Ali Rıza AYDIN |
|
Hayatla hoş geçinmek! |
Var oldukça dünyada, insanlarla, yüz yüzeyiz. Onlarla bir arada, bir evde, bir işte; çarşıda pazarda, camide cemiyette el ele, yüz yüze, gönül gönüle bulunmak zorundayız. Hep birlikte geçinir durumdayız. Münzeviler, konumuzdan müstesna! Geçim: Hoş geçinme, anlaşma olduğu gibi; “geçinme” gayesidir. Yani, maişet gayretidir. Çok mânâlı kavramlar çekmecesi! Haneler, bir küçük dünya… İçindeki canlara “aş” gerek, “ilâç” gerek. Doğruyu tartabilen akıllı bir “baş” gerek. Mekânlar, yaşanılan, “müşterek” silsilesi; bir seri can dizisi! Onlarla iyi geçinmek lâzım, onları, iyi geçindirmek gerek. Peygamber Efendimiz (asm): “İktisat geçimin yarısıdır. Güzel ahlâk da dinin yarısıdır” 1 buyuruyor. Demek geçim, hüsn-i ahlâk, güler yüz, birbirimizi anlama, birbirimizle anlaşabilme olduğu gibi; çalışıp kazanmak, ıyâline bakmaktır; onları kollamaktır. Tayin edilen rızkı aramaktır. “İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur” 2 buyuruyor Rabbimiz. Bu dahi bir ibadet, neticesi saadet. Geçimin omurgası, kanaattir! Birbirimize, birlikte paylaştıklarımıza; birlikte oluşumuza kanaat etmektir geçim. Bir başka yönüyle: Gözlerin birbirini görebilmesi, güzelliği sezebilmesi, “öteki”ni sevebilmesi, geçimdeki gizli sır. Geçim, sadece beşerî ihtiyaçların, fizikî ihtirasların karşılanılabilmesi değil ki, aynı zamanda, “beşer” olmanın da ta kendisidir. Bediüzzaman: “Eğer insan enaniyetine istinad edip hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i hayat ederek, derd-i maişet içinde muvakkat bazı lezzetler için çalışsa, gayet dar bir daire içinde boğulur gider” 3 diyor. Yani, insan, geçim gerekçesiyle dengeleri bozarsa hüsran olur hayatı. Bir defa, iktisat, insanların hayatını kolaylaştıran iksir. Lükse, zevke kaçmamak; “tatlar”a (!) yaklaşmamak, harama bulaşmamak yokuşu düzleştirir. Nebî-i Zîşan (asm) bir başka hadislerinde: “Geçimini yoluna koyması, kişinin dindeki ince anlayışındandır. Seni geçindirecek şeyi araman dünya sevgisinden değildir” 4 diyor. Bunlar işin bir yönü; diğerine gelince: “Geçim”in mefhûm-ı muhâlifi, “geçimsizlik” demektir. Bir insan, evde geçimsiz olursa eşiyle, evlâdıyla; iş yerinde geçinmezse, her günkü arkadaşıyla; komşusu, mahallesi ürperiyorsa ondan; hem ona, hem onlara zindan olur dünyalar, gerçekleşmez hülyalar. Geçinmeye gönülsüzün, gri olur pembesi. Meşhurdur, bilirsiniz: Nasrettin Hocaya karısının adını sormuşlar: “Bilmiyorum” demiş, “Niçin” demişler, “Geçinmeye gönlüm yok da ondan” demiş. Demek, geçim, gönül verme işiymiş! Gönle yol bulan kişi, geçinir, geçindirir; geçer gider yoluna. İçimizle barışırsak, cihâna dost oluruz. Yani: “Yorgan gider, kavga biter”
Dipnotlar:
1- Câmiü-s-Sağîr,2: 777. 2- Necm Sûresi, 39. 3- Said Nursî. Sözler, 517. 4- Câmiü’s-Sağîr. 4: 1516. 04.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Abdil YILDIRIM |
|
Hırs yemler, rehavet demler, korkaklık gemler |
İnsan mahlûkatın en şereflisi olarak yaratılıp, yeryüzüne halife olarak gönderilirken, eli boş olarak gönderilmemiştir. Bu büyük vazifenin üstesinden gelebilmek için bir takım maddî ve mânevî teçhizatla donatılmıştır. Bedenine çeşitli azalar takıldığı gibi, ruhuna ve kalbine de bir çok duygu ve lâtifeler yüklenmiş, inkişâfa müsait istidatlar verilmiştir. Beden için el, ayak, göz, kulak ve sâir azalar ne kadar önemli ve elzem ise, kalbimiz ve ruhumuz için verilen manevî uzuvlarımız da o kadar önemlidir. Hırs, atalet, muhabbet, nefret, vicdan, merhamet, korkaklık, cesaret gibi duygularımız, bu manevî cihazlarımızdan bazılarıdır. İnsana düşen, hangisini, nerede ve ne kadar kullanacağını bilmektir. Maddî ve manevî uzuvlarımızı veriliş gayesine uygun olarak kullanırsak, hem bu dünyada, hem de ebedî menzilimiz olan ahiret hayatında saadet ve selâmetimize vesile olacaklardır. Maddî olsun, manevî olsun, hiçbir uzvumuz, mânâsız ve gayesiz verilmemiştir. Her birisinin kendi makamında bir önemi ve değeri vardır. Bazılarını istimal etmekten dolayı zarar görüyorsak, bu bizim gaflet ve cehaletimizin bir sonucudur. Yoksa, uzuv veya duygunun zararlı olmasından değildir. Meselâ hırs, bir işi başarmak, bir engeli aşmak, bir işin üstesinden gelmek, insanın mücadele azmini arttırmak için verilmiş bir güçtür. Hırs duygusu, aklın ve kalbin eline verilirse, bu meşrû amaçlara hizmet eder. Ama nefsin eline geçerse, işte o zaman tehlike başlar. Kontrolsüz bir güç hâline gelir. Hiçbir şekilde tatmin olmaz. Her şeyin daha fazlasını talep eder. Cenâb-ı Hakk’ın takdir ve tayin ettiğine rıza göstermez. Helâl dairesine riâyet etmez. Ulaştığı her noktadan sonra daha ilerisini ister. Ona ulaşmak için de her yolu mübah kabul eder. Bu ise, tuzaklarla dolu bir yolda insanın önüne atılmış cazip bir yem gibidir. Hırs insanın basiretini bağladığı için, gözler yemde olur, tuzaklar gözden kaçar. Onun için hırsla çıkılan yolculuk hüsranla neticelenir. Kontrolsüz hırs bir hastalıktır, ancak kanaat ilâcı ile tedavi edilebilir. İnsanda bir de rehavet duygusu vardır ki, yerinde kullanılırsa bedeni ve ruhu dinlendirir, yorgunluğu ve stresi yok eder. Ama bu duygu da çok iyi kontrol edilmelidir. Rehavetteki ölçü kaçarsa, bu sefer de tembellik ve atalet başlar. Özellikle ibadet hususundaki rehavet zamanla ibadeti de terk ettirir. İnsan hiçbir iş yapmak istemez. Her şeye üşenir, her işi erteler. Dinlenme, yerini demlenmeye bırakır. Rehavet ve tembellik de bir hastalık olup, gayret ilâcı ile tedavi edilebilir. İnsana verilen korku duygusu ise, kendini tehlikelerden korumak için bir sigorta mahiyetindedir. Sigortalar çalışan sistemin gücüne uygun olarak seçilmelidir. Çok yüksek amperajlı bir sigorta tehlike anında devreyi kesmediği için koruma görevi yapmadığı gibi, düşük amperajlı sigorta da her an atar ve sistemin çalışmasına engel olur. İnsan da korku duygusunu ifrat ve tefrit noktalarında istimâl ederse, ondan fayda yerine zarar görür. İnsan cesur görünmek kaygısı ile kendini tehlikeye atarsa, buna “deli cesareti” derler. Akıllı bir insanın deli cesareti göstermesine gerek yoktur. Cesaret, haklı olduğu konuda hakkını savunmak, Hakk’ın hatırını halkın hatırından üstün tutmak için vakur ve cesur bir duruş sergilemektir. Bunun dışında, hayatını korumak ve tehlikelerden uzak durmak için korku duygusuna sahip olmak ve ondan istifade etmek gerekir. Bu duygu belki de insanı cehennem ateşinden koruyacak olan bir kalkandır. Parmağımıza bir ateş yaklaşsa, korku ile elimizi geri çekeriz. Bu dünyada bir parmağının yanmasından korkan insan, öbür dünyada cehennem ateşinde bütün bedeninin yıllarca yanacağını düşündüğü zaman dehşete kapılır. Cehenneme ehil olmamak için daha düzgün yaşamaya ve dünyadaki vazifelerini daha iyi yapmaya gayret eder. Tabiî ki gafiller ve cahiller bu idrakten mahrumdur. Bediüzzaman Hazretleri, “Cenâb-ı Hak havf damarını hıfz-ı hayat için vermiş, hayatı tahrip için değil” diyor.. (Mektubat, s. 705) İnsan çok âciz, pek zayıftır. Hayatını korumak için korku zırhından istifade edecektir. Ama bu korku zırhını her zaman ve her yerde üzerinde taşımaya kalkarsa, bunun altında ezilir. Hayatı zehir olur. O zaman hiçbir şeye el atamaz, hiçbir işe teşebbüs edemez. Özellikle hizmet ehli insanlar için korku en büyük imtihandır. Zalimler, münafıklar ve ifsat komiteleri ehli hizmetin korku damarını çok işlettirirler. Zayıf insanları küçük bir tehdit ve tehlike ile korkutarak şevklerini kırarlar. Korku ile hareket eden bir insan hayırlı bir işe, güzel bir hizmete teşebbüs edeceği zaman, “Acaba başıma bir iş gelir mi?” düşüncesi ile bundan vazgeçer. Böylece korku, insanın hem hizmetine mâni olur, hem izzetini elinden alır. Yani insanın hizmet ve himmetine gem vurur. Bediüzzaman Hazretleri yersiz korkunun nelere yol açtığını şöyle ifade ediyor: “İnsanda en mühim ve esaslı bir his, hiss-i havftır. Dessas zalimler, bu korku damarından çok istifade etmektedirler; onunla korkakları gemlendiriyorlar.” (Mektubat, s. 704) Korku bir ihtiyaç, korkaklık ise bir hastalıktır. O da ancak cesâret ilâcı ile tedavi edilebilir. Kanaatin, gayretin ve cesâretin kaynağı ise, yalnızca imandır. 04.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
İsm-i Vehhab üzerine |
İzmir’den okuyucumuz: “Vehhab ismini kısaca tanıtır mısınız?”
Cenâb-ı Allah, Vehhab’dır. Yani kullarına cömertçe veren, mahlûkatının her ihtiyacını umulmadık yerlerden bedelsiz ihsan eden, her isteyene karşılıksız, bol, bereketle ve cömertçe ikram edendir. Cenâb-ı Hak hastaya şifa, dertliye devâ verir, musîbete düşene âfiyet hibe eder, dalâlette olana hidayet lütfeder, her duâ edenin dileklerini, hikmeti mucibince yerine getirir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân’da: “Yoksa Aziz ve Vehhâb olan Rabb’inin rahmet hazîneleri onların yanında mıdır?”1 buyurur. Bir diğer âyette Hazret-i Süleyman’ın (as) şu dileği nakledilir: “Rabb’im, bana mağfiret et. Bana benden sonra hiç kimsenin ulaşamayacağı bir hükümrânlık hîbe et (ver). Şüphesiz Sen Vehhâb’sın’ demişti”.2 Şu âyette, duâ lâfzı içinde Vehhâb ismi de zikredilir: “Rabbimiz! Bize hidâyet lütfettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Katından bize rahmet hîbe et (ver). Muhakkak Sen Vehhâb’sın.”3 Üstad Bedîüzzaman Hazretlerine göre, insan kendisine hayatı veren Allah’ı tanımalı, O’nun bütün kâinatın hâkimi olduğunu bilmeli, varlığına ve birliğine şehâdette bulunmalı, isimlerinin bütün kâinattaki cilvelerini tefekkür etmeli, ubûdiyetini hiçbir zaman eksik etmemelidir. Bunlar insan hayatının en mühim gayeleridir. Bu gayeleri insan, kendi hayatına verilen cüz’î ilim, küçücük kudret ve azıcık irade gibi mikro ölçüdeki sıfat ve hallerini, Cenâb-ı Hakk’ın mutlak, nihayetsiz ve kâmil sıfatlarına ve mukaddes şuûnâtına birebir ölçü ve mukayese yapmak sûretiyle kavrayabilir. Meselâ küçücük gücüyle, iradesiyle ve bilgisiyle evini bina eden adam, kâinatı halk eden Cenâb-ı Allah’ın nihayetsiz kudretini, küllî iradesini ve sonsuz ilmini kolaylıkla idrak eder. Başkalarına cömertçe vermeyi ve ihsan etmeyi seven insan, Cenâb-ı Hakk’ın bütün kâinatın üstündeki Vehhâb ismini anlamakta güçlük çekmez.4 Üstad Saîd Nursî’ye göre, maddî-manevî leziz nimetlerini ihsan eden, her istediğini ikram eden, her dilediğini hîbe eden Cenâb-ı Hakk’a karşı insan; fiiliyle, hâliyle, sözüyle ve hattâ bütün duygularıyla şükür ve hamd ü senâsını eksik etmemelidir. Gani-i Mutlak olan Cenâb-ı Allah’ın, sonsuz bir cömertlikle nihâyetsiz servetini ve hazînelerini insanın önüne serdiğinde şüphe yoktur. Öyleyse insan tazim ve senâ içinde, fakrını ve aczini tam hissederek Cenâb-ı Hak’tan hem istemeli, hem de O’na şükretmelidir.5 Yeryüzünün bütün sâkinleriyle, Hâlık’ının Vâcib’ül-Vücud ve Vehhâb-ı Rezzâk olduğuna şehâdet ettiğini beyan eden Üstad Hazretleri, dört yüz bin muhtelif bitki ve hayvan türlerine hayatî önemi haiz bulunan ayrı ayrı cihazların ve duyguların verilmesinin ve hiçbirinin hiçbir zaman ihmâl edilmemesinin, Cenâb-ı Hakk’ın Rubûbiyetinin haşmetine ve kudretinin her şeye yetiştiğine delâlet ettiğini kaydeder. Bedîüzzaman’a göre, hadsiz canlıların rızıklarının, vakti vaktine kuru ve basit bir topraktan rahîmâne ve kerimane verilmesi, Allah Teâlâ’nın rahmetinin her şeye şümulünü ve hâkimiyetinin her şeye ihatasını gösterir.6 Öyle ki, biz fakîriz, Cenâb-ı Hak ise Ganî-i Mutlak’tır. Fakrımızın eline, elimizin yetişmediği bir gınâ ve zenginlik verilmektedir. Veren, Ganî olan, sonsuz zengin olan Cenâb-ı Hak’tan başkası değildir. Nimetlerini ihsan eden, arzu ettiklerimizi hîbe eden ve dualarımıza cevap veren Cenâb-ı Hak’tır. Çünkü biz istiyoruz; istedikçe arzularımızın yerine geldiğini görüyoruz.7 Biz dua ediyoruz, mağfiret talep ediyoruz; Vehhâb olan Cenâb-ı Hak günahlarımızı bağışlıyor; günahlarımızın yerine bize hidâyet, sevap, fazîlet ve feyiz lütfediyor.8
Dipnotlar: 1- Sâd Sûresi: 9. 2- Sâd Sûresi: 35. 3- Âl-i İmrân Sûresi: 8. 4- Sözler, s. 118. 5- Sözler, s. 298. 6- Lem’alar, s. 353. 7- Mektûbât, s. 234. 8- Mesnevî-i Nûriye, s. 113. 04.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
Hatıralar |
Hayat bir hat üzerinde devam et mez. İnişleri vardır, çıkışları vardır. Acıları vardır, sevinçleri vardır. Günahları vardır, sevapları vardır. Fena ve fani insanların, güzel ve bâkî söz ve davranışları da vardır. Dört dörtlüğünü bulamazsınız. Bunu Mevlana Celâleddin-i Rumi şöyle dile getirir: “Kusursuz dost arayan dostsuz kalır” Bazen bir hareket, bin kötülüğü örtebilir. Hatıralar da öyledir. Dostlar en çok vefat ettiklerinde anılır. “Kör, ölünce badem gözlü olur” derler. Hatıralar derinden derine “aaah “dedirtir. Bir anlamda tarihtir. Kimler geldi, kimler geçti. “Dünya Sultan Süleyman’a bile kalmadı” denirdi. Kimi bunu satırlara taşımıştır... Kimi ise dilden dile anlatılmış, hatıralarda canlanmıştır. “Ölüm Allahın emri de, şu ayrılık olmasa idi?” denmiştir. Öyle hallerimiz vardır ki hatıradan ziyade bir kara leke olarak aklımızdan çıkmaz. Kahroluruz bu fiilimizden dolayı. Modern çağın getirdiği araç ve gereçler, hatıraları canlı olarak istikbale ulaştırır. Kimi, anne ve babasının canlı veya cansız hatıralarını anarken gözyaşlarına hâkim olamaz. Hazin halleri Bediüzzaman Hazretleri “rica”larda dile getirir. Önce hüzünlendirir, sonra bunları teselliye sevkedecek teselliler ile süslendirir. Bir çok ünlü ve ünsüz insan hatıraları ile yadedilir. Kur’an’da da bu hatıralar dile getirilir. Peygamber kıssaları örnek olarak verilir. Geçmişimizi biliyoruz. Ya geleceğimizi? Öyle bir belgeselimiz olsa, hayatımıza başka türlü yön veririz. Hatıralar bu anlamda ya bizim felâketimizdir, ya da ebedî sevinç ve mükâfatımızdır. “Ne kendi etti rahat, ne âlem buldu huzur, / Yıkılıp gitti cihandan, dayansın ehli kubur” hitabına muhatap olan insanın anılmaya değer neyi olabilir? Kötü hasletler anılmaya hiç değmez. Ama lânetle anlatılır ve yâd edilir. Ama Peygamberimiz (asm) “Ölülerinizi hayırla yâd ediniz” diye emir buyurur. Biz de mevtaların iyi taraflarını anlatır, yâd ederiz. “Anlat” dediğimiz zaman her insanın birçok hatırası vardır. İncir çekirdeğini doldurmayan hayat halleri kuru bir lakırtıdan ibarettir. Hatıralar ömür sermayesinin meyveleridir. Bu meyveler elmas kıymetindedir. Değeri ise, yaşanan hayatlar ile belli olur. 04.02.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Lozan görüşmeleri neden kesildi? |
Birbiriyle savaşan taraflar, genellikle önce bir ateşkes antlaşması yapar, sonra da barış masasına otururlar. Aksi halde sular durulmaz ve taraflardan biri bitip tükeninceye kadar çatışma devam eder. Bu açıdan bakıldığında, Osmanlı hükümetinin Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki tutumu son derece dikkat çekicidir. 30 Ekim 1918'de düşman tarafla Mondros Ateşkes Antlaşmasını imzalayan Osmanlı hükümeti, barış masasına ise Ağustos 1920'de Sevr'de (Fransa) oturdu. Ne var ki, bu her iki antlaşma da ölü doğdu ve hayata geçirilemedi. Anadolu ve Trakya'da şahlanan Harekât–ı Milliye Cephesi, bunların hiçbirini tanımadı. Bu azimli ve kararlı cephe, Misâk–ı Millî ile tarif edilen vatan topraklarından ecnebi kuvvetleri def edilinceye kadar mücadeleye devam edeceğini dünyaya duyurdu. Böylelikle, biri Ankara, diğeri İstanbul'da olmak üzere, ortaya iki başlı bir hükümet çıktı. İstanbul hükümeti düşmanla barışık olmayı tercih ederken, Anadolu hükümeti ise, ölüm–kalım mücadelesine devam etti. 1918 yılı Kasım ayında başlayan bu yeni mücadele, Ekim 1922’de Mudanya’da yapılan ateşkes antlaşmasına (mütareke) kadar aralıksız şekilde devam etti. Anadolu hükümetini İsmet, Fevzi ve Refet Paşaların temsil ettiği görüşmede, İtilâf cephesini İngiliz, Fransız, İtalyan ve bir başka gemide bekleşen Yunan delegasyonu temsil etti. Bu mütarekeden sonra, sıra barış görüşmelerine gelmişti. İtilâf devletleri, daha evvel San Remo'da anlaştıkları taslak çerçevesinde Lozan'da yapılacak barış görüşmelerine Ankara ve İstanbul hükümetlerini de dâvet ettiler. Osmanlı hükümeti temsilcisi ise, Türkiye'yi bundan böyle Ankara hükümetinin temsil edeceğini söyleyerek, konferanstan istinkâf etti. (Saltanat, 1 Kasım'da kaldırıldı.)
Rauf'un yerine İsmet
Ankara hükümeti, Lozan'a delegasyon göndermeye karar verdikten sonra, sıra gidecek heyetin seçilmesine geldi. Meclis'te M. Kemal'den sonra en popüler ve en yetkili konumda olan Rauf Orbay, Lozan'a gidecek heyetin başında olmak istediğini izhar etti. Ne var ki, M. Kemal, İsmet Paşayı tercih etti. İsmet, derhal Dışişleri Bakanlığına ve hemen ardından Lozan heyeti reisliğine terfi ettirildi. Lozan'a giden heyetin içinde, Sinop mebusu Dr. Rıza Nur da vardı. Dr. Nur'un Hatırat'ında anlattığına göre, İsmet Paşa, orada Türk heyetini dışlayarak, resmî heyette ismi bulunmayan Yahudi Hahambaşısı Haim Naum'la görüşüp anlaşarak gizli işler çevirmeye başladı. İşte, bu Yahudi kişi kast edilerek "Lozan'ın gizli mimarı Haim Naum'dur" denilmesinin sırrı buradan geliyor. Bu gizli görüşmeler esnasında, Misâk–ı Millî iğdiş edildiği gibi, yeni Türk rejiminin de "İslâma muarız" bir istikamette yürütülmesinde anlaşma sağlandı. Anlaşmaya göre, Türkiye'de din öldürülecek ve yeni yetişen nesil kendi isteğiyle Kur'ân'ı reddedecek bir eğitim müfredatı ile eğitilecekti. (Emirdağ Lâhikası, s. 277) İsmet Paşa, bu fikre sıcak baktı. Ancak, kesin bir karara varmaktan da çekindi. Ankara'ya gelip büyükleriyle danışmayı ve ondan sonra kesin bir karara varmayı düşündü. Bu durumda, Lozan Konferansının kesilmesi kaçınılmaz olmuştu. Kesilmenin asıl sebebi izah edilemeyeceğine göre, zahiren şöyle bir kılıf bulundu: Musul meselesiyle Kapitülasyonlar meselesinde anlaşma sağlanamadığı için, görüşmelere 4 Şubat 1923'te ara verildi. Oysa, daha sonra Lozan'da başlayan İkinci Konferanstaki görüşmelerden açıkça anlaşılıyor ki, Musul meselesi de, diğer gerekçeler de fos çıktı. * * * 20 Kasım 1922'de başlayan ilk Lozan görüşmeleri, göstermelik gerekçelerle 4 Şubat 1923'te aniden kesiliverdi. Ankara'ya dönen İsmet Paşa, Eskişehir'de M. Kemal ile trende buluştu. Başbaşa yaptıkları görüşmelerin tek şahidi, taze gelin Latife Hanımdı. Onlar da, düğün yapmış ve İzmir'den henüz yeni geliyorlardı. M. Kemal ile İsmet Paşanın Lozan'daki gizli mutabakat maddeleri hakkında ne görüşüp konuştukları, kuvvetli bir ihtimalle "Latife Hanımın Notları"nda kısmen de olsa yer almıştır. Ne var ki, bu notlar, Latife Hanımın "vasiyet"ine rağmen açıklanmadı. Açıklamak bir yana, daha da gizlendi. TTK'daki çelik kapılarla kapalı odalara hapsedildi. Hem, öyle bir gizlenme şekli ki, hiçkimsenin tek başına gidip de o notlara ulaşamayacak bir tedbirle saklandı. İnşaallah, kısmen veya tamamen imha etmemişlerdir.
Aynası iştir kişinin...
Meclis'teki gizli görüşmelerde ele alınan Lozan meselesi, şiddetli münakaşalara yol açtı. Münakaşa günlerce devam etti. Meclis, bu meselede iki gruba ayrıldı. Birinci grubu M. Kemal temsil ediyor, ikinci grubun başını ise Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey çekiyordu. Birinci gruptakiler, birtakım tavizler verilmesi pahasına Lozan'da bir nihaî anlaşmanın sağlanmasını hararetle savunurken, ikinci gruptakiler ise, özellikle İsmet Paşaya ateş püskürüyor ve Mehmetçiğin kanıyla meydanlarda kazanılan zaferin, masabaşında çok ucuza satıldığını haykırıyordu. Lozan muhalifi Ali Şükrü Bey, bir süre sonra ortadan kayboldu (27 Mart 1923). Birkaç gün sonra, cesedi bir bağevi yakınlarında toprağa gömülü halde bulundu. Katilin, Çankaya Köşkü muhafz komutanı Topal Osman olduğu anlaşıldı. Bu cinayetin hemen ardından (1 Nisan) yeni seçim kararı alındı. Yeni mebus listesine, Lozan muhalifi bir tek kişi alınmamaya itina gösterildi. Ardından, Lozan'a ikinci kez gidecek heyet tesbit edilerek yola çıkarıldı. İsviçre'nin Lozan kentindeki ikinci görüşmelere 23 Nisan'da başlandı. 24 Temmuz'da ise, son imzalar atıldı ve konferans sona erdirilmiş oldu. Ankara'da ise, yeni Meclis teşkil edildi ve Lozan'da imzalanan kararlar bu yeni Meclis'e tasdik ettirildi. (Karşı oy kullananlar, CHP'den ayrılarak TCF'yi kurdu. Sonra da, başlarına gelmeyen kalmadı.) Lozan'da verilen "Din öldürülecektir" sözünün gereği, 3 Mart 1924'ten itibaren yerine getirilmeye başlandı. Ezcümle: Hilâfet kaldırıldı, medreseler kapatıldı, Şer'îye Bakanlığına son verildi, yeni nesilleri dinden soğutacak Tevhid–i Tedrisat Kànunu o gün çıkarılarak tatbikat sahasına konuldu. 04.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Supresyon mekanizması ve inkârcılık |
istekli duygusal sakınma mekanizması (supresyon) Amerikan Psikiyatri Birliği’nce, “Birey, emosyonel (duygusal) çatışma ya da iç ve dış stres etkenlerine, rahatsız edici sorunlar, istekler, duygular ve yaşantılar hakkında düşünmekten istemli sakınmayla tepki verir” şeklinde tarif edilmektedir. Bu durumda insanlar duygu, düşünce ve hislerini saklarlar. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın”, “Neme lâzım!” gibi ifadeler supresyon mekanizmasının günlük lisanla ifade ediliş şekilleridir. Bu mekanizmanın devreye sokulduğu noktalardan biri de Yüce Yaratıcı’nın varlığını inkâr hususudur. İnkârını mantık silsilesi içinde açıklayamayan (çünkü yokluk ispat edilemez, izah edilemez), aklen izah edemeyen zat, yokluğu kabul etmek yerine, varlığı kabul etmemeyi tercih eder. Bu hâl, bir tür supresyon veya baskılama yoludur. Yaratıcı fikrini inkâr yolu bulamayan fikir erbabının sıklıkla başvurduğu bir tarz olan bu “agnostik yaklaşım”, yani kabul etmek ya da etmemek konusunda bir fikir sahibi olmamak supresyon mekanizmasının belirgin bir şekilde işletildiği bir tarzdır. Bu mekanizmaya sığınanlar duygularının, düşüncelerinin ve vicdânının sesini baskılıyor. Çareyi, düşünmemekte, ilgilenmemekte arıyor. Oysa, bu bir kaçıştır. Düşünmemek yalnızca geçici bir rahatlama sağlayabilir, fakat problemi ortadan kaldırmaz. Ölümden, uhrevî âlemler düşüncesinden, Azrail’den (as) kaçmak mümkün mü? Aklımıza getirmeyerek, ilgilenmeyerek ancak kendimizi aldatırız. Çünkü, gözünü kapayan, yalnızca kendisine gece yapar; yoksa hakikati değiştiremez. Düşünmemekle, o anlık olayların uzağında kalınabilir. Bununla birlikte yine vicdanın derinliklerinde bu hakikatler yankılanır. Çünkü; yalan söylemeyen vicdanın işi, gerçeği bulmak, doğruyu tasdik etmektir. Gerçekleri ise iptal etmek mümkün değildir. İnsan gerçekleri ve Allah’ı unutmaya kalksa da, şuur sahibi olan vicdânının sonsuz hayatı hatırlattığını söyleyen Bediüzzaman, kim kendi uyanık vicdânını dinlese, “Ebed, ebed!” sesini işiteceğine ve bütün kâinat o kimseye verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramayacağına dikkat çeker.1 Diğer taraftan, aczimiz vicdanımıza bir dayanak noktası aramak zorunda bırakır. Dolayısıyla kişi Yaratıcıyı aklından çıkarmaya kalksa da, vicdanı çıkaramaz.2 Gerçekte; aczi, ölümü, üzüntü ve sıkıntıları ortadan kaldırabilmek mümkün olsaydı, bu mekanizma büyük rahatlık sağlayabilirdi. Ancak, ne kadar çabalasak bile bütün bunları kaldırmamız imkânsızdır. Her şeyden kaçabiliriz, ama kendimizden kaçamayız. O halde, kaçmak çare değildir. Kaçmak ve baskılamak yerine dürüstçe ve cesurca yüzleşip aslını ve özünü anlamaya çalışmak doğru olandır. Bediüzzaman, bu mekanizmayı, “Sakın aldanma! Ve o dessas(lara) de ki: Eğer arkamdaki aslanı öldürüp, önümdeki darağacını kaldırıp, sağ ve solumdaki yaraları def’ edip peşimdeki yolculuğu men edecek bir çare sende varsa, bulursan; haydi yap, göster, görelim. Sonra de, ‘Gel keyfedelim.’ Yoksa sus, hey sersem!’ Tâ Hızır gibi bu zât-ı semâvî dediğini desin”3 şeklindeki hakikatleri nazara vererek rayına oturtur.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 482. 2- Muhakemat, s. 122. 3- Sözler, s. 35. 04.02.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Mikail YAPRAK |
|
Soğuk Avrupa’nın sıcak yüzü |
Aslında biz her zaman Avrupa’nın sıcak yüzüne sıcak bakmışız, icabında hasret kalmışız ve bazen de hakikaten ihtiyaç duymuşuz. Demokrasi ve insan hakları söz konusu olduğu zaman, Avrupa’ya parmağımızı uzatmışız. Uğradığımız haksızlıklar karşısında, mahallî ve millî mercilerimizden yüz bulamayınca, yüzümüzü Avrupa’ya çevirmiş, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine müracaat etmişiz. Kendi ülkemizde fikirlerini serbestçe haykıramayan bazı yazar ve düşünürler, Avrupa’ya gelerek düşünceleri doğrultusunda çalışmalar yapmışlar, kıyafetlerinden dolayı üniversite kapıları yüzlerine kapanan evlâtlarımız, Avrupa’nın kucağına atılmışlardır. Coğrafyasıyla, fiziğiyle zaten soğuk olan Avrupa’nın insanları da soğuk tabiatlı ve soğukkanlıdır. Herşeyi geç alma ve geç bırakma geleneği, geçerliliğini burada hâlâ sürdürmektedir. Avrupa’nın bu soğuk yüzü ve soğuk tabiatı kendisine kalsın. Onda bir gözümüz yok, ona bir sözümüz de yok. Hem eğer Yaradanın takdiriyle karlı dağlar, soğuk ve uzun kışlar, dereler ve tepeler, buz tutan göller ve akarsular Avrupa‘nın payına düşmüşse, hangi yaratılmışın buna itirazı olabilir ki.. Ama Avrupa‘nın zaman zaman sırıtan bir soğuk yüzü daha var ki, ona itirazımız olabilir ve olmalıdır. Zira bu soğuk yüze insanlığın hiç ihtiyacı yoktur. Hem zaman zaman sırıtan bu çehre, Avrupa‘nın hakikî misyonunu ve sağduyusunu yansıtmıyor. İsevî ruha ve Mesihî cereyana aykırı düşüyor. Belli ki, bu yüzün bir de arka planı var ki, kara ve karanlıktır. Orada şer güçlerin enva-ı türlüsü iş görmektedir. Deccalizmin, materyalizmin, siyonizmin, ateizmin, sekülarizmin ve insanlığın tahribine çalışan daha bir sürü izmin parmak izlerini orada tesbit etmek mümkündür. Din ve mezhep kavgaları, etnik sürtüşmeler, ırk çatışmaları ve saltanat hırsının vahim neticeleri Avrupa’nın sırtında kalmıştır. Avrupa ancak dünyanın kalan ömründe insanlığın hayrına çalışmak suretiyle bu kamburu sırtından atabilir. Avrupa eğer müşevveş ve karanlık mazisinden kurtulmak istiyorsa, öyle bir maziye tamamen arkasını çevirmeli, dönüp bakmaya bile yeltenmemeli. Parlak istikbâlin kime ve nereye ait olduğunu, keskin mantığıyla kestirebilmelidir. Kaderin payına herkes razı olmalıdır ki, "parlak istikbâlin bize, müşevveş mazinin ecnebilere düştüğü,“ Bediüzzaman’ın tesbitidir. Parlak istikbâle namzet olanların nazarında "ecnebi“ kalmaktan kurtulabilmesi için Avrupa’nın insanlığın ortak malı olan değerleri iyi gözetmelidir. Sahip olduğu teknoloji, bilim ve medeniyeti bu uğurda seferber etmelidir. Bütün hükümlerini fenlere ve ilimlere tasdik ettiren Kur’ân’a kulak vermelidir. Kur’ân, onlardan, iki bin yıllık inançlarını terk etmesini istemiyor. Kur’ân, kendisinden önceki semavî dinlerin doğrularını tasdik, yanlışlarını tashih ediyor. "Küre-i arzı bir köy şekline sokan medeniyet-i sefihaneyle gaflet perdesinin“ çok kalınlaştığını ve "beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler“ açıldığını belirten Bediüzzaman, yanlış açılan bu menfezlerin kapatılmasının "ancak Allah’ın lütfuna mazhar olanlara müyesser“ olacağını söyler. *** Avrupa’nın ahirzamandaki rolünü bilmeyenler ve kaderin ince sırlarına akıl erdiremeyenler, toptancı yaklaşımlarla, Avrupa’yı kendi kafalarındaki kefelere koyarak ölçüp tartarlar, değer biçerler. Kimileri "zalim ve hain Batı“ kefesine koyarak hücum ederler, kimileri de "medeniyetin zirvesi“—hâşâ—insanlığın kıblesi olarak gösterirler. Herşeyi Kur’ân’ın talimiyle tartarak yerli yerine oturtan Bediüzzaman’a kulak vermeyi akıl edemezler. Avrupa’yı "iki yüzlü“ olarak yorumlayanlara biz "Avrupa’nın zaten iki yüzü var“ diyerek hep savunuruz. Avrupa’nın fena yüzünü, kendi içindeki hayırlı ve güzel yüzüne havale ederiz ki, bu iki yüz her zaman devrededir. Meselâ, Avusturya’da bir milletvekili çıkar, Peygamber Efendimize hakaret ederek, ülkede yaşayan sağduyulu Hıristiyanların ve Müslümanların yüzünü ekşitir, onlara adeta soğuk duş aldırır. Ardından sımsıcak bir ses, hem de ülkenin Cumhurbaşkanı, "Bu ses Avusturya’nın sesi değil“ diyerek, buzları eritir, sıcak bir nefes aldırır. Veya İsviçre’de minare yasağı getirilir. Ardından Daniel Streich gibi bir politikacı meydana çıkar, minare aleyhtarı partisinden istifa eder, kamuoyuna İslâmı seçtiğini ve bundan böyle kendisini Müslümanların haklarını savunmaya adadığını açıklar. İsviçre’nin daha fazla camiye ihtiyacı olduğunu, Müslümanların arka avlularda ibadetlerini yapmaya zorlanmalarının İsviçre’nin onuruna yakışmadığını savunur. *** Görüyorsunuz işte, Avrupa’nın soğuk ve buz tutan coğrafî ikliminde semadaki güneşe ne kadar ihtiyacı varsa, insanlığa yakışmayan aykırı yorumlarının buzlarını eriten ve hakikat canibinden gelen yorum ve girişimlere de o kadar ihtiyacı vardır. Birinci Avrupa’nın; tek gözlü Deccalı ve dinsiz kör dehayı temsil eden İkinci Avrupa’nın baskılarından kurtulabilmesi için İslâmiyete ihtiyacı vardır. Bu meyanda Müslümanlar da hakikî Hıristiyanlarla ittifaka mecburdur. Bugün 38 milyon kadar Müslümanın, Hıristiyan diyarı olan Avrupa’da yerleşik olması tesadüf olamaz. Müslüman bir Türkiye’nin Avrupa Birliğine adaylığı da küçük bir hadise değildir. *** Avrupa’yı ikiye ayıran Bediüzzaman, birinci Avrupa’nın kaynağı olarak da "telâhuk-u efkâr“ ile semâvî dinleri gösterir. İsevîlik hakikî dininden aldığı feyizle insanlığın sosyal hayatına faydalı san'atlara, adalet ve hakkaniyete hizmet eden fenleri terkip eden Avrupa medeniyetinin iyiliklerini oluşturan birinci Avrupa’yı benimser. Ancak bu iyiliklerin de, Avrupa medeniyetini “sefih medeniyet” olmaktan kurtaramadığını ifade eder. Bu iyiliklerin bütün insanlığın ortak malı olduğunu, bunların ne Hıristiyanlığın malı, ne Avrupa’nın icadı, ne de son asrın san'atı olarak kabul edilemeyeceğini belirtir. Avrupa medeniyetinin "sefih medeniyet“ olmaktan kurtulabilmesi için ayrıca insanlığın fıtrî ihtiyacını gözetmesi ve İslâmiyetle el ele vermesi gerekmektedir. Zira Bediüzzaman, daha önce terakkî etmiş olan İslâmî medeniyetin en önemli merkezlerinden biri olan Endülüs’ün, Avrupa’nın “en büyük üstadı” olduğunu söyler. 04.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Kültür ve Sanat Büyük Ödülü, sahiplerini buldu! |
2009 yılı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü geçtiğimiz hafta yapılan törenle iki önemli isme verildi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından takdim edilen ödüle lâyık görülen bu iki önemli san'atkâr, Tanburî Necdet Yaşar ile Neyzen Niyazi Sayın idi. Yıllarını müzik kültürüne adamış ve pek çok öğrenci yetiştirmiş olan bu san'atkârlar doğrusu en doğru seçim olmuştur. Bu ödüle lâyık gören heyeti ve tabiîki hocalarımızı tebrik ediyoruz. Geçtiğimiz yılda bu ödül Alâeddin Yavaşça Hocaya verilmişti. Böylesine değerli müzik adamlarının hatırlanması, ödüllendirilmesi takdire şayan bir önem taşıyor. Aslında verilen bu ödüllerle, hocalar değil, ödüller değer kazanıyor. Zaten her biri sahasında başlı başına bir hazine olan bu az sayıdaki san'atkârlar, müzik kültürümüze ve san'atına yıllardan beri ellerinden gelen katkıyı yapmaya çalışıyorlar. Aslen Gaziantep’li olan Tanburi Necdet Yaşar, genç yaşında başladığı müzik yolculuğunda ekol olmuş hocalardan müzik meşk etti. Tanburi Cemil Bey, oğlu Mes’ud Cemil Bey çizgisinin devamı olan Necdet Yaşar, tanburun halen yaşayan en büyük ismidir denebilir. İstanbul Radyosunda 30 yıla yakın hizmet verdikten sonra kurduğu ve kendi adıyla anılan Necdet Yaşar Topluluğu ile ABD ve pek çok Avrupa ülkesinde hatta G. Kore ve İsrail’de de konserler verdi. Ney denince akla gelen belki de yaşayan tek isim Neyzen Niyazi Sayın’dır. 1948’de başladığı müzik hayatında Tanburi Cemil Bey’in taksimlerinden etkilendi. Ebru, cilt yapımı, fotoğrafçılık, tespihçilik, sedef kakmacılığı, tornacılık vs. pek çok sahaya ilgi gösterdi. Ancak Niyazi Sayın ismi, neyle hatırlanır olmuştur daima. Tanburi Necdet Yaşar gibi Neyzen Niyazi Sayın’ı da keşfedip müzik hayatımıza kazandıran isim yine Mes’ud Cemil Bey olmuştur. Hocalarımızı canı gönülden bir kez daha tebrik ediyoruz.
İşitme Engelliler Federasyonunun haklı talebi
GEÇTİĞİMİZ ay, halen başkanlık görevini ifa etmeye çalıştığımız Müzik ve Sinema Yapımcıları Sanatçıları Dağıtımcıları Derneği’ne gelen bir faks metni aslında ihmal edilen bir konuya dikkatimizi çekiyordu. İşitme Engelliler Federasyonu Başkanı Prof. Dr. Çağlar Batman tarafından gönderilen mesaj özetle şu şekildeydi: “Türkiye’de UNICEF’in kayıtlarına göre 3 milyon gibi büyük bir nüfusa sahip işitme engelliler, piyasadaki DVD ve televizyon kanallarındaki güzel, kaliteli olan, herkesi ekran başına bağlayan filmlerden işitme engelli oluşumuzdan dolayı mahrum bırakılmaktayız. Derneklerimizden işitme engelli üyelerimiz ve ailelerinden ciddî olarak alt yazılı olmamasından dolayı şikâyet ve talepler almaktayız... Sizlerden isteğimiz İşitme Engelliler Federasyonu olarak bu gibi alt yazılı DVD’ler olması ve tv kanallarının yayınlarının alt yazılı olarak yapılması, kamuoyu oluşturmak, birlikte hareket etmek için adımlar atmak istiyoruz.” Bedensel Engelliler Derneği danışma kurulu üyesi olmam hasebiyle engelli kardeşlerimizin yaşadıkları sıkıntıyı bir nebze de olsa anlayabiliyorum. Ülke nüfusunun yaklaşık 12 milyonluk bir bölümü engelli. Bunun 3 milyonu işitme engellilerden oluştuğuna göre, televizyon kanallarının, film yapımcılarının bu haklı talebi dikkate alması gereklidir, diye düşünüyorum. Nitekim bu sistemin ABD’de tv kanallarında yıllardır uygulandığına ben de şahit olmuştum. Yapmak zor değil, sadece biraz duyarlılık gerekiyor.
TARİHTEN BİR YAPRAK
AŞAĞIDA , gazetede yapılmış yaklaşık 90 yıl öncesine ait bir müzik kitabı reklâmı okuyacaksınız. Kitap, Tanburi Cemil Bey’in Rehber-i Musikî (Müzik Rehberi) adlı kitabı. “Rehber-i Musikî”, Hocasız Musikî Öğrenmek Usulü… “Fenn-i musikîdeki iktidar-ı fevkalâdesi ile cümlenin müsellemi bulunan üstad-ı musikî Tanburi Cemil Bey’in telif eylediği Rehber-i Musikî şimdiye kadar neşredilen bu gibi eserlerin mühimmidir. İşbu eser notanın elifbasından başlayıp bilcümle kavaidini ve çalgıların akord ve makamat usûllerini muhtevi olduğundan hocasız bir hafta zarfında kolaylıkla öğrenilebilir. Rehber-i Musikî yirmi kadar müntehap şarkı ve kırka karib peşrev ve semai notalarını bir çok para verip almaya ihtiyaç bırakmaz. Fiyatı 12, mücelledi 17 kuruştur. Mahall-i tevzii Bab-ı Ali caddesinde Zaman kütüphanesidir. Taşra için 4 kuruş posta ücreti zammolunur. 100 kadar marş, peşrev taksim, kanto ve şarkı notasını havi olan Nunbetu’l Elhan’ın bahası 10 kuruştur.” İkdam Gazetesi, Muharrem 1325 s.4 sütun 5. –Musikî Mecmuası Haziran 1998-
GÖNÜLDEN DİLE
“İşte o neyler, semâvî, ulvî bir mûsıkîden geliyor gibi sâfî ve müessirdirler. Fikir o neylerden, başta Mevlânâ Celâleddin-i Rumî olarak bütün âşıkların işittikleri elemkârâne teşekkiyât-ı firâkı işitmiyor. Belki, Zât-ı Hayy-ı Kayyûma karşı takdim edilen teşekkürât-ı Rahmâniyeyi ve tahmîdât-ı Rabbâniyeyi işitiyor.”
Bediüzzaman Said Nursî 04.02.2010 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Cevher İLHAN |
|
EMASYA, MGSB ve AKP |
Emniyet–asâyiş yardımlaşma “EMASYA Protokolü” ile buna esas teşkil eden ve “kırmızı kitap” olarak bilinen Millî Güvenlik Siyaset Belgesi “MGSB”nin revize edileceği haberleri üzerine başlayan tartışmalar, çarpıcı bir durumu ortaya çıkardı. Gerçek şu ki hükûmetin mevzuatta kaldırmayı düşündüğü “EMASYA protokolü”nün temelini MGSB oluşturuyor. Bu belgenin her beş yılda bir rutin olarak güncelleştirildiği belirtiliyor. Bilindiği gibi Başbakan ve siyasî iktidara yakın medya, daha önce AKP hükûmetinin “iç tehdit” saydığı “irtica” başlığının kaldırılacağına dair işâretler veriliyor. Lâkin MGK Genel Sekreterliği’nce yazılan “belge”nin, Cumhurbaşkanlığı, Dışişleri Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı’nın yanı sıra Genelkurmay Başkanlığı, Millî İstihbarat Teşkilâtı’nın görüşlerinden oluştuğu ve yine MGK tarafından onayıyla hükûmetin önüne geleceği nazara alındığında, “yeni belge” hakkında ihtiyatlı bekleyiş devam ediyor.
TEREDDÜT VEREN CÜMLELER Nitekim “bölücülük” ve “aşırı sol”un yanı sıra “irtica”nın da Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden temel unsurların başında sayıldığı mevcut MGSB, bu hükûmet döneminde hazırlanmış. 24 Ekim 20005’te Millî Güvenlik Kurulu’nda (MGK) kabul edilmiş ve peşinden 20 Mart 2006’daki Bakanlar Kurulu’nda kararlaştırılıp yürürlüğe konulmuş… Hâlen yürürlükteki metnin 2005’te kendileri tarafından hazırlandığını ikrar eden hükûmet sözcüsü ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in, Başbakan’ın sözkonusu belgenin “değiştirileceği” ve “irtica”nın “iç tehdit”ten çıkarılacağı hakkındaki sorulara, “Beş yılda bir zaten gözden geçirilir; bu konuda ilgili bölümlerin görüşleri gelecek ve sürecin işleyişinden sonra bir metin ortaya çıkacak” sözleri de bunu ortaya koyuyor. Keza EMASYA Protokolü”nün kaldırılmasında da benzer bir çarpıtma var. Yine 2005 yılında hükûmet tarafından güncellenen bu “protokol”da iç güvenliğin tehlikeli olduğu durumlarda askerin kullanımına ilişkin ibâreler yer alıyor. Devlet Bakanı olan Murat Başeskioğlu da, “protokol”un İçişleri Bakanlığı döneminde imzalandığını söylüyor; ve “asayiş olaylarında askerin kullanımı”nın “protokol”de bulunduğunu belirtiyor. Önceki gün Meclis’teki konuşmasında, “EMASYA plânı, Türkiye’nin meşru güvenlik güçlerinin arasındaki koordinasyon ve iş birliğini en yüksek seviyeye çıkarmanın yasal dayanağı olan bir protokoldür” diyen Başesğioğlu, “İl İdaresi Kanunu’nun 11/d maddesi”ni yasal dayanak olarak gösteriyor. Maddenin özünü, “il valisinin bölgesinde çıkan toplumsal olayları kendi gücüyle üstesinden gelemediği takdirde kuvvet talep etmesi” olarak târif eden İçişleri eski Bakanı, askerin kendiliğinden, validen izin almadan toplumsal olaylara müdahale edemeyeceğini belirterek ilgili maddeyi okuyor: “Toplumsal olayların şekil değiştirerek birçok bölgede geniş halk kitlelerine yaygınlaşması, şiddete, katliama ve anayasal düzeni bozmaya yönelmesi durumunda; İl/İlçe Güvenlik Koordinasyon Komisyonu, olağanüstü ve ivedilikle toplanır. Bu gibi durumlarda EMASYA Komutanlıkları (bölge/tali) olayları yakinen takip eder ve birliklerin hazırlıklarını tamamlar. Olaylara müdahale edebilecek toplanma bölgelerinde, birlikleri hazır bulundurur. Olayların gelişmesini değerlendirir. Başta mülkî amirler olmak üzere ilgili kademelere bilgi verir ve gecikmenin yaratacağı mahzurları ortadan kaldırmak için olaylara müdahale eder.” BİR BAŞKA DÖNEME KALMASIN! Bu durum, yüzbinlerce vatandaşın fişlenmesin, “irticacı” diye damgalanıp mağdur edilmesine sebebiyet veren, emel hak ve özgürlükleri ihlâl eden ve hiçbir demokratik hukuk devletine yakışmayan, protokol’ün düzeltileceğine dair tereddütleri arttırıyor. İktidara gelişinin sekizinci yılında ve hükûmetinin protokolü yeniden imzalamasından beş yıl sonra “EMASYA protokolü diye bir şey olamaz, olmayacak, bunun adımını atıyoruz, atacağız” diyen Başbakan’ın, hemen peşinden yaptığı açıklamalar, doğrusu soru işâretlerine yol açıyor. “Zaten bu bir protokol, kanun filan değil. Kanun, Genelkurmay, İçişleri burada müşterek bir çalışma yapar. Yasal düzenleme gerekiyorsa yasal düzenlemem yapacağız” cümlesi, “protokol”ün kaldırılıp yerine “yasa”nın konulacağı istifhamını verdiriyor. Diğer yandan Erdoğan’ın, darbelere gerekçe gösterilen TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesi hakkında, “ya bu dönem veya daha sonra” demesi, Başbakan’ın kamuoyuna yönelik “kararlılık” mesajlarının aksine, AKP iktidarının bütün bu hususlarda “belirsizlik gölgesi”ni sürdüren bir kırılganlık içinde olduğunu ele veriyor. Umarız, EMASYA plânı, MGSB ve 35. madde, tıpkı 12 Eylül darbesi “anayasası”na derc edilen ve 28 yıldır bir türlü değiştirilmeyen darbeleri ve darbecileri koruyan “geçici 15. madde” gibi sürüncemede bırakılmaz. Siyasî malzeme ve oyalama aracı olarak istimal edilmez. AB’nin de her fırsatta dile getirdiği sözkonusu değişiklikler ve düzenlemeler kısa zamanda hayata geçirilir… 04.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Darbelere itiraz devam etmeli |
Maalesef Türkiye’nin tarihi bir bakıma darbeler ve ihtilâller tarihidir. Her ne kadar 27 Mayıs 1960’ta merhum Adnan Menderes ve Demokrat Parti’yi hedef alan ‘kanlı ihtilâl’i darbelerin başlangıcı kabul etsek de, darbeler tarihi daha eskiye dayanır. 27 Mayıs darbesi sonrası, o günün darbecilerine kanun önünde hesap sorulamadığı için bu kötü ‘alışkanlık’ bu güne kadar devam edip geldi. Bu noktada, 27 Mayıs darbecilerine—meselâ 1965’te—hesap sorulmasının kolay olduğunu söylemek mümkün değil. Elbette gönül arzu ediyor ki 1965 değil, 1961 yılında bu hesap sorulabilseydi. Aradan geçen bunca yıla rağmen darbecilere hâlâ hesap sorulamadığına göre, geçmış yıllarda ‘hesap sormayan’ları suçlamak kolaycılığına da düşmemek gerek. Yine tekrarlayalım: Prensip olarak darbecilere hesap sorulması gerektiğini unutmayacağız, hesap sorulmasını talep edeceğiz. Bu tesbitlerden, “Bugün de hesap sorulmasın, sorulamaz” gibi yanlış bir kanaat hâsıl olmamalı. Çünkü köprülerin altından çok su aktı, şartlar değişti. İhtilâlciler, geçmiş yıllarda dış destek de alıyordu. Ama bugün itibarıyla bu destek zayıflamış ya da bitme noktasına gelmiştir. Çünkü Türkiye’nin demokrasi ile yönetilmesinde dünya ülkelerinin maddî menfaati de var. Yaşanan ekonomik kriz de gösterdi ki, ülkeler herhangi bir karar alırken bu kararın ekonomik yansımalarını da dikkate alma ihtiyacını hissediyorlar. “Benim gücüm, kuvvetim, param, petrolüm, siyasî etkim var. O halde ben istediğim kararı alırım” noktası çoktan geride kaldı. Kendisini dünyanın jandarması gibi gören Amerika bile artık tek başına karar alma gücünü kaybetti. Onların alacağı önemli kararları, uluslar arası dev şirketler de etkiliyor. Bu şartlar göz önüne alındığında ihtilâl ve darbe tartışmalarının geride kaldığı ya da kalması gerektiği net olarak ortaya çıkıyor. Bu demek değil ki bundan sonra kimse darbe teşebbüsünde bulunmaz, ‘balyoz darbe planı’ yapmaz, seçilmişleri alaşağı etmeye çalışmaz. Tam aksine, geçmiş yıllarda olduğu gibi bugün de, yarın da böyle planlar yapmak isteyenler olabilir. Aradaki fark, bu planları yapanların eskisi kadar rahat destek bulamayacağı, bu çirkin emellerine ulaşmalarının imkânsız derecede zor olmasıdır. Liberal görüşleriyle tanınan Sedat Laçiner, darbeler penceresinden Türkiye’yi değerlendirirken şöyle demiş: “Türkiye’deki yasal ve kurumsal yapı darbelerin ürünüdür ve bunlar yerli yerinde durduğu sürece fiilî darbe devam edecektir. Fark etmesek de, bilinçsizce içselleştirmiş olsak da kesintisiz bir darbe düzenini yaşıyoruz. 2002’den bu yana yaşanan canlı tartışma ortamı yanıltmasın, şu ana kadar sadece darbenin şiddeti değişti, kendisi değil. (...) Türkiye’de darbeler dönemi kapanmıştır diyebilmeyi çok isterdim, ancak bu dönem kapanmış değildir.” Aradan çeyrek asır geçtiği halde hâlâ 12 Eylül 1980 ihtilâlinin ürünü olan bir anayasa ile yönetilen Türkiye, bu tesbitlere itiraz edebilir mi? Etse haklı olur mu? Demokratlara düşen, bu doğru tesbitlerin farkına varıp ihtilâllere ve ihtilâlcilere her hâl ve şart altında itiraz etmeyi sürdürmek. Nereye kadar mı? Hür, âdil ve demokrat Türkiye’yi tesis edene kadar! 04.02.2010 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Obama kemerleri sıkıyor: Ay yolculuğu iptal! |
Obama’nın 2011 bütçesinde NASA’nın ay yolculuğu bütçesini kısması, Amerikan halkını kızdırdı. Obama “ayağımızı yorganımıza göre uzatmalıyız” diyor. Bu kesintilere rağmen bütçesi gelecek yıl Gayrisafi millî hasılanın yüzde 11’i (1,3 trilyon dolar) kadar açık verecek. Bunda 2009 yılında bankalar ve diğer şirketleri kurtarmak için harcanan milyarlarca doların ve Obama’nın 787 milyar dolarlık teşvik paketinin etkisi büyük. Küresel krizden Amerika’nın on yılda ancak tamamen çıkabileceği hesaplanıyor. Başkan Obama’nın baş ekonomik danışmanı Lawrence H. Summers, “dünyanın en büyük borçlanıcısı daha ne kadar dünyanın süper gücü olmaya devam edebilir?” sorusunu soruyor. Gerçekten de küresel krizi başlatan da tamamen tüketime dayalı Amerika olmadı mı? Obama bir gerçeğin farkında: Amerika’yı güçlü kılan zenginliği. Harp Okulunda yaptığı konuşmada Obama şöyle diyordu: “Zenginliğimiz gücümüzün temelini oluşturuyor. Ordumuzun harcamalarını karşılıyor. Diplomasimizin temelinde yatıyor. Halkımızın potansiyelini gerçeğe dönüştürüyor ve yeni sanayilere yatırım yapmamıza imkân veriyor”. Ama kaynaklarını tüketmeye başlayan Amerika, iflâs ettiğini bir türlü kabul etmeyen zenginler gibi müsrifçe hayatını sürdürüyor. Bunu görmek için yalnızca Amerika’dan binlerce kilometre uzaktaki Afganistan, Irak ve Yemen’deki savaşlara yapılan harcamalara bakınız. Küçük bir askerî operasyonun bile milyonlarca dolar tuttuğu bir devirde, üç cephede birden savaşmaya para dayanır mı? Bir yandan bütçede bir çok kalemi kısmaya çalışan Obama, öbür yandan Afganistan’a 30 bin asker daha göndermeye hazırlanıyor. 2009 yılında dünyadaki bütün askerî harcamaların hemen hemen yarısını Amerika yapmış. Halen yeni savaş planında “düşman” olarak belirlediği Çin’e 790 milyar doları, İkinci Dünya Savaşı’nda batırdığı Japonya’ya 752 milyar dolar borcu var Amerika’nın. Ayrıca Dünya Bankası ve bir çok Arap ülkesinin kaynaklarını fütursuzca kullanan Amerika bu kazanmadan harcama politikasını sürdürebilir mi? Sürdüremeyecek. Son araştırmalar Amerika’da sokakta yaşayan insan sayısının, yoksul aile oranının hızla arttığını gösteriyor. Amerikan Tarım Bakanlığı’nın yayınladığı bir rapor 2008 yılında Amerika’da yaklaşık 50 milyon kişinin —bunların dörtte biri çocuk—açlık çektiğini gösteriyor. Feeding America (Amerika’yı Beslemek) Derneği Başkanı Vicki Escarra, “sanki bir üçüncü dünya ülkesinde yaşıyor gibiyiz” diyor. Aynı derneğin yeni yayınladığı rapora göre son üç yıl içinde bu derneğin gıda bankalarından beslenen Amerikalıların sayısı 12 milyon kişi arttı? İşte ABD Başkanı bu durumun sürdürülemezliğini görüyor. Ancak tıpkı Türkiye’de tekel işçileri meselesinde olduğu gibi, Amerika’da da uzay çalışmaları gibi konularda cimri davranmanın siyasal bedeli yüksek olabiliyor. Aynı şekilde zenginlere sağlanan vergi indirimlerinin geri alınması da, Amerika’daki iktidarın temelini oyabilecek tehlikeli bir adım olarak görülüyor. Ancak Amerika’nın toparlanması gerek. Küresel ekonomide güçlü ülkelerin öksürmesi bizim ciğerlerimizin sökülmesine sebep oluyor. Öbür yandan dünyanın süpergücünün bu borçlanma hızıyla hegemonyasını kaybedeceği yorumları da hızla yayınlamaya başladı. Meselâ The Times’ta şu değerlendirme yapılıyor: “Borçlar gelirden daha hızlı artarken, ülkenin dünyadaki nüfuzu erozyona uğrayacak”. Milyonlarca mazlûm ve masum Müslüman’a onlarca yıldır cehennem hayatı yaşatan Amerika’dan bu milyonların ahı mı çıkıyor? Ne dersiniz? 04.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Cevaplara sorular |
Millî Güvenlik Siyaset Belgesinin tekrar gündeme gelmesi üzerine, MGK Genel Sekreterliğinin internet sitesinde belgeyle ilgili olarak yapılan sorulu-cevaplı açıklamalar da medyada genişçe yer almaya başladı. Sitede, zihinlerde oluşan suallere cevap veriliyor, ama bu cevaplardan da yeni sorular çıkıyor. Meselâ bu belge için “Gizli veya ikinci bir anayasa mı?” sualine cevap verilirken, bu niteleme reddediliyor ve belgenin anayasa, kanunlar, tüzük ve yönetmelikler şeklinde sıralanan normlar hiyerarşisine uygun bir doküman olduğu belirtiliyor, ama silsile içindeki yeri muğlâk bırakılıyor. Bakanlar Kurulu kararları için yapılan “yönetmelik düzeyinde bir idarî işlem” nitelemesi, bu belgeyle ilgili belirsizliği kaldırmaya yetmiyor. Yalnızca, “Anayasa ve yasalara uygundur, aykırı değil ve olamaz” denilmekle iktifa ediliyor. Burada, bu esrarengiz belgenin de varlığını ve devamını, yürürlükteki darbe ürünü anayasa ile ona uygun tarzda dizayn edilen kanunlara borçlu olduğu gerçeği karşımıza çıksa da, belgeyi anayasa ve yasalara bağlayan doğrudan ve somut bir irtibatın gösterilemeyişi önemli bir boşluk. Sitedeki açıklamada belge için “Bakanlar Kurulunun anayasal görevi çerçevesinde hazırlanan bir Bakanlar Kurulu dokümanıdır” deniliyor, ama hazırlanma süreçleri için verilen bilgiler, girift ve karmaşık bir mekanizmaya işaret ediyor. Buna göre, belgenin taslağı, anayasanın 118. maddesi ile 2945 sayılı MGK ve MGK Genel Sekreterliği Kanununun 1. maddesi uyarınca MGK tarafından verilen görev çerçevesinde ve MGK Genel Sekreterliğinin koordinatörlüğünde, bütün bakanlıklar, kurum ve kuruluşlarla işbirliği halinde ve görüşleri alınarak hazırlanıp MGK’ya sunuluyor. Bu süreçte, stratejik araştırma kuruluşlarının çalışmalarından da yararlanılıyor. Ancak bunların hangi kurum ve kuruluşlar olduğu konusunda açık ve net bir bilgi verilmiyor. “Belgenin hazırlanmasında, hükümetlerden ziyade askerî bürokrasi mi etkili oluyor?” sualinin cevabında ise, koordinatörlüğü yapan MGK Genel Sekreterinin Başbakana bağlı olduğu ifade edildikten sonra, taslakla ilgili çalışmaların, Genelkurmay ilk sıraya konularak, bütün bakanlıklar, kurum ve kuruluşlarla işbirliği halinde ve görüşleri alınarak yürütüldüğü bilgisi veriliyor. Bu cevap, “Genelkurmay bakanlıkların da önünde mi ve bütün bakanlıklarla gerçekten işbirliği yapılıyor mu?” gibi soruları akla getiriyor. Sitedeki suallerden biri de şu: “Belgedeki esasların MGK’nın görüşleri dahilinde Bakanlar Kurulu tarafından tesbit edilmesi, Bakanlar Kurulunun MGK’nın belirlediği çerçevenin dışına çıkamaması, ancak bu çerçeve içinde takdir yetkisini kullanabilmesi şeklinde değerlendirilebilir mi?” Sualin cevabında, “Devletin millî güvenlik siyasetinin, MGK’nın görüşleri dahilinde Bakanlar Kurulu tarafından tesbiti ifadesinden anlaşılması gereken, millî güvenlik siyasetinin ortak akılla belirlenmesi ve değiştirilmesidir” deniliyor. Ama ortak akılda öncelik yine MGK aklının. Aynı cevabın devamında, “MGK üyelerinin büyük çoğunluğunun aynı zamanda Bakanlar Kurulu üyesi olduğu, MGK’da alınan kararların kendi istemleri dışında olamayacağı ve esasen kendi kararları olduğu dikkate alındığında, Bakanlar Kurulunun MGK’da alınan kararları kabul etmesi doğal bir sonuçtur” denilirken, kurul üyesi olmayan bakanların bu süreçte esamesinin dahi okunmadığı vâkıası es geçiliyor ve bu durum “Hükümetin kararlarını MGK üyesi bakanlar mı tayin ediyor?” sualini gündeme getiriyor. Yine aynı konuda, MGK’yı hükümetin üstünde gören düşüncenin anayasal düzenle bağdaşmadığı ifade ediliyor, ama bu değerlendirme, aynı zamanda MGK Başkanı da olan Cumhurbaşkanının “Hükümetleri aşan konular MGK’da görüşülür” şeklindeki sözleriyle açıkça çelişiyor. MGK Genel Sekreterliği sitesindeki MGSB izahlarını değerlendirmeye yine devam edelim... 04.02.2010 E-Posta: [email protected] |