olup bittiğini, biz önce o dönemin şahidi olmuş zatlardan dinledik. 1974'te lise son sınıf talebesiyken Elaziz'de ziyaretine gittiğimiz emekli Albay Hulusî Yahyagil, Dersim hadisesinin en canlı şahidiydi. Aynı zamanda tarihi doğru konuşturan, imanlı, insaflı, vicdanlı bir şahit idi. Sonradan Son Şahitler (Cilt–1/328) isimli eserde de kayda geçen konuyla ilgili hatırasının bir kısmı şöyledir: "Ben Elaziz'de (Elazığ) tabur komutanlığı yapıyordum. 1937–38 Dersim İsyanı'nın sebep olduğu fâcia neticelenmek üzereydi. Bizi de isyanı önlemeye ve bastırmaya memur ettiler. İsyan dedikleri şey de, bazı dağ köylerinin o yıl vergi vermeme meselesi idi. Aslında hadise basitti. Fakat nedense onu büyüttüler ve umumileştirdiler. Bize verilen emir ise tek kelime idi: İmha!.. 'Canlı tek bir insan bırakılmayacak: Genç–ihtiyar, çocuk–kadın, vesaire...' Gerçi operasyon bölgesindekilerin çoğu Rafızî idi. Ama yine de bizim vatandaşımız idiler. O tarz muamele ile o insanlar salâh mı bulacaklardı? Ben kıta komutanı idim. En çetin ve zor vazifeyi de bize vermişlerdi. 'Sen piyadesin, seni topla da takviye etmek gerekir' dediler. Müthiş bir hüzün ve ıztırap içinde idim. Hz. Üstad benim bu hüznümü hissetmiş. Bu durumu kendisine yazıp soramadım. Nasıl yazabilirdim! Bu ıztırabımı kâğıda nasıl dökebilirdim! Tam merhum pederimle vedalaştım. Hayvana bindim gidiyordum. Bir de baktım, hizmet eri koşarak geldi. Elime bir mektup verdi. Mektubu açtım. Mektubu Üstad Kastamonu’dan Ürgüp Müftüsü olan kardeşi Abdülmecid vasıtasiyle gönderiyordu. Kastamonu Lâhikası'nın başlarında (s. 14) bulunan mektupta, Üstad Bediüzzaman'ın şu ifadeleri yer alıyordu: ‘Hulusi’nin bir gailesi var, diye hissediyorum. Merak etmesin. Risâle–i Nur’un şâkirdlerine inãyet ve rahmet, nezaret ve himãyet ederler. Dünyanın meşakketleri mãdem sevap verir, geçerler; o musibetlere karşı sabır sabır içinde, şükür ile, metanetle mukabele edilmek gerekir. Hem o, hem sizler, bütün dualarımda ve kazançlarımda benimle berabersiniz.’ Hulusî Bey, neticeyi şöyle anlatır: “Az sonra isyan olan bölgeye gittik. Döndük dolaştık. O bölgeyi terk etmişler, dağlara mağaralara çekilmişler. Rahmet–i İlâhiye yardımımıza yetişti. Elimizi kirletmeden ve kana bulaştırmadan bizi kurtardı.” * * * Benzer bir hatıra da, "Bediüzzaman Said Nursî, Mufassal Tarihçe–i Hayatı" isimli eserde (s. 1134), Malatyalı emekli Yüzbaşı Şevki Beyin dilinden şu şekilde naklediliyor: "Dersim'de isyan eden bazı insanlarla askerler harp ederken, isyancılar yavaş yavaş çekilip dağın zirvesine doğru gitmişler. Bizim askerler onlara ulaşamıyor ve bir şey yapamıyordu. Bu defa gelen emirler mucibince, geri dönüp masum çoluk–çocuk, ihtiyar demeden katletmeye başlamışlar. Hatta hınçlarını alamayarak, bazı taburlar topladıkları çoluk–çocuk, kadın–ihtiyar, bîgünah masumları büyük avlulu surlu bir evin içine doldurmuşlar ve tenekeyla gazyağı döküp bunları ateşe vermişlerdi. Bu ateş içinde yükselen feryatlar ve çığlıklar ortasından, bir kadın kucağındaki bebeğini ateşte yanmaması için surun üstünden dışarıya fırlatmış. Fakat bir yüzbaşı o bebeği süngüleyerek, süngü ile tekrar surun üstünden ateşin ortasına atmıştı. Gözümle gördüm." * * * Evet, 1937–38'de Dersim ve çevresinde yaşananlar, tam anlamıyla bir insanlık dramıydı. Ayrıca, insanlık adına utanç verici şeyler sahnelenmişti. Hatıra notlarında anlatılanlar doğrudur. Asla abartılı değildir. Daha sonraki araştırmalarımızda ve dinlediğimiz birçok canlı şahidin anlattıklarında, aynı gerçeklerin izini, yüzünü gördük. Şimdi, o vahşi zihniyeti tarih çöplüğüne göndermeye iyi bir fırsat doğdu. Yeni mâsum canlar yakmadan, hukuk ve demokrasi içinde kalarak, herkesin üzerine düşen yapmasını diliyor ve bekliyoruz. 18.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Düğünde ölçü |
ısrafa ve gösterişe kalkmamak şartıyla, herkes imkân ve şartlarına, sosyal statüsüne göre düğün yapmalı. Yani, ayağını yorganına göre uzatmalı. “Çocuklarımız rahat etsin” diyerek, biraz da görenek ve “Onların var, bizim niye olmasın” gibi çarpık bir anlayış ile, zarûrî ihtiyaçlar dışında, bir kısım eşyalar şart koşulmamalıdır. Bu uğurda, altından kalkılması zor borçlar altına girilmemelidir. Çünkü bu durum, gençlerin hayatını zehire çevirebilir. Daha evliliklerinin ilk günlerinden başlayarak ağır borç altına sokmak ve bütün gaye ve enerjilerini “gösteriş uğruna” eşyaya, maddeye hasrettirmek uygun bir davranış olmasa gerek. Şüphesiz ki, bu İslâm’ın tasvip edeceği bir davranış değildir. Kanaat ve iktisada da zıttır. Diğer taraftan men edilen “israf” sınırları içine girmektedir. Aşırı ve yersiz tüketim, men edilmiştir. Temel hadis kitaplarından Nesêî’de yer alan habere göre Resûl-i Ekrem (asm) kızı Fatıma’yı (ra), bir yatak, bir su kabı ve bir de içi ot dolu bir yastıkla gelin göndermiştir. Aslında o çağın imkânlarına ve Peygamberimizin (asm) durumuna baktığımızda, pekâla bulur, buluşturur, çok daha zengin bir çeyizle gönderebilirdi. Hz. Ali (ra) için sâde bir törenle nikâh kıyılır. Misafirlere bal şerbeti, hurma ve gül suyu ikram edilir. Daha sonra hurma, yağ ve süzülmüş yoğurttan yapılan bir de düğün yemeği verilir. İbn Mesûd (ra) Tirmizî’de yer alan rivayetinde Peygamberimizin (asm), “Düğün yemeği birinci gün haktır, ikinci gün sünnettir, üçüncü gün ise gösteriştir. Her kim gösteriş yaparsa, Allah onu herkese açıklar” buyurduğunu nakletti. Ve Ebû Hureyre (ra), Peygamber Efendimizin (asm) “En kötü yemek, zenginlerin çağırılıp, fakirlerin çağrılmadığı düğün yemeğidir. Kim davete gelmezse, Allah ve Resûlüne âsi olur” diye bizi ikaz ettiğini bildirir. (Buhârî) İktisat İslâmın temel emirlerindendir. Yani, namaz kılmak nasıl farz ise, içki içmemek haram ise; iktisat etmek de Rabbimizin emridir ve israf haramdır. Şu halde, düğünlerimizde de bu kaideyi uygulamamız gerekir. İsraf nedir? İhtiyaç ve takatimizin üstündekileri almak veya temel, zaruri ihtiyaçların dışında, gösteriş için abartılı bir alış veriş yapmaktır. Bu zamanda, öylesine bir anlayış hâkim olmuş ki, kız tarafı 15-20 bin, erkek tarafı 25-30 bin lira düğün masrafı yapıyor. Pek çoğu, gelenek ve görenek baskısından (başkası yaptı, bizim neyimiz eksik) diyerek gücünün üstünde masraflara giriyor. Pek çoğunu da harç-borç karşılığı alıyorlar. Ve bu borcu da gençlerin sırtına yüklüyorlar. Haydi babam, daha hayatla tanışır tanışmaz ağır bir borç yükü altına giriliyor. Hayat standardı düşüyor. Ödemede zorlanılıyor veya çeşitli sıkıntılara düşülüyor. Bunun bonucu, daha evliliğin ilk yıllarında tartışmalara, suçlamalara ve kavgalara dönüşüyor! 18.11.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Ismarlama gündemler |
Eskiden beri, bazı gazetelerde ‘yalan’ haberler yayınlandığına kamuoyu şahittir. “Bir kısım medya” son yıllarda ‘alternatif yayın’lar çoğaldığı için milletin gözünün içine baka baka ve yüzde yüz ‘yeni yalan’ haber verme alışkanlığını kısmen terk etti. Geçmişte gazetelere ‘manşet’ olan yalan haberlerin sadece birini hatırlatalım: Bir dönem ‘büyük gazete’lerde İranlı turistlerin Palandöken’e gelip çarşaflı halleriyle kayak yaptıkları haberleri yer almıştı. (Hürriyet, 26 Ocak 2000) Aradan iki bir iki gün geçince kayak yapanların İranlı turistler değil, ‘kiralanmış yerli erkekler’ olduğu anlaşıldı. Bunun gibi onlarca, belki de yüzlerde misâl vermek mümkün... Bu haberler de ‘ısmarlama gündem’lere hizmet için yapılıyordu, ama daha vahim olan girişimler de olmuş. Delilleri şimdi ortaya çıktığı için hatırlamakta fayda var: Ergenekon savcılarına gönderildiği iddiâ edilen ‘üçüncü mektup’taki iddialara göre kamuoyunu yönlendirmek için ‘anket’ yaptırılması ve bu anketten de “TSK en güvenilir kurum” neticesinin çıkması istenmiş, bir anlamda ısmarlanmış... (Radikal, 17 Kasım 2009) Aynı mektuptaki iddiâlara göre başörtüsü aleyhinde de kamuoyu oluşturmak için bazı planlar yapılmış. Bunlardan biri de ‘türban’ takmaya zorlanan hayalî bir genç kızın, büyük bir gazetenin ‘dert dinleyen yazarı’na mektup yazması temin edilmesi planlanmış. Savcılara gönderildiği ifade edilen mektupta başka pek çok iddialar da var. Ama bu iddialar kimseyi ‘şok’ etmemeli, aksine tanıdık gelmeli. Bunca yıl düzenlendiği ifade edilen anketlerde ‘en güvenilir kurum’ listesinin hiç değişmemesi tesadüf olabilir mi? Aslında bu konudaki ‘şike’yi daha önce çeşitli vesilelerle sorgulamaya çalıştık. Meselâ, Türkiye’de; başörtüsü yasağını savunan bir kişi, kurum ya da partinin ‘en güvenilir kişi, kurum ya da parti’ olarak gösterildiği bir anket yayınlansa, bu netice ‘normal’ kabul edilebilir mi? Mümkün değil. Çünkü hayatın gerçekleri tam tersini gösteriyor. Dünün ‘tek parti’si ve bugünün ‘ana muhalefet partisi’ olan CHP’nin durumu ortada. Dolayısı ile yıllardan beri yapıldığı iddiâ edilen kamuoyu araştırmalarının yeniden ele alınması ve varsa ‘şike’lerin itiraf edilmesi, ortaya konulması gerekir. Yapılan bir anket varsa ve böyle bir netice çıktı deniyorsa, bu neticeyi 12 Eylül ihtilâl anayasasının aldığı neticeyle kıyaslamak lâzım! Hatırlayalım: Hâlâ kurtulamadığımız 12 Eylül darbe anayasası da güya yüzde 92 oyla kabul edilmişti! Demek ki 12 Eylül döneminde anayasanın yüzde 92 nisbetinde kabul oyu almasını ‘ısmarlayan’lar, sonraki yıllarda bir adım daha atıp “yüzde 93’lük anketler” ısmarlamış! Dolayısı ile ‘güvenilir kurum’ anketiyle 12 Eylül anayasasını aynı terazi ile tartmak gerekir! Ortada bir gerçek var: Yalanlar ve yanlışlar ancak yatsı vaktine kadar devam edebilir. Bütün bir insanlığı sonsuza kadar yanıltmak, yalanlara inandırmak mümkün değil. 1937’de Dersim’de yapılanların bugün gün yüzüne çıkması bile buna delil değil mi? O halde bu yanlışlara imza atanlar ciddî bir tevbe ile milletten özür dilemeli ve benzer yanlışlar yapmaktan vazgeçmelidirler. Bir kaç kişinin belli bir dönemde yaptığı ciddî yanlışları savunmaya devam etmek, büyük bir kitleye de haksızlık oluyor. Zulmü ‘zalim’lerin omuzuna yıkın ve bu ağır yükten kurtulun. Türkiye’nin huzur ve mutluluğu ‘ısmarlama gündem’lere son vermekten geçiyor, vesselâm. 18.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Ve “açılım”ın dış boyutu… |
Aylardır hep “açılım”ın demokratikleşmeyi ilgilendiren iç boyutu tartışıldı. Hükümetin “demokratikleşme” iddiasına karşılık, ciddî ve kararlı bir siyasî irade ortaya koyamadığı, köklü bir hazırlığının olmadığı ele alındı. Ancak “açılım”ın en başta gelen temel hedeflerinden olan “terörün bitmesi”nin dış boyutu hiç ele alınmadı. Meclis’teki tartışmada Başbakan, “açılım”ın belirsizliğini eleştirenleri, “siyasî rant ve nemâlanmak”la suçladı. Ne var ki “akan kanın durması”nı herkes istediği halde, niçin durmadığının, terör örgütünün neden şımarık şantajlarla “silâh bırakmayacağı”nın perde arkası aralanmadı. Meclis’te “açılımın birinci hedefinin terörün sona erdirilmesi” olduğunu belirten İçişleri Bakanı, terörün bitmesi konusunda terör örgütünden ve dıştan hiçbir güvenceyi dile getirmedi… Oysa bütün dünyada terörün bitmesi, terör örgütünün silâhları bırakıp teslim olması, terörü bıraktığını resmen deklâre etmesiyle olmuş. İngiltere, İRA’nın silâhları bırakıp uluslar arası mercilere resmen teslim ettikten sonra görüşmüş. İspanya, ETA’nın terörü bıraktığını aracı ülkelere deklâre etmesi üzerine, örgütle temasa geçmiş… Ancak Türkiye’de terör örgütünden ya da sözcülerinden şimdiye kadar dolaylı da olsa bu konuda herhangi bir teminat verilmemiş. Ne her fırsatta “PKK’yla işbirliği”ni öneren, hatta “yoksa kan akmaya devam eder” diye tehditler savuran DTP’den, ne “yerli” ve yabancı aracılarla Ankara’ya “özerklik istekleri”ni iletip “terörist başının muhatap alınmasını” isteyen PKK’dan ve ne de İmralı’dan gönderdiği “yol haritası” gizlenen Öcalan’dan, “silâhların bırakılması”na dair en ufak güvence verilmiş değil…
ANKARA, TERÖRÜN DIŞ KAYNAĞINI KURUTMALI… Tam tersine, 19 Ekim’de Kandil’den gelen ve birer kahraman gibi davul ve zurnayla karşılanan sekiz PKK’lı, “hiçbir pişmanlık duymadıklarını”, dahası bir “elçi” olarak terör örgütünün tâlimatıyla ve mesajıyla geldiklerini söylediler. Parti otobüsünün üstünde PKK bayraklarıyla, Öcalan’ın posterleriyle, büyük bir alâyiş ve nümâyişle gelen teröristler, “silâhların bırakılması” hakkında tek kelime konuşmadılar. Peşinden Kandil’den ve DTP’den gelen açıklamalarda, terör örgütünün silâh bırakmayı kesinlikle düşünmediği, terörden vazgeçmediği, aksine “açılım”ın istedikleri doğrultuda kotarılmaması halinde, “Terörün devam edeceği!” tehditlerini savurdular. Bu tabloda, Ankara’nın öncelikle terör örgütünü silâh bıraktırmaya zorlayacak, dağdan indirtip tasfiyesini sağlayacak kararlılık ve irâdesinin olması gerekiyor. Bunun için örgütü koruyup kollayan bölgesel ve küresel güçler nezdinde girişimlerinin olması icâb ediyor. Peki, Amerikan Irak’taki işgaline tam destek veren, savaş uçaklarının ve askerî personelinin her türlü silâh, mühimmat, savaş malzemesi ve lojistik desteğinin nakil ve dağıtımı için havaalanlarını ve limanlarını tahsis eden, üslerini açan, işgali ve çıkarları uğruna Afganistan’a askerî birlik gönderen AKP hükûmeti, “stratejik müttefiki” ABD nezdinde hangi teşebbüste bulunmakta, hangi tedbirleri talep etmekte? Neden, Washington’dan ve son demde Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun ziyaretiyle işbirliği ve yakınlığın zirveye ulaştığı Erbil’den, PKK’yı etkisizleştirecek tedbirlerin alınmasını, terörü besleyen uluslar arası boruların kesilmesinı istemiyor? “Komşularla sıfır problem”den dem vuran ve “Türkiye’nin ABD ile çıkar ve politikalarının tam örtüştüğünü” iddiasıyla “oynak merkezli dış politika”yı seferber eden Dışişleri, neden terör örgütünün silâh bırakması için “diplomasi”yi seferber etmiyor?
ANKARA, WASHİNGTON VE ERBİL’E TAVIRLI OLMALI… Kuzey Irak’taki yerel idâre, hâlâ PKK’yı “terör örgütü” ilân etmiş değil. Dahası terör örgütünü topraklarında barındırıyor. Barzani yönetimi ve bölgeyi kontrolünde tutan işgalciler, terör örgütünün silâh, uyuşturucu, nüfuz ticaretini yapmasına, haraç toplamasına açıkça göz yumuyor, hatta himâye ediyor. Sadece üç elebaşının Amerika’daki mal varlığını donduran Amerikan yönetiminden, niçin terör örgütünün ABD ve Avrupa’daki bütün paralarının bloke edilmesi, mal varlığına el konulması talebinde bulunmuyor? Hakikaten Ankara, niçin Bağdat’la işbirliği çerçevesinde Irak’ın da fevkalâde rahatsız olduğu terör örgütünü tasfiye için ABD’ye ve Kuzey Irak yönetimine “olmazsa olmazları”nı iletmiyor? Erbil’den Kandil’e her türlü silâh, ilâç, para ve lojistik destek sağlayan yolları kapatmaya, lojistik desteği kesmeye, finans kaynaklarını kurutmaya çalışmıyor; teröristleri teslime zorlamıyor? Neden Kuzey Irak’ta ve Avrupa’da lüks ve şatafat içinde serbestçe dolaşan ve sayıları üç yüzü aşan terörü tezgâhlayan ve yöneten terörist elebaşların iâdesinde diretmiyor; teslim edilmesini temin etmiyor? PKK’yı bölgede amaçları için “pazarlık unsuru” olarak istimal eden, “Kürt kartı”nı oynayan, egemenlik ve çıkar projeleri hesabına kullanan ABD’ye ve ilişkilerini ilerlettiği Kuzey Irak’a bunun “dostluğa” ve “model ortaklığa” yakışmadığını hatırlatıp, caydırmıyor? Yoksa bütün bunlar yapılıyor da, Washington ve Erbil, Ankara’yı kaale mi almamakta? Bu durumda, Türkiye’nin ABD ile çıkarları nasıl örtüşmekte ve hükûmet Kuzey Irak’la nasıl canciğer kuzu sarması olmakta? En çarpıcısı, Erdoğan yeni ABD ziyaretinde Obama’dan neyi isteyecek? 18.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Tarihî ikaz |
Prof. Dr. Halil İnalcık’ın yaptığı uyarı, Atatürk milliyetçiliği adı altında dayatılan ve hâlâ türlü tevillerle savunmaya çalışılan anlayışın Türkiye’yi karşı karşıya getirdiği tehlikeyi olanca açıklığı ile gözler önüne seriyor: “Milyonları bulan azınlıklar kendi millî bilincini oluşturdu. ‘Türk milletinin bir parçası değiliz’ hissiyatı var. Türkiye Cumhuriyeti temelinden sarsılıyor. Büyük bir bunalımın içindeyiz.” Bu tablo karşısında Osmanlı gibi de davranamayacağımızı şu gerekçeyle izah ediyor İnalcık: “Biz Osmanlı değiliz. Osmanlı azınlıkların üzerindeydi. Aynı şeyi biz yapalım olamaz. Millî bir devletiz. Yeni devletimiz Türk devleti olarak, belli bir etnik grubun devleti olarak kuruldu. Cumhuriyet, Atatürk zamanında Türk devleti ve Türkiye olarak kuruldu.” (Milliyet, 16.11.09) Bunun sonucunda üçüncü neslin büyük problemlerle karşı karşıya olduğunu belirten İnalcık, “Bunu nasıl halledeceğiz bilmiyoruz” diye ekliyor. İnalcık’ın sözleri, “Efendim, Türk milleti tabiri etnik anlam taşımıyor; diğer etnik kökenden gelenleri de içine alan bir üst kimlik olarak kullanılıyor” tevillerini bir çırpıda askıda bıraktırıyor. Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un, kimilerince “büyük açılım” diye alkışlanan, M. Kemal’den muktebes “Türkiye halkı” tabirinin de çıkmazdan kurtulabilmek için yetmeyeceğini gösteriyor. Keza, CHP lideri Baykal’ın Meclisteki açılım görüşmelerinde bir kez daha tekrarladığı, “Türk olmak üst kimliktir; Kürt, Arap, Laz, Boşnak... Türk milletinin Kürdü, Arabı, Lazı ve Boşnağıdır” şeklindeki tevil çabalarını da boşa çıkarıyor. Çünkü gerçek son derece yalın ve net. İnalcık’ın dediği gibi, Cumhuriyet Atatürk zamanında ve onun tarafından Türk adını taşıyan belli bir etnik grubun devleti olarak kuruldu. Daha sonraki süreçte uygulamaya konulan Türkçü politikalarla, Osmanlı hakimiyetinde asırlarca bir arada yaşamış olan farklı unsurlar dışlandı, yok sayıldı; “Türk” olmaya, kendilerini “Türk” hissetmeye zorlandı. Kürtler için “dağ Türkü” gibi yakıştırmalar yapıldı. Kürt sözünün postalla kar üstünde yürürken çıkan “kart-kurt” sesinden geldiği gibi inciler döktürüldü ve bunlar devletin önemli belgelerinde yer bulabildi. Ve bunlar, yakın zamanlarda Kara Kuvvetleri ve Jandarma Komutanlığı görevlerinde bulunmuş olan Aytaç Yalman gibi isimler tarafından, “Meğer bize yanlış öğretilmiş” diye itiraf edildi. 1930’lu yıllarda hazırlanan resmî raporlara da aksettiği üzere, bölgeler arası nüfus kaydırmaları dahil, çok yönlü asimilasyon politikaları gündeme geldi. Bunların bir kısmı uygulandı, bir kısmı uygulanamadı. Ancak bilhassa eğitim yoluyla “Türkleştirme” siyasetleri uygulamaya konuldu. Kürtlerin yoğunlukla yaşadığı Güneydoğu ve Doğu bölgelerinde, dağlara taşlara kazınan “Ne mutlu Türküm diyene” yazılarıyla, Türkçü politikaların Kürtlerde yol açtığı aksülamel ve hassasiyetleri hep tahrik eden bir ortam oluşturuldu. Osmanlıyı yönetenler de Türklerdi. Ama Türklüklerini değil, İslâm kardeşliğini, adalet ve şefkati esas alan politikalar uyguladıkları için, üç kıtaya yayılan topraklarda asırlarca hükmettiler. Ne zaman ki, Avrupa’nın Müslümanları parçalayıp birbirine düşürmek için aralarına soktuğu ırkçılık fitnesi işin içine girdi ve Türkçülük, Arapçılık, Kürtçülük... cereyanları öne çıktı, ondan sonra koca cihan devleti dağıldı ve çöktü. İnalcık’ın “Belli bir etnik grubun devleti olarak kuruldu” dediği Türkiye Cumhuriyetinin uyguladığı politikalarla işin daha ileri boyutlara götürülmesi ise, bugünkü sıkıntıları ortaya çıkardı. “Türkçülük“ adına uygulanan baskı, dayatma ve asimilasyon politikaları, hem evvelce hiç olmayan Kürtçülük hissiyatını tahrik etti, hem de Türklüğü sevimsiz ve antipatik bir hale getirdi. Eğer çözüm isteniyorsa, herkesi “Ne mutlu Türküm diyene” demeye zorlayan anlayıştan bir an önce vazgeçilmesi ve “Türk milleti”ni üst kimlik olarak dayatan zorlamalı tevillerin terki şart. 18.11.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Dünya gıda zirvesi: Havanda su dövmenin İtalyancası! |
Dünya liderleri, Dünya Gıda Güvenliği Zirvesi için Roma’da toplandılar. İlk gününde yeryüzünden açlığı sürdürülebilir biçimde ve mümkün olan en kısa tarihte yeryüzünden kaldıracaklarına oy birliği ile karar verdiler. Ancak FAO (BM Gıda ve Tarım Örgütü) yetkililerinin açlığı yeryüzünden kaldırma son tarihi olarak 2025 yılının benimsenmesi beklentileri boşa çıktı. Bunun yerine liderler 2006 yılında koydukları 2015 yılına kadar açlığı yarıya düşürme hedefini tekrar belirlediler. Sanki aradan geçen dokuz yılda açlık artmamış gibi. BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon liderlere şaşkınlığını şu sözlerle dile getiriyordu: “Dünyada gereğinden fazla yiyecek var. Ama yine de 1 milyardan fazla insan aç. Bu durum kabul edilemez.” Her altı kişiden birinin açlık çektiği günümüzde, dünya liderlerinin Roma’da toplanıp üç gün havanda su dövmelerini anlamak imkânsız. Bugün hepsi ülkelerine önemli bir iş yapmanın gönül huzuru içinde dönerken, bir milyar insan da yine aç olarak uyuyacak. Peki şimdiye kadar neler yapıldı açları kurtarmak için? FAO ve uzmanlar ısrarla dediler ki; yoksul ülkelere gıda yardımından çok teknoloji, sulama yardımı, gübre ya da yüksek verimli tohum verelim ki, kendi kendilerine yeter hale gelsinler. Ama maalesef zengin ülkeler, bunun yerine yine kendi ülkelerinin çiftçilerinden satın aldıkları—yoksul ülkelerden satın alarak onlara katkıda bulunma yerine—gıdaları, yoksul ülkelere gönderdiler. Maalesef balık verme yerine balık tutmayı öğretme zahmetine girmediler. Gönderdikleri gıda yardımları da çoğu ülkedeki iç çatışmalar, dikta rejimleri ve sağlıksız yönetim sistemleri yüzünden, asıl yoksullara gitmedi. Bu yüzden her beş saniyede bir çocuk açlıktan ölüyor. Günde neredeyse 16 bin çocuk ediyor toplamı. Geçen yıl bir yandan ekonomik kriz bir yandan artan gıda fiyatları 100 milyon kişiyi daha yoksulluğun pençesine itti. Doğrudan yabancı yatırımlar azaldı. Şehirlerde iş bulamayan milyonlarca kişi köylerine daha da yoksul bir hayata döndü. Asya-Pasifik ülkelerinde 642 milyon yetersiz beslenirken, Alt Sahra Afrikası’nda 265 milyon açlık sınırında. Kuzey Afrika’da bu rakam 42 milyon. Zengin ülkeler açlığı kaldırmak için somut taahhütlerde bulunmazken, sonuç bildirgesinde, küresel ısınma ile gıda güvenliği arasındaki bağlantıya dikkat çekip, artık yoksullara balık tutmayı öğreteceklerini ilân ettiler. Ancak yeryüzünden açlığı ortadan kaldırmak için her yıl altyapı ve teknolojiye 44 milyar dolar yatırılması gerekiyor. İşte bu rakamı liderler taahhüt etmedi. En çarpıcı açıklamaları yine BM Genel Sekreteri yaptı: “Eğer Himalaya buzulları erirse, Çin’deki üç yüz milyon, Asya genelindeki bir milyon insanın geçim kaynağı ve hayatta kalma şansı kaybolur… iklim güvenliği olmadan gıda güvenliği olmaz” dedi. Bu zirvenin en önemli tesbiti; gıda güvenliğini sağlamanın tek yolunun tarıma yatırım yapma ve tarımı yeniden önemsemeden geçtiğinin anlaşılmasıydı. Yoksul ülkeleri kendi yiyeceğini üreten insanlar toplumu haline getirebilmenin yolu tarımdan geçiyor. İslâm’ın zekât emrini uygulamayan, Cenâb-ı Hakk’ın taahhüt ettiği rızkı, hak sahibine vermeyip ellerinde tutanlar, kendi çıkarları için dünyanın kaynaklarını sömüren ve kirletenler, hem bir milyarı aşkın insanı aç bırakıyor, hem de dünyayı daha güvensiz bir yer haline getiriyorlar. FAO Genel Müdürü Jacques Diouf bir milyon aç insanı “modern çağdaki trajik başarımız” sözleriyle ne güzel de anlatıyor! Gözü doymaz, bencil beşer, kendi cinsine dünyayı cehenneme çeviriyor. 18.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Umut YAVUZ |
|
Ah şu Amerikalılar… |
Güç ve para tarih boyunca her devirde insanların başlarını döndürmüştür. Bu ikisinden birini yahut her ikisini birden elinde bulunduranlar ekseriyetle kendilerini bunların cazibelerine kaptırmışlar ve ilahlık taslamaya varıncaya kadar ileri gidebilmişlerdir. Kısaca “Firavunluk” damarı diyebileceğimiz bu zaaf neticesinde nice Firavunlar, Nemrutlar, Karunlar ve onların kibirli kavimleri gelmiş ve adalet-i İlâhî tarafından yerin dibine geçirilmişlerdir. Dediğimiz gibi her devirin bu türden ileri gelenleri ve toplulukları mevcuttur. Her halde günümüz dünyasında bunların sayıları daha da artmış, belki şahısların yerini büyük şirketler, kavimlerin yerini de süper güçteki devletler almıştır. Amerika Birleşik Devletleri de güç ve parayı birden elinde bulunduran bu türden bir toplumdur. Her ne kadar çok çeşitli unsurlardan oluşsa da, “Amerikalılık” genel olarak (elbette istisnaları tenzih ederiz) kibirli ve kendini beğenmişlik ile eşdeğer olarak algılanmaktadır. Hatta Amerikalılar dünyanın geri kalanından habersizdir diye meşhur olmuş bir genelleme dahi mevcuttur. Bütün bunların esas sebebi güç ve paranın vermiş olduğu kibir ve sarhoşluktur şüphesiz. Bugünlerde bilhassa Amerika’nın şahin ve aşırı sağcı görüşteki kesimi, ABD Başkanı Barack Obama’nın Japonya İmparatoru Akihito önünde eğilerek reverans yapmak suretiyle selâm vermesine takmışlar. ABD’den gelen haberlere göre Obama’nın Japonya İmparatoru önünde fazla eğilerek selâm vermesi, ABD’de yeni bir tartışma başlatmış. Kimi yorumcular, Tokyo’da önceki günü Japonya İmparatoru Akihito ile imparatoriçe tarafından kabul edilen Obama’nın gülümseyen imparator ve imparatoriçe önünde bu denli eğilmesini ‘’Obama’nın gereksiz yere kendini küçümsediği’’ yönünde değerlendiriyor. Bu biçimde selâm vermek her ne kadar Japon kültürünün bir parçası olsa da, Obama’nın bu jesti ABD’deki muhafazakâr kesim tarafından kötü karşılanmış. Obama, benzeri bir jesti Nisan ayında Suudi Arabistan Kralı Abdullah önünde de yapmış ve o zaman da aynı kesim tarafından eleştiri yağmuruna tutulmuştu. Obama’nın bu türden davranışları onun “değişim” sloganının ve dış politikadaki yeni ABD imajının bir simgesi aslında. Farklı dinlere ve kültürlere karşı saygılı davranmak, bilhassa Asya ile olan ilişkilerinde büyüklük taslamadan diyalog kurmaya çalışmak Obama’nın üzerinde önemle durduğu meseleler. Muhakkak bu türden jestleri de bu siyaset anlayışının bir parçası olarak yerine getirmektedir. Biz elbette bir insanın diğer bir insan karşısında eğilmesini genel olarak hoş karşılamıyoruz. İnsan ancak ve ancak kendisini yaratan mutlak kudret karşısında iki büklüm eğilmelidir. Bu işin hakikat yönü… Siyasette ise genel olarak maslahatlar gözetilir. İşte bu sebeple ABD gibi bir süper gücün Başkanı siyaseti gereği bir Kral yahut İmparator karşısında eğilmiştir. Günümüz demokratik dünyasında artık Krallık, İmparatorluk, Sultanlık gibi makamlar çoğunlukla sembolik olsa da onların tarihten gelen köklerine duyulan saygı hâlâ yaşatılmaya çalışılmaktadır. ABD toplumunun Başkanlarına vermiş olduğu bu türden tepkiler ise en başta ifade etmeye çalıştığımız güç ve paranın vermiş olduğu sarhoşluk ve kendini beğenmişliğin bir tezahürüdür. Halbuki Amerikalılar kendi memleketlerinde 30 milyon aç insanın yaşadığını unutuyorlar. Süper güç olduklarını düşünerek, sözgelimi karınları aç da olsa “biz Amerikalıyız” diyerek kibirlerini muhafaza ediyor, üstün görünmeye çalışıyorlar. Aynı saikle şimdi izale edilmeye çalışılan ancak çoğunlukla sürdürülen ABD dış politikasında da “dünyanın jandarması olma” gibi bir arzu da mevcuttur. Tarih tekerrürden ibarettir denir. Tarih boyunca zuhur eden bu türden şahıs ve kavimler zulümleri derecesinde gadre ve helake maruz kalmışlar ve bugün yerlerinde yeller esmektedir. Dileriz şu yaşadığımız ahirzamanda, şimal, cenup, garb ve şarktaki küresel güçler mehdiyetin şahsı manevisine kendilerini teslim ederek ellerindeki güç ve imtiyazı insanlığın hayrına sarf edeceklerdir. Aksi takdirde “zulm ile abad olanın, ahiri berbat olur” kaidesi hükmünü ortaya koyacaktır. 18.11.2009 E-Posta: [email protected] |