Selim GÜNDÜZALP |
|
BİR GECE YOLCULUĞU |
Bir gece vakti, rüya mıydı bilmiyorum, “Kalk!” dediler şaşkın bakışlarımın arasında. Çekip çıkardılar yatağımdan. Soramıyordum “Nereye?” diye. Uzun bir seyahate çıktık, doğduğum güne, çocukluğuma. Öylesine hızlı uçuyorduk ki, rüzgârı yara yara gidiyorduk. Işıklı yollardan geçtik. Hayal meyal hatırladığım şeyler arasından geçtik. Eski evler, eski simalar… Hızla geçiyorduk. Nihayet, çok eski bir eve geldik. Bir bebek… Şimdi hatırlıyorum her şeyi. Eski evimizdeydim. “Bu kim?” diye sormadım beni getirenlere. Bu benim bebekliğimdi. Ne kadar mâsum bir yüz... Ne kadar Yaratan’dan haber veren bir hâl… Sonra geçtik, çocukluğumun her yılına uğradık. Bir şey git gide dikkatimi çekiyordu. “Eyvah!” diye korktuğum o anları da yaşamaya başladım. Bir iyi, bir kötü sahne gösteriliyordu. Sevinçlerimi seyrederken ne kadar hoş bir hâl oluyorsa, yaramazlıklarımı seyrederken de bir o kadar hüzünleniyordum. Nihayet çocukluğumun o en korkutucu sahnesine geldik. Küçük kardeşimi at arabasının arkasına koymuştum. Araba birden hızlanınca dengesini kaybetmiş, ordan sırtüstü Arnavut kaldırımlarının üstüne düşmüştü. Müthiş bir kan fışkırdı. Fıskiyeden su fışkırır gibi… Korktum ve kaçtım. Çocuktum, ufaktım. Ne yapmam gerektiğini de bilemedim. Okulda o en hüzünlü günü yaşadım. Hayatımın en uzun ve en hüzünlü günü… Korkuyordum kardeşimin başına bir şey gelip gelmediğinden. O kötü haberin ulaşmasını hiç istemiyordum. O gün okuldaki beş saati zor ettim. Okuldan eve zorlukla dönerken, içimde yine o korku vardı. Baktım, kardeşim yine gülüp oynuyordu. Başında bir yarık, örümcek ağlarından, akan kanı durdurmak için pansuman gibi bir şey yapmışlar, sonra da tentürdiyot sürmüşler. Başında bunların izleri vardı, bir de bukle bukle saçlarının arasında beyaz bir bandaj, kurdele gibi duruyordu. Bu acıyı o an bir kere daha yaşadım, ama durdurmadılar orada, “Geçelim” dediler. Acıyla sevincin kaynaştığı anlardan hızla geçiyorduk. İlk yaşadığım zelzelenin akşamüstüne geldik, durduk. On üç yaşında bir çocuktum. Yer, çıplak ayaklarımın altından kaydı gitti. Ömrümde hiç görmediğim bir titreme. Bir adım atamıyordum, tek bir adım dahi. Yer kalkıyor, toprak yarılıyordu ayağımın altından. Ve ben çığlık çığlığa bağırıyordum. “Söz veriyorum Allah’ım! Söz veriyorum, vallahi söz veriyorum, namazlarımı kılacağım!” diye… Geçtik, bunu da geçtik. Ama zelzeleyi bir kere daha yaşayarak. Komşumuz Tahsin Ağabey’in annesini de hatırlayarak. O melek misâl kadın, sokak üzerindeki fırının kayan beton tavanının altında kalmıştı. Sonra geçtik. Hızla geçtik yılları. Ürktüğüm bir manzara daha vardı, onu da bir kere yaşadık. Evimizin karşısındaki sokağın hemen birinci evindeki komşumuzun büyük kızı, alevler içinde kalan evde yanarak can veriyordu. Koşuşmalar, uğraşmalar bir netice vermiyordu. Feryat figânlar yükseliyordu. Ve kızcağızın cansız bedeni ancak alevler söndükten sonra çıkarılabildi. Bunu da seyrettirdiler. Arada gitgide yaşlandığımı, çocukluktan gençliğe doğru geçtiğimi hissediyordum. Olaylar çok intizamlı gelişiyordu. Sonra bir hastane odasına getirdiler, kapıyı araladılar. Annemi gördüm. Başucunda oturmuş, ilgileniyordu bir gençle, uzun saçlı bir gençle. Yirmi iki yaşındaki bu genci de hatırladım. O da ben… Beyaz önlüklü hemşireler, doktorlar art arda girip çıkıyorlardı odaya. Bir yandan da ziyaretçiler... Durumum pek parlak görünmüyordu. Teşhis konulamayan bir hastalık... Dokuz gün boyunca mum gibi eriyen bir beden. Hiç kimse hiçbir şey yapamıyordu. Öylesine terliyordum ki, giyecek ne bir elbise, ne de çamaşır kalmıştı. Yatak çarşaflarına bile sarılmayı göze alıyordum artık kefen gibi. Birden bir ter boşalıyor, her yanım sırılsıklam oluyordu. Hâlsiz, mecalsiz bir beden uzanmış, yatıyordu. Başucumda bir kitap, küçük bir kitap: Hastalar Risâlesi. Nurları yeni tanımıştım. Şarj dinamosu başucumdaydı. Bunu da geçtik. Bu olayın üzerinden çok değil, iki ya da üç yıl geçmiş olmalıydı. Bir gece yarısı sohbetten dönerken içinde bulunduğumuz minibüs takla atmıştı. Araba soldaki bir tepeye vurunca, yere düşüşünü tekrar yaşadım. Kaderin ince sırlarını bir kere daha görmüştük orda. Beş dakika önce şoförler değişmişti. Beş dakika sonra da, neredeyse hayatlar değişiyordu. O minibüsün içinden nasıl çıktığımızı da, o gecenin karanlığında bunları nasıl yaşadığımızı da bir kere daha gösterdiler. “Geçelim” dediler. Güzellikleri, iyilikleri, neşeleri, sevinçleri çok çabuk geçiyorduk da, nedense tehlikeli dönemeçlerde pek uzun kalıyorduk. Daha daha ve daha nice sahneler geçtik. O çocuk, gençliğini de geçiyordu artık, ihtiyar oluyordu… Son büyük zelzelenin gecesinde yaşadıklarımı da gösterdiler. En küçük bir jest, mimik, el hareketi, ses, söyleyiş, hiçbir şey ama hiçbir şey kaybolmamıştı. Hepsini hatırladım. Sonra bir şey daha vardı anlatmayı unuttuğum size. Her olayın ardından bir şeyler söylüyordu beni getiren o iki kişi: “Allah’a verdiğin sözü hatırla” diyorlardı. “Namazı dosdoğru kıl.” “Verdiğin sözü tut.” Bunlar Kur’ân’dan âyetler olmalıydı. Ne yaşadıysam tek tek gösteriliyordu, ama çok hızlı bir film şeridi hâlinde, sür'atle. İstediğim değil, istedikleri yerde durdurup gösteriyorlardı. Sonuçlarına da katlanmak zorundaydım gösterdiklerinin. Yüzümü çeviriyordum, gözlerimi kapatıyordum, utanıyordum bazı sahnelerden ama gösteriyorlardı. Sıkılmaya başladığım anlarda başımı öne doğru eğiyor, gözlerimi kapıyordum, ama sol tarafımda duran kişi, “Gözlerini aç ve bak!” diyordu. Ben bu sözün içinde “Yaşadıklarınla yüzleş!” mânâsını ve mesajını da alıyordum. Ne kadar da çok şey yaşamışım. Karanlık bir odada, minnacık bir ışığın, eşyanın parlak ve beyaz yüzlerine vurup, sadece onları aydınlattığı gibi, hayat filmimin kareleri içinde dolaşırken, o parlak ve beyaz sahnelerin ne kadar da az olduğunu fark ediyordum. Korku ve ümitsizlik içimi kapladığı sıralarda, biraz aydınlık bir sahneyle dengeleniyordu her şey. Son olarak, kaldığım evin yattığım odasından içeri girdik. Yatakta uzanan ve uyumakta olan, ama hiçbir hareket eseri gözükmeyen adamın başında durduk. “Kim bu?” diye sormadım çünkü kim olduğunu biliyordum. Bu bendim… “Bugün ayın kaçı?” diye sordu biri. “23’ü” dedim. Şaşkın bakışlar altında dinliyordum. “Tevafuk… Yirmi Üçüncü Söz’ün Üçüncü Nükte’sini bir kere daha oku. Ama dikkatle...” dedi. Şimdi zor bir soru vardı, sormalı mıydım, yoksa zaten gösterilenlerden o dersi almış mıydım? Karışıktı kafam. Dayanamadım, “Şimdi ne olacak?” diye sordum. Sağ tarafta duran kişi, “Sen bundan böyle iradenle nasıl bir hayat yaşamak istersen ve hangi yolda gitmeyi dilersen, Allah da öyle yaratacak. Seçmekte serbestsin” dedi. “Bu her zaman böyle değil miydi?” dedim. “Evet” dediler. “Şimdi ne olacak? Şimdi ne olacak?” diye sordum arka arkaya. “Bundan sonrası için düşün. İyi düşün ama. Hayatını gördün işte, bundan sonrası için iyi karar ver” dediler ve beni bırakıp gittiler. Birden sahne değişti ve yattığım yerden kalktım, uyandım. Ha, kapının hemen çıkışında bir söz daha söylediler. “Çok kısa bir zaman sonra yine geleceğiz” dediler. Uyandım, rüya değildi bu. Çünkü bazı yerlerini hatırlamakta güçlük çekerdi insan rüyada yaşadıklarının ve yaşamadıkları şeyler de vardır içinde rüyanın. Oysa bütün her şey en ince ayrıntısına kadar yaşadıklarımdı. O günkü takvim yaprağına baktım. Saate bakayım dedim, vakit girdi mi diye baktım. Evet, imsak geçmiş, sabah namazının vakti girmişti. Ezanlar okunmak üzereydi ve takvim yaprağında şu âyet yazılıydı: “O gün (amelleri tartacak) terazi haktır. Kimin (sevap) tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtulanlardır.” (Araf Sûresi, 8. âyet) Hayat, uykuyla uyanıklık arasında, ölümle hayat arasında; hayat, yaşadıklarımızdan ders alıp doğru bir hayat yaşamak arasında, dosdoğru sıratı müstakîm üzere, yeniden yaşamak üzerinde ince bir yerde. Hayatına bakmak, ders almak ve o andan itibaren yeniden hayata başlamak, Allah’ın izin verdiği sürece yine elimizde. “Hiçbir şey, eskisi gibi olmayacak” diye ümitlendim. Ha kabirden çıkarılıp dünyaya gelmişim, ha yataktan kalkıp hayata başlamışım o an. İkisi de birdi benim için. Fakat zorlu bir nefis yanı başımızda olduğu sürece, hayatı arızasız ve hatasız yaşamak ne kadar da zordu. Ancak sonsuz merhamet sahibi olan Allah (cc), hayatın eksilerini ve artılarını ayrı ayrı tartıp değerlendiriyor, keyfiyeten artı bir mesâbesinde bir hayrı olana, ebedî hayatın kapılarını aralayıp lütfuyla cennetine alıyordu. “Şimdi ne olacak?” Bu soru, sadece benim hayatımın sorusu değil, sizin de vazgeçilmez sorunuzdur sanırım. 24.01.2010 E-Posta: [email protected] |