19 Kasım 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Mikail YAPRAK

Islak yazı


A+ | A-

Sürekli yazabilmek için, gürül gürül akabilmek için; kitaba kapanmak, kâinat kitabını okumak, hadiselere bakmak yetmiyormuş gibi, bir de sevgili okurlarımızın hüsn-ü kabullerine, hoşgörülerine ve duâlarına sığına sığına yol alıyoruz..

Yok yok.. Artık bu işin tamamen suyu çıktı. Yüz suyu döke döke artık yüzüm de kalmadı söylemeye..

Gerçi istediğim bir “duâ”dır ki, ilham kaynağım olsun; gönlüme ferahlık, zihnime açıklık, tefekkürüme devamlılık, himmetime ziyadelik, kalemime kuvvet ve yazma işime kolaylık kazandırsın. Ataletime nihayet verdirip, lâkaydlığımı gidersin. Gereksiz serzenişlerime son verdirsin. Âleme dertmiş gibi, “yazamamak” teraneleriyle köşeyi meşgul ettirmesin. Hatta köşe möşe derdi bile kalmasın.

Avusturya Mektubu’ymuş, gündemmiş, şuymuş, buymuş.. Kalemin seyrini sınırlayacak hiçbir şey kalmasın. Edebiyattan siyasete, sohbetten ilâhiyata, mizahtan izaha, şiirden nesire ve dünyadan ahirete varıncaya kadar.. O köşe yaz köşesi, bu köşe kış köşesi, ortada su şişesi.. Doldur doldurabildiğin kadar. İster suyla, ister zemzemle, ister gözyaşıyla.. Hatta bazen Yunus gibi, “Ben şişeyi çaldım taşa; namusu, arı neylerim” diyebilmek ne güzel.. Kimin ne diyeceğini, nasıl algılayacağını hesaba katmadan, sadece hakkın hatırını gözeterek, kalbin ve vicdanın sesini dinleyerek yazmak ne güzel..

***

Bir yazı ki, hakikaten “yazı” olsun. Başlığından son kelimesine kadar hak olsun, hakikata ram olsun. Evveli belli, ahiri belli, bâtını belli, zâhiri belli olsun. Sahası belli, dahası belli olsun. Dahasını getirememek derdi yazarı korkutmasın, kalemi ürkütmesin. Bir kelimeden çok kelâm, bir harften çok mânâ üretsin. Nazarları maddeden mânâya, zâhirden hakikate dünyadan ahirete çevirsin.

Bir yazı ki, şakasıyla, esprisiyle bile hakka hizmet etsin, gerçekleri yansıtsın. “Her şakanın altında bir hakikat yatar” deyimi yerindeyse eğer, o hakikat şakanın altında kalmasın, ezilmesin. Kuru olsun, kupkuru olsun, odun olsun, ama hakikat olsun. Yunus’un dergâha taşıdığı dosdoğru odunlar gibi olsun. Kuru imzalar, ıslak imzaların altında kalmasın. Eğer bu bir şakaysa, hakikat bunun üstünde olsun. Bakın işte bir şaka yapayım derken, bir ifadeyi düzeltmiş olduk.

“Her şakanın üstünde bir hakikat var.”

Hakikatın başı bir tek şakalarla dertte olsa, gam değil. Dönen dolaplar, fırıldaklar, hileler ve yalanlardır asıl onu huzursuz eden.. Gerçi “bir dane-i hakikat bir harman yalanı yandırır”, amenna. Şimdilerde sanki bu hakikata karşı da bazı dolaplar döndürülüyor. Hakikatı ıslatma ve sulandırma çabaları su yüzüne çıkıyor. Neymiş, illâ da ıslak olacakmış.. Kuru olursa yalan olurmuş.. Şu “ıslak imza” tabirini de duyacakmışız meğer, ölmeden..

Merhum Cem Karaca’nın “ıslak ıslak” seslendirmesini, “asrın dâvâsı”nın (!) savcıları mırıldanıyor gibi:

“Biz feleğin su çarkına çomak sokarız/ Yeter ki ıslak ıslak bakma öyle..”

Buna muhatap olan “ıslak” imza sahibi de şöyle diyor galiba:

“Sizin kuru iftiranızdan kurmaylarıma sığınırım.”

***

Su, zemzem ve gözyaşı..

Ülke olarak, millet olarak her üçünden yana pek de talihsiz sayılmayız. Zaman zaman Irak bizden su talep eder, İsrail su için kapımızı çalar.

Zemzemle yakınlığımız da yabana atılamaz. Biz ondan uzak olsak da, o bize yakındır. İşte yine hac mevsimi.. Ya hacca giderek, ya da hacı ziyaretiyle zemzemle buluşuyoruz.

Gözyaşından yana da bir sıkıntımız yok. Hem ağlamasını, hem de ağlatmasını iyi biliriz. Anaların gözyaşını dindirelim diye diye babaları ağlatırız, evlâtları sızlatırız. Neyse, geçelim derken, meşhur gözyaşı gecelerini hatırladım. Onları uzaktan izleyenlerdeniz. Allah için ağlayıp ağlatanların gönülleri gül gülistan olsun.. Ülkede akan bir de kan var, ama yazımızı kanla ıslatacak değiliz. Su gibi aziz, zemzem gibi pak, gözyaşı gibi halis olmak ne güzel..

Bir de çayımız var ki, “Nurcular kırmızı kitapları okuyup kırmızı çay içerler” yakıştırması efkâr-ı ammeye bile mal olmuştur.

***

Su ve gözyaşı..

Dünyanın üçte ikisi su. Bu yetmiyormuş gibi, Ay’da su bulunması da aç gözlü (ya da susuz gözlü) insanoğlunu heyecanlandırdı. Usta karikatüristimiz İbrahim Özdabak, bunu iyi karikatürize etti. Eline, ilhamına sağlık. Üniversite kapısında başörtülü kızımız, yerde ümidini yitirip Ay’a bakarken, Ay’ın da yaşlı gözlerle yere baktığını, dünyanın haline, başörtülü kızlarımızın haline ağladığını görüyor.

Bu çarpıcı ve ibretli yorumdan hareketle, başörtüsü yasağına kâinatın tepkisiz kalmayacağını, bunca gözyaşının boşa akmayacağını, er veya geç hakkın yerini bulacağını düşünebiliriz.

Burada, Peygamber aşkıyla yanan Fuzulî’yi ve onun Su Kasidesini de hatırlayalım. Orada diyor ki Fuzulî:

“Âb-ı gûndur günbed-i devvar rengi bilmezem, Ya muhît olmuş gözümden günbed-i devvare su..”

(Dönüp duran kubbe-yani gökyüzü- su renginde midir, yoksa gözümden akan su mu gökyüzünü kaplamıştır, bilemem.)

Gökyüzünün su renginde olduğu ifadesini açıklamanın iki yolu var: Birincisi, gözün çevresinde sürekli suyun bulunması. İkincisi, gözyaşının insanı kuşatmasıyla insanın gözyaşından başka birşeyi görememesi.

***

Liseli bir genç olarak, hakikat nurlarına ilk muhatap olduğum sıralarda kalemimden şu mısralar akmıştı:

Tembellik yoluma kurmuştur pusu,

Halbuki şu tarla su bekliyor su!

Ey nefsim, suyu ver, sabırla bekle..

Sabrına sabır ve cana can ekle..

Ey Kur’ân’ın yılmaz fedaileri,

Meydan sizin haydi, haydi ileri!..

19.11.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KAPLAN

Sema-ver yok, bira-ver çok(!)


A+ | A-

Bu zamanda genç olmak hakikaten zor.

“Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih etmek” tehlikesi var!

Ölümden…

Ebedî hayat gerçeğinden…

Dünyanın her bir halinden bîhaber yaşama gafleti içinde olan gençler.

Ve:

Gençleri hep böyle bırakmak isteyen bir sürü fesat şebekesi!

Gençler;

Düşünmesinler.

Olgun hareket etmesinler.

Şeytana uysunlar.

Gafil kalsınlar.

Allah muhafaza, cehenneme birer odun olsunlar diye uğraşıp duruyor bu menem şebekeler.

***

Semaver ve çay zevki yerine bira tiryakisi geniş bir genç kitle.

İstedikleri bu!

Aileler için son derece gereksiz ancak kendi tüketim sermayeleri için son derece lüzumlu tuhaf bir kuru kalabalık.

Sema-ver bilmeyen…

Bira-ver diyen hantal ve lâkayt,

Liyakatsiz bir sürü genç!

Allah;

Gençleri gaflette tutup dünya hevesleri ile uyuşturup ebedî hayatlarını mahveden bu şebekelerin bütün heveslerini kursaklarında bıraksın. İnşallah.

***

Daha düne kadar içki ve alkollü içeceklerin reklâmı yasaktı.

Bir şekilde deldiler bunu.

Aslında yine yasak, ama işin takibini yapan hukuk insanları azıcık savsaklıyorlar işi gibime geliyor.

Yoksa:

Bir hukukî değişiklik oldu da biz mi duymadık?

Neydi o Vehbi Dinçerler’in Millî Eğitim Bakanı iken verdiği mücâdele.

Her yiğidin harcı değil!

Adamcağız tek başına bira fabrikalarının ve sahiplerinin tekerine çomak soktu.

Mısır koçanından dökülen taneler gibi dağıttı onları.

Yeni bakan pek bir hanım-hanımcık.

Galiba biz daha girişkenlerine alışkınız.

İnşallah şu hınzır gribi ortalıktan def olur da bakan hanım gençleri alkol müptelâsı olmaktan uzak tutacak işlere girişir.

***

Sayın Bakan;

Lütfen şu alkollü içecek meselesine bir el atın.

Sadece internetteki arama motorlarına tıklayıverin bakın bira denen zıkkım ile ilgili ne menem şeyler okuyacaksınız!

Size kolaylık olsun diye araştırdık.

İşte bazı zararları:

Özellikle erkekler bu konuda tehlike altında!

İngiliz bilim adamlarının yaptıkları bir araştırmaya göre, biradaki östrojen hormonu erkeklerin döllenme yeteneğini kaybettiriyor.

Bu kadar vücudu ve spermleri tahribata uğratan bira kısırlığa sebep oluyor.

Kanada Sağlık Enstitüsü’nün yaptığı bir araştırma sonucunda ise;

Davranış bozukluğu biranın en etkin özelliği!

Ayrıca bu zıkkımı içenleri izleyen aynı kuruluşun diğer gözlemleri;

Bira alanların alkolik olanlar gibi hepsinin de;

1- Kontrolsüzce kilo aldıkları,

2- Düşünmeden anlamsızca konuştukları,

3- Gereğinden fazla duygusallaştıkları,

4- Araba süremedikleri,

5- Mantıklı düşünme yeteneğini kaybettikleri,

6- Hiçbir konuda uzlaşamadıkları,

7- Ve hata yaptıklarını asla kabul etmedikleri gerçeği.

Enstitü, daha başka testlere ihtiyaç duyulmadığını da açıklamış!

Daha ne olsun?

19.11.2009

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

Bayram Ağabey diyor ki...


A+ | A-

19 Kasım 1997 tarihinde, bir hizmet seferindeyken, elim bir trafik kazası neticesinde rahmetli olan; Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin, hem hizmetkârı, hem de talebesi Bayram Yüksel Ağabeyle, bizim çok hukukumuz, hatırâmız ve muhaveremiz vardı. Yine vefat yıl dönümü gelince onu hatırladık. Vefatından sonra bir-iki yazıyla onu yâd etmiştik. İşte, yine hatırladığımız, Bayram Ağabeyin bize söylediği enteresan bir söz vardı, aklıma o geldi. Aslında o sözünü ben, onun sağlığında da, daha sonra da, birkaç defa gazetemizde yazdım. Söylediği söz, gazetemiz Yeni Asya ile alâkalıydı.

Rahmetli Zübeyir Gündüzalp Ağabey, hizmetimizde gazeteye büyük bir ihtiyaç hâsıl olmasından dolayı; 1967 yılında İttihad ve 1970’de de Yeni Asya gazetelerine ön ayak olup, neşir hayatına başlamalarına sebep olmuştu. O günlerde, kendisini Risâle-i Nur Talebesi olarak kabul eden ekseriyet tarafından kabul görmüştü gazetelerimiz. ”Nurcuyum” diyen herkes tarafından okunuyordu. Zübeyir Ağabeyin Rahmet-i Rahmân’a kavuşmasından sonra, 12 Mart askerî despotları tarafından İttihad kapatılmıştı. Yeni Asya da sıkıştırılıp sıkıntıya sokulduysa da, yoluna, neşir hayatına devam ediyordu Elhamdülillah.

İşte, Zübeyir Ağabeyin sağlığında, dahilde ona karşı çıkan, ses çıkartan pek olmuyordu. Ama, nasıl o rahmetli olduysa, siyasî yeni teşekküllerin de tahrikiyle, zaten Üstadın içtimâî ve siyasî görüşlerinin çoğuna yanaşmayan bazıları tarafından, Ankara merkezli bir Yeni Asya muarızlığı başlatılmıştı. Tabiî biz de buna üzülüyorduk, neredeyse azınlıkta kalmıştık ama, yine de yolumuzdan inhiraf etmeden devam ediyorduk.

O günlerde, Hacı Bayram Camii civarında terzi olan Turan Çalışkan Ağabeyin dükkânında, devamlı birlikte olduğumuz, hizmetlere birlikte koştuğumuz, hasbî bir muhabbet fedaisi olan Lütfü Taşçı kardeşimle beraber oturuyorduk. İki kişi geldi, Vanlı iki öğretmen. İhtilâlciler tarafından İzmir’de hapse sokulup tahliye olduktan sonra da Van’a gitmek üzere yola çıkıp, Ankara’ya da uğrayarak, ”Hem kardeşlerimizi, hem de Bayram ağabeyi ziyaret ederiz” düşüncesiyle, orayı bulup gelmişlerdi. Biraz konuştuk, baktık ki, sârî hastalık gibi gazete muarızlığı onların arasında da mesele olmuş. Ankara’ya gelene kadar, yolda hep tartışmışlar. Biri müsbet görüşte, biri de menfî, yani Yeni Asya muarızı. Bize sordular, biz de dilimizin döndüğünce anlattık meseleleri, gazetemizin ehemmiyetini vs... Müsbet olan çok seviniyordu anlattıklarımıza, menfî düşüncede olansa, bir türlü ikna olmuyordu. O zaman dedik ki: “Haydi 27’ye gidelim, Bayram Ağabeye soralım.”

Dördümüz gittik. İçeri girdiğimizde baktık ki, Bayram Ağabey birkaç kişi ile sohbet ediyor, biz de yavaşça oturduk, dinlemeye başladık. Lâfın arasında dedi ki:

“Gazetede (Yeni Asya) Üstadımızın hayatı neşroluyor (N. Şahiner’in yazdığı tarihçe-i hayat). Gazeteye muârız olan, Üstadımıza muârız olur. Üstad’a muârız olmak, Risâle-i Nur’a, Allah muhafaza İslâmiyet’e karşı gelmektir.”

O zaman bunları not ederek düştüğümüz tarih de; 10 Nisan 1974 idi.

Şaşırmıştık, Lütfü ile birbirimize baktık. İçimizden de “tevafukun böylesi” dedik.

Tabiî, o saff-ı evvel ağabeylerin çoğu evliyâ mesabesindeydi.

İşte, hem Bayram Ağabeyin rahmetli oluş yıl dönümü vesilesiyle, hem de bazı “Nurcu” kardeşlerimizin Yeni Asya gazetesine bakış farklılıkları için bunları yazdık.

Geçtiğimiz yaz, Ankara’ya gitmiş, eski dâvâ arkadaşlarımızdan bazılarını ziyaret etmiş, sözü gazete meselesine getirip, cemaatî bağımızın olduğu diğer arkadaşlarımızın, Yeni Asya yerine müşabihlerini okuduğunu söylemiş ve buna üzüldüğümü beyan etmiştim. O arkadaşımız da, daha önce birlikte olduğumuz arkadaşlarımızdandı. Enteresan bir şey söyledi:

“Ben, yine Yeni Asya alıyorum. Nurcuların bundan başka gazetesi yok ki...”

Taaccüb edip, tebrik etmiştim kendisini.

19.11.2009

E-Posta: [email protected]



Raşit YÜCEL

Yollar ve yıllar


A+ | A-

Yolları adımladık yıllar boyu.

Bitmeyen ve tükenmeyen yollar…

Hayatı omuzladık.

Çileleri ve sevinçleri ile.

Gece ve gündüzü, kış ve yazı.

Nice dostlar edindik, nice hasımlar tanıdık.

Yollar ve yıllar böylesine akıp gitti.

Yolumuz belli idi.

Yıllarımız ise farklı farklı yaşandı.

Kâh ağladık, kâh güldük.

Çocukluğumuz bir rüzgâr gibi geldi geçti.

Gençliğimiz adeta bir şimşek gibi aktı gitti.

Tonlarca gıda tükettik.

Tırlarca zaman harcadık.

Sevdik ve sevildik.

Nefret ettiğimiz anlar da oldu.

Yeni hayata gelenler ile sevindik. Onları doyasıya kokladık.

Bir bir çoğalırken, bir bir de dostlarımızı kaybettik.

Önce bizlerin anne ve babaları vardı.

Sonra bizler anne ve baba olduk.

Sonra ise dedeler ve nineler olduk.

Hep hüzünlü geçen zamanlarımız oldu.

Hayatın getirdiği ağır yükler belimizi büktü.

Kalıcı hastalıklara müptelâ olduk.

Hey gidi gençlik, hey gidi güzel günler…

Hayatın hüzün ve kederler ile geçmesi bizi dünyadan küstürdü zaman zaman.

“İyi ki ahiret var” dedik.

Yoksa bu ayrılık ve ıztıraplara nasıl dayanırdık?

Ya ebedî âlem olmasa idi?

Yollar ve yılların kahrı bunun için çekildi. İyi ki varız.

Ne büyük nimet ki Müslüman bir vatanda yaşıyoruz.

Müslüman bir anne ve babanın evlâtlarıyız.

Hal böyle olunca; kedere ne gam? Iztıraba ne gam, yollara ve yıllara ne gam?

Madem iman var ve hayat böyledir, varsın başkaları ağlasın ve sızlasın, bize ne?

Madem Allah var; bizim için keder olamaz.

Onu razı etti isek, gerisi hiç önemli değildir.

19.11.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Komşumuza karşı görevimiz var


A+ | A-

Hayrunnisâ Hanım: “Komşuluk ilişkileri nasıl olmalıdır? Komşular arası dengeyi nasıl gözetmeliyiz? Komşularımıza karşı görevlerimiz nelerdir?”

Komşularla ilgili hak ve hukûka riâyet etmek dinimizin önde gelen emirlerinden. Hem Kur’ân’da, hem de hadis-i şeriflerde bu konuda bir hayli teşvik, tavsiye ve uyarı buluruz. Hiç şüphesiz komşularımızla huy, karakter, mîzaç, anlayış, kavrayış, görgü, görenek, dindarlık ve sair hususlarda aynı çizgide buluşmayabiliriz. Bilhassa günümüz şehir hayatında farklı düzeyde, farklı inanç yapısında, farklı kültür, görgü ve alışkanlıklara ve farklı ekonomik yapıya sahip komşularla bir araya gelmek mümkün olabiliyor. Atalarımız her ne kadar, “Ev alma, komşu al” diye uyarmışlarsa da, komşu tercihi yapmak her zaman pek mümkün olmayabiliyor. Fakat unutmayalım: Her komşumuz insandır, hepsinin de—Bediüzzaman’ın ifadesiyle—batın-ı kalbi ayine–i Sameddir, öyleyse biz istersek hangi tür insana komşu olursak olalım, iletişim ve iyilik imkânı muhakkak buluruz. Ve bulmalıyız.

Hangi durumda olursa olsun, zâten dinî referanslarımızda tavsiye edilen gönül zenginliğini her zaman yaşamak ve komşumuzla iyi geçinmek, komşumuzla asgarî ortak yönlerimizde birleşmek, onu kusurları için hor görmemek ve onun hakkını gözetmek bize düşüyor. Dinimizin bu inceliğini yaşayışımızla göstermek, karşı taraf hangi kültürden gelmiş olursa olsun, onun da bize iyi davranmasını ve bizi sevmesini sağlayacaktır. Şüphesiz komşuluk sadece yemek götürmekten ibaret kalmamalı. Genel çerçevede komşularımıza iyi davranmak ve onları kötülüklerimizden emîn kılmak bize komşuluk sevabı kazandırması açısından yeterli olur. Eğer fazladan bir iyilik yapmak için tercih yapmamız söz konusu olursa; “yakınlık-uzaklık” veya “akrabâlık-uzak akrabâlık” tarzında yaptığımız bir sıralama Kur’ân’a da uygun olur.

Konu ile ilgili âyet ve hadisleri inceleyelim:

*Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu: “Allah’a ibâdet edin. Ve hiçbir şeyi O'na ortak koşmayın. Anne ve babaya iyilik edin. Akrabaya, yetimlere, fakîrlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, eliniz ve emriniz altında bulunan kimselere iyilik edin. Muhakkak Allah kibirli olanı ve böbürleneni sevmez.” 1

*Hazret-i Ali (ra) bildirmiştir: Resûlullah Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Evden önce komşu, yoldan önce arkadaş, yolculuktan önce azık gelir.” 2

*Câbir (ra) bildirmiştir: Allah Resûlü (asm) buyurdu ki: “Üç tür komşu vardır: Bunlardan birinin bir hakkı vardır. Bu, komşulardan en az hak sahibi olanıdır. Diğerinin iki hakkı vardır. Diğerinin de üç hakkı vardır.

Bir hakkı olan komşu: Müşrik komşudur. Bunda yalnız komşuluk hakkı vardır.

İki hakkı olan komşu: Müslüman komşudur. Bunda hem İslâm’ın hakkı ve hem de komşuluk hakkı vardır.

Üç hakkı olan komşu: Akraba olan Müslüman komşudur. Bunda hem İslâm’ın hakkı, hem akrabalık hakkı, hem de komşuluk hakkı vardır.” 3

*Ukbe bin Âmir (ra) bildirmiştir: Resûlullah Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Allah huzurunda ilk dâvâlaşacak olan, birbirlerinin hakkını gözetmeyen iki komşudur.” 4 *İbn-i Amr (ra) haber verdi: Resûlullah Efendimiz (asm) şöyle buyurdu: “Allah katında arkadaşın hayırlısı arkadaşına en hayırlı olandır. Komşunun hayırlısı da, komşusuna en hayırlı olandır.” 5

*Abdurrahman ibn-i Ebî Kurad (ra) bildiriyor: Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Ben Allah ve Resûlünün sizi sevmesini istiyorum. Bunun için; 1- Size emânet edilene riâyet edin. 2- Konuştuğunuz zaman doğruyu söyleyin. 3- Komşularınıza iyilik edin, iyi davranın.” 6

*İbn-i Mes’ûd (ra) bildirmiştir: Allah Resûlü (asm) buyurdu ki: “Komşun seni iyi bilirse, bil ki sen iyisin. Komşun seni kötü bilirse, bil ki sen kötüsün.” 7

*İbn-i Ömer (ra) bildiriyor: Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurdu: “Nice komşular vardır ki, Kıyâmet gününde komşusunun yakasına yapışacak ve şöyle diyecektir: “Yâ Rabbi, bu benim yüzüme kapısını kapadı ve iyiliğini benden esirgedi.” 8

*Talk bin Ali (ra) haber vermiştir: Allah Resûlü (asm) şöyle buyurmuştur: “Komşusu şerrinden emin olmayan kişi, gerçek mü’min değildir.” 9

*Hazret-i Ali (ra) bildirmiştir: Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Komşusu uğrunda öldürülen şehittir.” 10

*Ebû Hüreyre (ra) bildirmiştir: Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Haramdan titizlikle kaçın ki, insanların en çok ibâdet edeni olasın. Kanaat sahibi ol ki, insanların en çok şükredeni olasın. Kendin için istediğini diğer insanlar için de iste ki, olgun mü’min olasın. Sana komşu olana güzel davran ki, tam Müslüman olasın. Az gül; çünkü çok gülmek kalbi öldürür.” 11

*Hazret-i Ali (ra) haber vermiştir: Allah Resûlü (asm) şöyle buyurdu: “Mü’min kendisine sıkıntı veren komşusuz ne olmuş, ne de Kıyâmet gününe kadar olacaktır.” 12

*Ebû Zer (ra) bildirmiştir: Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Kötü komşusu olup da, ölüm veya hayatın bir belâsı hakkından gelinceye kadar sabreden ve ecrini Allah’tan bekleyen kimseyi Allah sever.” 13

*Hazret-i Âişe (ra) bildirmiştir: “Cebrâil (as) bana komşu hakkında o kadar çok tavsiyede bulundu ki, komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim.” 14

Dipnot:

1) Nisâ Sûresi, 4/36; 2) Câmiü’s-Sağîr, 2/1926; 3) Câmiü’s-Sağîr, 2/1939; 4) Câmiü’s-Sağîr, 2/1521; 5) Câmiü’s-Sağîr, 2/2091; 6) Câmiü’s-Sağîr, 2/1458; 7) Câmiü’s-Sağîr, 1/198; 8) Câmiü’s-Sağîr, 3/3047; 9) Câmiü’s-Sağîr, 3/3302; 10) Câmiü’s-Sağîr, 3/2792; 11) Câmiü’s-Sağîr, 3/3053; 12) Câmiü’s-Sağîr, 3/3246; 13) Câmiü’s-Sağîr, 1/1076; 14) Câmiü’s-Sağîr, 3/3397.

19.11.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Alternatif ihtiyacı


A+ | A-

Demokratik yönetimlerin olmazsa olmaz şartlarından biri de iktidara alternatif partilerin bulunmasıdır.

Muhalefet partisiz veya alternatifsiz yapıların istikameti faşizme, dikta rejimine doğru gider.

İktidar alternatifine geçit vermeyen bir sistemin ismi ve resmi ne olursa olsun, uygulamaları itibariyle demokrasinin dışına çıkar.

Kendi içinde demokrasiyi geliştirmiş ve hiç darbeye maruz kalmamış ülkelerin durumuna bakın, hemen hepsinde muhalefetteki partinin nefesi iktidar kanadının ensesindedir.

İngiltere ve özellikle Amerika'da iktidar partisinin oyu yüzde 50'nin çok az üzerinde ise, muhalefetin, bilhassa da anamuhalefetin oy oranı yüzde 50'nin çok az altındadır.

İşte, böyle bir ülkede, hem iktidar, hem de muhalefet kanadı güçlü ve dinamik olur. Dolayısıyla, demokrasisi fevkalâde bir dinamizme kavuşmuş olur.

Peki, acaba halihazırdaki Türkiye'de durum nasıl?

Durum ortada aşikâr.

Ülke, tam tamına yedi senedir alternatifsiz bir iktidar partisinin eliyle yönetilmeye çalışılıyor.

Bizzat Başbakan'ın övünerek ve hatta gerinerek ifade ettiği gibi, "Anamuhalefet partisiyle ondan sonraki partinin toplam oyları bile iktidar partisinin oy seviyesine ulaşmıyor."

Şimdi bu tabloya bakarak, demokrasi adına sevinmek mi lâzım?

İktidara aday ikinci bir partinin bulunmadığı, yani iktidar alternatifinin olmadığı, ya da çeşitli entrikalarla alternatiflerin yok edilmeye çalışıldığı bir "demokratik yapı"yla kim, ne şekilde övünebilir?

Acaba, böyle bir yapıyla övünenler, gerçek demokrat olabilirler mi?

Hiç sanmıyoruz.

Ama ne yazık ki, mevcut iktidarın alternatifsiz kalışından dolayı sevinen, memnun olan kimseler var.

Üstelik, muhtemel alternatif arayışlarına en şiddetli tepkiyi gösterenler de bu tip kimselerdir.

Bir alternatif ihtimalinin belirmesinden bile adeta delirme noktasına geliyorlar. Büyük bir hınç ve öfke ile saldırıya geçiyorlar. Farklı sesleri boğmak için birbiriyle yarışa tutuşuyorlar.

Böyleleri hakikî demokrat olamazlar. Millete revâ gördükleri de, ancak "faşizan bir demokrasi" ile izah edilebilir.

Milletin ekseriyeti bir yandan iktisadî, bir yandan da ahlâkî kriz darbeleri altında inim inim inleyecek...

Piyasalar yangın yerine dönecek, esnaf, tüccar kan ağlayacak, işsizlik ordusuna hergün yeni bölükler katılacak...

Belediyelerde "teberru, bağış, yardım..." adı altında rüşvet ve yolsuzluk diz boyu sürüp gidecek...

Sadece belli, ya da belirli kimseler ihale imtiyazından yararlanacak...

Sosyal adâlet dengesi tarümar olacak, sosyal tabakalar arasında uçurumlar meydana gelecek...

Cezalandırmada "suçun şahsîliği" prensibi çiğnenerek, dehşet verici propagandalarla "toplu suçlama" saçmalığına prim verilecek...

Gemideki yüz caninin arasına hasbelkader düşmüş bir mâsumun hukuku hiç nazara alınmadan, o gemi mahkemeden önce "tarafgir medya"nın da propaganda silâhıyla batırılmaya çalışılmasına prim verilecek...

Hem dindar profiller nazara verilecek, hem de Kur'ân'ın"Lâteziru vâziretun vizra uhrâ" düstûruna hiç riayet edilmeyecek...

Sonra da çıkıp şunlar söylenecek: "Bakın, memleket ne güzel idare ediliyor? Ne muhalefeti, ne alternatifi canım... Bundan âlâ yönetim, bundan iyi demokrasi mi olurmuş? CHP, MHP, DTP geleceğine, bunlar kalsın daha iyi değil mi?"

Evet, ne yazık ki her tarafta söylenen bu ve benzeri şözlerdir. Ve maalesef, demokrasi anlayışı ve hatta tahammülü bu kadarlıkla sınırlıdır.

Böylelikle, hiç alternatifi olmayan, olamayan ve belki de olmaması gerekenler örnek gösterilerek, başka alternatiflerin üzerine kalın bir perde çekilmeye çalışılıyor.

Dahası, bunların dışında ve çok daha mâkul bir alternatif ihtimali belirdiğinde de, tek yönlü propagandacıların canı sıkılıyor ve derhal harekete geçerek, karşı tarafın habbesi kubbe, kubbesi habbe şeklinde gösterilmeye gayret ediliyor.

Onlar, aynı istikamette dolu dizgin gitmeye devam etsinler. Zaten, kendilerini böyle bir iş yapmaya da adeta mahkûm etmişler.

Kimi menfaati zedelenmesin, kimisi de fenâ halde yanıldığı ortaya çıkmasın diye, müştereken ve canhıraş şekilde aynı noktaya saldırıp, aynı cepheye tahşidat yapıyorlar.

Onlar, geri dönülmez şekilde bu kulvarda at koşturmaya devam ededursun, millet ise, yaşadığı gerçek hayatın dayanılmaz acılarıyla kıvranıp duruyor. Ama, hiç şüphe edilmesin ki, bu fecî durum, böyle ilânihâye devam edip gitmeyecek.

Millet, yediği narkozdan ve uğradığı siyasî hipnotizmanın tesirinden peyder pey kurtulmaya çalışıyor.

Milletin hür iradesi, ortaya inanıyoruz ki ciddî alternatiflerin çıkması yönünde tecelli edecek.

Bugün olduğu gibi, geçmişte de zaman zaman narkozlu, hipnotekli dönemler yaşandı. Ancak, o dönemlerin ömrü kısaydı, sınırlıydı; ümit ve temenni ediyoruz ki yine öyle olacak.

2010 senesi, hürriyet ve meşrûtiyet hakikatini anlatan Münâzarât'ın telif edildiğinin yüzüncü senesidir.

Orada, meşrûtiyetin hakikî veçhesinin görüleceğine dair sevindirici bir müjde var.

O müjdenin tevili, bütün vekillerini "merkezî yoklama" sistemiyle tayin eden ve ortaya bir iktidar alternatifinin çıkmasına tahammül dahi edemeyen bir anlayışa elbette ki isabet etmez.

Zira, hakikat–meşrûtiyet böyle olmadığı gibi, görünen çehre de meşrûtiyetin ruhunu hiç, ama hiç yansıtmıyor.

Demokrasinin/meşrûtiyetin hakikî cemâlinin görüleceği günler dileğiyle...

19.11.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Ankara, “Kerkük tezgâhı”na seyirci…


A+ | A-

“Açılım” gürültüsü ortasında, Türkiye’nin bir “kırmızı çizgisi” daha çiğnendi. Kerkük’ün Kuzey Irak uhdesine verilmesi “muamelesi”, ABD’nin baskısıyla “resmen” kotarıldı.

İşgalden bu yana başta Sünnî-Şiî bütün Araplar ve Türkmenler olmak üzere Irak halkının kâhir ekseriyetinin itirazına rağmen, geçtiğimiz hafta Irak Meclisi’nde işgalcilerin dayatmasıyla değiştirilen “yeni anayasa”yla kotarıldı.

Buna göre (Ocak) 2010 seçimlerinde, Kerkük’ün demografik yapısının bozdurulmadığı 2004-2005 seçmen kütükleri yerine, Barzani’nin ısrarıyla Bush’tan sonra Obama’nın dayattığı, özellikle Kerkük’te yığma nüfusla altüst edilmiş “uyduruk listeler”le yapılacak.

Kerkük’ün Kuzey Irak’a teslim tutanağını imzalamakta direnen Arap milletvekillerini, ABD’nin Bağdat Büyükelçisi Christopher Hill’in, tam bir sömürge valisi ağzıyla, “Yukarı çıkın ve oy kullanın!” tehdidi ve azarı, Bağdat’ın ne denli Washington’un vesâyeti altında olduğunu ortaya koymakta.

“Saddam döneminde sürüldükleri” bahanesiyle şehre yığdırılan yüzbinlerce bindirilmiş kıta oy kullanıp “seçim ve referandum” perdesinde Kerkük, Bağdat’tan koparılacak; “özerk yönetim” paravanında “bağımsız devlet” temrinlerini yapan Kuzey Irak’a bağlanacak. Musul ve Kerkük petrolleri ise, ABD ve Erbil yönetimlerince paylaştırılacak.

Irak daha da istikrarsızlaştırılıp ülkenin bölünüp parçalanması hızlandırılacak; etnik ve mezhebî kışkırtma ve kutuplaşmalarla şiddet ve kargaşa derinleştirilip azdırılacak. İngilizlerin cetvellerle taksim edip ihtilâf tohumlarını ektiği bölgede kardeş kavgasına tam zemin hazırlanacak…

KERKÜK, PEŞMERGEYE PEŞKEŞ ÇEKİLMEKTE…

Gerçek şu ki “Kerkük plânı”, işgalle işleme konuldu. 2011’de görünürde “çekildikten” sonra, “Kuzey bölgesi”ne yerleşip işgali devam ettirmek taktiğini yürüten işgalciler, önce tapu ve nüfus dairelerini basıp tahrip ettiler. Tapu ve nüfus kayıtlarını yaktılar, tâlân ettiler.

Ardından çeşitli hile ve oyunlarla,“Irak geçici anayasası”yla Kerkük’e “Kürt göçü”nün önü açıldı. 800 bin nüfusun 500 bini Türkmen, 200 bini Arap olan Kerkük’e Kürt valiler atandı. “Şehir senatosu”nun büyük çoğunluğu, tepeden “azınlık” olan Kürtlerden oluşturularak fitne ateşlenen fitne alevlendirildi. Yüzyıllardır Kerkük’te yaşayan on binlerce Türkmen ve Arap âile, çeşitli tâciz ve zorlamalarla şehirden çıkarıldı.

İşgalcilerin himâyesinde şehrin “Kürtleştirilip” Kuzeydeki bölgesel Kürt yönetimine verilmesi hesabına, 600 bin peşmerge Kerkük’e yığdırılarak, düzenli dolar-maaşlar ödendi. Çoluk-çocuk mahallelerinin ortasına, şehrin çevresine kurulan binlerce çadırlarda, barakalarda, stadyumlarda toplatılıp, şehir âdeta kuşatıldı.

BM ve Uluslararası Kriz Grubu’nun açıklamasına göre, Amerikan askerlerinin korumasında aralıksız sürdürülen ve CIA ile Kürt istihbarat servisi “Asaiş”in işbirliğiyle “Kürt göçüyle Kürtleştirme politikası”yla kuzeyden ve komşu ülkelerden getirilen 600 bini aşkın peşmerge, Kerkük nüfusuna kaydedildi. Irak Yüksek Seçim Kurulu, BM ve bağımsız araştırmaların tesbitiyle, işgal öncesi üçte ikisi Türkmen olan Kerkük’ün nüfusu 860 binden bir milyon 600 bine, 580 bin olan seçmen kaydı, 712 bine yükseltildi.

ABD işgal güçleri bununla da yetinmedi; Kerkük’ü ve ilçelerini “Bölgesel Kürt Yönetimi” haritasının içinde gösterdi. İşgalin ilk Amerikan Büyükelçisi Yahudi kökenli Zalmay Halilzad’ın tâlimatıyla, Kerkük ve çevresinin yönetimi ve güya “güvenliği”, peşmergelerden oluşan “Irak 4. Tümeni”ne teslim edildi…

ANKARA, “KERKÜK OLDUBİTTİSİ”NİN

SEBEBİNİ SORMUYOR!

Gelinen noktada Amerikan işgali öncesi Türkmenlerin ve Arapların çoğunlukta olduğu Kerkük, hâlen her patlamada onlarca-yüzlerce sivilin can verdiği işgalcilerin baskısıyla peşmergelere peşkeş çekilmekte...

Başbakan Erdoğan’ın Irak’ı son ziyaretinin ardından Bağdat’ta 155 Iraklının ölümünü, 500 sivilin yaralanmasını netice veren patlamada görüldüğü gibi, kargaşa ve kaosla iç çatışma ve iç savaşa sürüklenen Irak’tan kurulan komployla, “Kürtleştirilen Kerkük”ün, yeni Anayasanın 140. maddesiyle” kukla Kuzey Irak’a tahsisine “yasallık” kılıfı geçirilmekte.

Görünen o ki dünya petrol rezervlerinin yüzde dördüne sahip Ortadoğu’nun kalbi Irak’ın petrolünün yüzde 50’sinin bulunduğu Kerkük, hegemonya ve çıkarları adına ülkeyi işgal edip iki milyona yakın insanı katleden ABD, sözde “işgal sonrası” da sömürüyü sürdürme peşinde.

Ülkedeki petrol kuyularını ve rafinelerini, çoğu Yahudi sermayesinin elinde olan uluslar arası Amerikan ve İngiliz şirketlerine otuz yıllığına ihâle edip işgal ortaklarıyla paylaşan ABD, küresel işgalcilerin iştah ve ilgisini çeken Kerkük’ü, güdümündeki en sâdık işbirlikçisi Kuzey Irak’ın kontrolüne verme tezgâhını çevirmekte.

Bunun içindir ki Amerikan Elçisi, işgali altındaki Irak Parlamentosu’nu baskı altına alıp parlamenterleri fırçalamakta, oldubittiye zorlamakta…

Peki, bütün bu oldu bittilere karşı Ankara’nın tepkisi ne? Erbil’de “Barzani’nin Beyaz Sarayı”nda büyük ilgiyle ağırlanan Dışişleri Bakanı Davutoğlu, neden “sıfır problem” istediği Bağdat’ı ve “yeni dostu” Barzani’yi bu emr-i vakiden vazgeçirmiyor? Niçin “Ankara’nın küresel-bölgesel çıkarlarının örtüştüğü”nü iddia ettiği Washington’dan bir izâhât istemiyor?

Süleymaniye’de conilerin Mehmetçiğin başına çuval geçirmelerine “suskun” kalan ve en azından bir nota verilmesini isteyenlere, “Ne notası, müzik notası mı?” diye karşı çıkan Başbakan, işgalle otorite boşluğu içinde anarşiye itilen bölgede PKK terör örgütüne destek veren “stratejik müttefiki” ABD’den, neden “Kerkük tezgâhı”nın sebebini sormuyor?

Yoksa 7 Aralık’ta Obama’yla başbaşa görüşmesinde soracak ve “Kerkük oldubittisi”ni düzeltilecek mi? Bekliyoruz…

19.11.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Ne konuşulduğu da önemli değil mi?


A+ | A-

Telefonların dinlenmesiyle ilgili tartışma dün olduğu gibi bugün de var ve gidişâta bakılırsa yarın da devam edecek. Elbette bu, sadece ülkemizde değil, bütün dünyada devam eden bir tartışma. İnsanlar genellikle başkalarının ne konuştuğunu merak eder. Peki başkalarının bizim ne konuştuğumuzu bilmesini arzu eder miyiz?

Bu soruya kolayca ‘evet’ demek mümkün değil. Bu bakımdan dinleme ile ilgili düzenlemeler her zaman tartışmalı olmuştur. Son günlerdeki tartışma, bazı yargı mensuplarının ‘kanuna uygun olarak’ dinlenmesi sonrasında başladı. Her zaman ‘dinlemeye’ alışanlar, bu defa kendilerinin dinlenmesine itiraz etti.

Geçmişte de büyük bir gazetenin genel yayın müdürünün, bir bakanla yaptığı telefon görüşmesi medyaya yansımıştı. O günlerde büyük medya bir anlamda ‘tek kale maç’ yaptığı için telefonla ne konuşulduğu hiç gündeme gelmemişti. Herkes ‘Nasıl olur da bir telefon görüşmesi dinlenir, kamuoyuna açıklanır?’ noktasından hadiseye yaklaştı. Nihayetinde ‘dinleme bandı’nı kamuoyuna açıklayanlar mahkûm oldu ve hadise tarihe mal oldu.

Böyle hadiselere sadece hukukî yönden yaklaşmak elbette yeterli olmaz. Çünkü hadisenin bir de insanî ve vicdanî yönü var. Kanunsuz dinlemelere ve belki de ‘kanuna uygun dinleme’lere de itiraz edilebilir. Fakat bir şekilde ortaya çıkan bu ses kayıtlarında ‘ne söylendiği’ de dikkate alınmalı değil midir? Bu dikkat, ‘ibret alınması ve benzer hataların tekrarlanmaması için’ şart olsa gerek.

Adil bir hukuk sistemi olsa belki de kanun dışı yollarla bilgi edinmeye ihtiyaç bile kalmaz. Hukuk sitemi âdil olmadığı için herkes şikâyetçi. Üstelik kanun maddeleri yer ve zamana göre farklı uygulamalara âlet ediliyor. Yıllardan beri var olan ve hiç uygulanmayan bir kanun maddesi, ‘ihtiyaç duyulunca’ bir anda meşhur oluyor. Buna en güzel örnek geçmişteki TCK 163. madde ve son zamanlarda da TCK 301 ya da 312 gibi maddelerdir. Aynı şekilde ‘yargıyı etkileme’yi düzenleyen TCK maddeleri de çok farklı uygulamalara kaynaklık ediyor. Meselâ bir general, bakan ya da başbakanın sarf ettiği bir söz yargıyı etkilemiyor, ama bir köşe yazısı ya da başka bir beyânât yargıyı etkiliyor! Meşhur olduğu için hatırlatalım: Dönemin genel kurmay başkanı Şemdinli’deki kitabevi bombalanmasından sonra tutuklanan asker rütbeli kişiler için “İyi çocukturlar, tanırım” anlamında beyanda buluyor ve bu yargıyı etkilemiş olmuyor. Ama herhangi bir gazete bu konu ile ilgili bir yazı yazınca ‘yargıyı etkiledi’ iddiâsına muhatap olabiliyor. Bu temel yanlışlara son vermeden, sadece ‘dinlensin mi, dinlenmesin mi?’ tartışmasını yaparak bir yere varamayız.

Konu ile ilgili olarak yapılmak istenen yeni kanunî düzenlemelerin çete mensuplarına ya da cuntacılara yarama ihtimali vardır. Böyle konularda çok daha dikkatli ve de aceleye getirilmeden düzenleme yapılabilir. Hele hele yapılmak istenen düzenleme basını susturmayı hedef alıyorsa çok yanlış olur. Unutmayalım ki çağımız şeffaflık çağıdır ve cuntacılar da şeffaflıktan hiç hoşlanmaz. Türkiye’yi idare edenler kaş yapacağım derken göz çıkarmasalar bari...

19.11.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

İran, Türkiye’ye mi yaklaşıyor?


A+ | A-

Batılıların, İran’ı Kum’da ortaya çıkan yeni nükleer reaktör konusunda gittikçe daha sıkıştırması, Rusya’nın İran’a karşı taahhütlerini yerine getirmekten kaçınması ve Türkiye’nin İran’a sıcak mesajlar göndermesi, İran’ı bölgedeki ittifakları yeniden değerlendirmeye itiyor.

ABD Başkanı Obama ile Rusya Devlet Başkanı Medvedev arasındaki görüşmeler sonrasında yapılan açıklamalar, Rusya’nın Batının stratejik ekonomik sektörlere yatırımlarını arttırma arzusunu ortaya koydu. ABD ve Avrupa’da bir çok yatırımcının, Rusya piyasasına yeniden girmek için Amerika’nın işaretini bekledikleri biliniyor. Bu yüzden Medvedev, Amerika ile yakınlaşarak bu yatırımcıları çekmek isterken, Amerika da bu silâhı kullanarak, Rusya’yı özellikle İran konusunda kendi yanına çekmek istiyor. İran’ın nükleer programına ket vurmanın en önemli yolunun Rusya’dan geçtiğini biliyor.

Nitekim Rusya geçen hafta teslim etmesi gereken S-300 stratejik hava savunma sistemini halen teslim etmeyerek İranlıları çok kızdırdı. Rusya ile iletişim uydusu fırlatma anlaşmasını iptal eden İran, bu konuda İtalyanlara yöneldi.

Bu aşamada Türkiye’nin hem İsrail’e karşı sert bir politika benimsemesi, hem de İran’ın (enerji amaçlı) nükleer programını destekleyip, Batı ile anlaşmazlığında arabuluculuk teklif etmesi, İran’ı Türkiye ile ilişkilerini daha öne çıkarmaya itiyor. Özellikle de henüz açıklanmamakla birlikte Amerika ile görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlanması ve İran’ın yaptırımlarla karşılaşma ihtimalinin artması bu gelişmeleri hızlandırdı. Karşılıklı sıcak mesajlar verilmesi, hatta İran’ın Türkiye ile gizli bir gaz anlaşması yaptığı iddiaları, Batılı gözlemcilerin dikkatini çekti.

The Guardian bu konuda yayınladığı yorumda ‘İran, Türkiye için Rusya’yı terk ediyor’ kanaatine varıyor. Gazeteye göre bunda Türkiye’nin son zamanlarda bölgede artan önemi ve cazibesinin rolü büyük.

Aslında Türkiye ile İran arasında tarihten bu yana gelen rekabete dayalı bütün ihtilâflara rağmen, ortak bir çok yön var. İran ile işbirliği Türkiye’nin Orta Asya ile karadan bağlarını kolaylaştırırken, Türkiye, İran tabiî kaynaklarının Avrupa’ya ulaşımının köprüsü durumunda. Nabucco projesi de bu açıdan ilişkileri güçlendiren bir unsur olacak.

Ancak Türkiye-İran ilişkilerinde özellikle kimlik farklılıkları sorununa dayanan ‘ihtiyatlı’ yaklaşımın ortadan kalkması hayli güç. İran’ın Yemen’deki isyancı grupları destekleyerek Suudi Arabistan’a saldırmalarında rol oynaması, Azerbaycan başta olmak üzere, Türkî cumhuriyetlerde Türkiye ile rekabet etmeye çalışması, Irak’taki Şiî-Sünnî çatışmalarındaki gizli rolü, Batı ile ilişkilerini İran için feda edemeyecek durumunda olan Türkiye’nin İran’a ihtiyatlı yaklaşmasının sebebi. İran ise; Türkiye’nin ABD ile olan müttefikliği ve bölgede nüfuzunun artmasından duyduğu rahatsızlık dolayısıyla aynı yaklaşımı sergiliyor.

Temennimiz artan işbirliği ve karşılıklı güvenin, iki ülkenin özellikle bölgede barış ve huzurun hakim olması yönündeki çabalarda birlikte hareket etmesini sonuç vermesidir. Elbette yalnızca ekonomik çıkarlara dayalı bir işbirliği değil, aynı zamanda—bütün farklılıklara rağmen—aynı dinin mensupları olmaya, İran’daki yoğun Azerî nüfus dolayısıyla ortak dil ve kültüre dayanan kalıcı bir dostluk bekliyoruz.

19.11.2009

E-Posta: [email protected]



Umut YAVUZ

Savaşın getirisi kimin kasasına akıyor?


A+ | A-

Bilindiği üzere Irak’tan çekilme planları yapan Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Obama, aksi yönde Afganistan’a ek asker gönderme planları da yapmakta.

Geçtiğimiz günlerde New York Times gazetesi de bu konuyu ele aldı. Gazetenin belirttiğine göre Afganistan’a bir Amerikan askeri göndermenin yıllık maliyeti ortalama bir milyon doları geçiyor. Evet tek bir asker için yıllık yapılan harcama 1 milyon dolar. Amerika Birleşik Devletleri’nin şu anda hali hazırda Amerika’da 68 bin askeri bulunuyor. Yeni planlara göre ise bu sene on binlerce daha asker gönderilmesi gündemde. Bazı çevrelere göre ABD’nin Afganistan bataklığına göndermeyi düşündüğü ek asker sayısı 40 bini bulabilir. Bu da nerden bakılsa ABD bütçesine yıllık 40-50 milyar dolarlık ek bir maliyet anlamına geliyor.

Bu türden bir kararın ABD’nin 2010 askerî bütçesinin 734 milyar dolar gibi çılgın bir rakama yükseltilmesine yol açacağı belirtiliyor.

ABD’nin halihazırdaki bütçe açığının 1,4 trilyon dolar olduğu bir ortamda bu türden bir ekstra harcamanın ne anlama geleceğini tahmin etmek için uzman ekonomist olmaya gerek yok. Elbette ki bütçeyi denkleştirmek adına bir cinayet olacaktır bu.

Peki ekonomik krizin bütün insanlığın belini büktüğü böylesi bir dönemde Amerika hangi güce dayanarak Afganistan’da zaten iyice içine batmış olduğu bataklığa daha bir istek ve hevesle dalmaya çalışıyor dersiniz?

Bakınız, Irak işgalinin maliyetinin geçtiğimiz senelerde 3 trilyon dolara ulaştığı hesaplanıyordu. Bu ise ABD’nin bugünkü bütçe açığının iki katından fazla…

Şimdi de Afganistan’da bütçeyi iyice zora sokacak bu türden bir kararı almanın arkasında elbette cesaretten öte bir saik aramak gerekiyor.

Amerika Birleşik Devletleri’nde kimilerine göre 30 milyon kimilerine göre ise 50 milyon insanın aç olduğu, milyonlarcasının da “homeless” dediğimiz evsizler zümresinden olduğu biliniyor.

Son olarak da ABD’nin dünyanın en büyük silâh ihracatçısı olduğunu düşünelim.

Bütün bu bilgi parçalarını masanın üstüne koyup düşünmeye başladığımız zaman dehşet verici bir tablo karşımıza çıkacaktır.

Vahşi kapitalizmin en acımasız ilkeleriyle yönetilen ABD gibi süper güçlü devletleri asla ve asla boş harcamalar ve kâr getirmeyecek yatırımlar yapmaya sevk edemezsiniz. Mutlak surette ortaya koyulan ve göze alınan maliyetin bir getirisi ve kârı mevcuttur.

Peki madem ABD bütçesi sürekli olarak açık veriyor ve madem her 10 ABD’liden birisinin açlıktan nefesi kokuyor, o halde bu savaşların ve işgallerin getirisi ve kârı nedir ve kimlere gitmektedir?

Evet bu gayet açıktır ki, ABD’yi derin ve sinsi bir şekilde yöneten dünya devi karanlık şirketler ve onların karanlık prensleri kendi emellerini yerine getirmek ve kârlılıklarını arttırmak amacıyla bu iğrenç planları devreye sokmaktadırlar.

Yapılan her savaş ve masumların kan ve gözyaşının dökülen her damlası esasında bu zalim ve gaddarların kasalarına akan dolarların işaretçisidir.

İşte bu kirli savaşın ABD bütçesine getirdiği maliyetin faturası, vergisini düzgün bir şekilde ve/veya millî gelirden hak ettiği payı alamayan masum Amerikan vatandaşlarının sırtına acımasızca yüklenmektedir.

Terörle savaş aldatmacası ve yapay tehlike senaryoları üretilerek korkutulan ve sindirilen Amerikan seçmeni, deniz aşırı yerlerde verilen bu savaşın esasında kendi savaşları olmadığından ve aslında kandırılan ve sömürülen ve gelecekleri karartılan kişilerin, yani bir nev'î “savaşılanların” kendileri olduğundan bihaberler. Birazcık bu hususta intibaha gelerek Demokratları iktidar yaptılar. Ama bu bile perde arkasında kirli emellerini dünyaya dayatan o açgözlü devleri sindirmeye yetmedi, yetemedi.

Şimdi ise ABD umarsızca harcayıp faturasını vatandaşına kesmeye devam ederken, hem işgal edilen topraklardaki masumların kan ve gözyaşları hem de masum ve kandırılmış ABD vatandaşlarının acı ve gözyaşları birbirine karışarak göğe yükselmektedir.

Elbette bu feryadlar boşa çıkmayacak ve dünyanın kanını emen Firavun ve Nemrutların saltanatı bir gün sona erecektir.

19.11.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Yanlış ortak payda


A+ | A-

Meslekteki 70. yılını yeni kutlayan Osmanlı tarihçisi Prof. Dr. Halil İnalcık’ın gündeme getirdiği konuyla ilgili olarak, “günün adamı” Onur Öymen iki buçuk yıl önce, 27 Nisan sürecinde yine çok sivri bir lâf etmiş:

“ ‘Ne mutlu Türküm diyene’ sözünü kimse küçümseyemez ve bunu küçümseyenleri devlet düşmanı sayarız.” (Eser Karakaş, Star, 17.11.09)

Burada da, Dersim tartışmalarının alevlenmesi üzerine “Cesaretiniz varsa Atatürk dönemini eleştirin” diye meydan okurken, tabuların ve yasal zırhların ardına gizlenerek sergilediği “rahatlık ve pervasızlık” tavrının bir örneği gözleniyor.

Orada önce anayasaya, sonra Atatürk’ü Koruma Kanununa sığınarak meydan okurken, burada altıoktan birinin milliyetçilik olmasına, yine anayasaya ve meşhur 301. maddeye yaslanıyor.

Yürürlükteki anayasanın “Siyasî Haklar ve Ödevler” başlıklı dördüncü bölümünde, “Türk vatandaşlığı” ara başlığı altında yer alan 66. maddenin ilk fıkrası, “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” buyuruyor.

Aynı anayasanın, “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” maddeleriyle atıf yapılan başlangıç kısmında da “hiçbir faaliyetin Atatürk milliyetçiliği ile Atatürk ilke ve inkılâpları karşısında koruma göremeyeceği” belirtiliyor.

Türk Ceza Kanununun yıllardır tartışılan ve defalarca değiştirildiği halde bir türlü düzeltilemeyen 301. (eski 159.) maddesinde “Türk milletini alenen aşağılamak” hapisle cezalandırılıyor.

Maddenin eski şeklinde “Türklük” ifadesi vardı, değişiklikle “Türk milleti” yapıldı; gerekçesi de şöyle ifade edildi: “Türklük deyişinden (kavramından) maksat, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, Türklere has müşterek kültürün ortaya çıkardığı ortak varlık anlaşılır. Türk Milleti kavramı bu varlıktan geniştir; Türklük ve Türk ırkıyla ilgili tüm konu ve kavramları kapsar...”

İşte, gerek CHP’nin, gerekse MHP’nin “Türk milleti” vurguları, aynı ideolojik kaynaktan besleniyor olmalarının yanı sıra, böyle bir anayasal ve yasal arkaplana dayanıyor. AKP’nin 301’de aktardığımız gerekçeyle yaptığı değişiklik ise, bu yasal zemine daha geniş bir yorum alanı açıyor.

Sonuçta, Kemalizmin altı okundan yola çıkan devrimci ve milliyetçi çizgilerin kimi zaman vuruşup çoğu zaman örtüştüğü ve özellikle resmî ideoloji ve statüko muhafızlığında tam bir dayanışma içine girdiği bir tabloda CHP-MHP ikilisinin aynı telden çalmaları yadırganmazken, onların hedef almış göründüğü AKP’nin de statükonun temel kabullerinde çok farklı bir duruşa sahip olmadığını gözden kaçırmamak gerekiyor.

Üç partinin, hattâ tersinden de olsa DTP’nin de, açıkça telâffuz etmeseler dahi, fiiliyatta Kemalizmle ifade edilen resmî ideolojinin temel ilkelerini ortak payda olarak paylaştığı görülüyor.

AKP’nin bu noktada farklı bir düşüncesi ve itirazı olsaydı, dört buçuk yıl önce kabul ederek uygulamaya koyduğu Millî Güvenlik Siyaset Belgesinde yer alan “Türkiye’nin bütünlüğünü korumanın temel yolu Atatürk milliyetçiliğidir. Atatürk’ün ‘Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir’ sözü temel bir ilkedir. Atatürk’ün ‘Millet; dil, kültür ve ülkü birliğiyle birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasî ve sosyal bir birliktir’ sözü bugün de geçerli olan, çağımızın gereklerine yanıt veren bir yaklaşımdır” gibi ifadelere “evet” demezdi...

Ama “Milyonları bulan azınlıklar kendi millî bilincini oluşturdu. ‘Türk milletinin bir parçası değilim’ hissiyatı doğdu” diyen İnalcık’ın tesbit ve uyarıları, seksen küsur yıllık bir mazisi olan bütün bu tarif ve tevil çabalarını ve bunlara bina edilen tahkimatın dayandığı temeli bir anda berhava edip yalın ve acı gerçeği önümüze koyuyor.

Bu temelle birlikte devlet de sarsılıyor...

Atatürk milliyetçiliğinin, kendi eseri olan bu vahim durumu düzeltip tamir ve telâfi etmek, devleti bu sarsıntıdan çıkarıp kurtarmak için önerebileceği yeni ve yapıcı bir formül var mı?

19.11.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.