24 Ocak 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Selim GÜNDÜZALP

BİR GECE YOLCULUĞU


A+ | A-

Bir gece vakti, rüya mıydı bilmiyorum, “Kalk!” dediler şaşkın bakışlarımın arasında. Çekip çıkardılar yatağımdan. Soramıyordum “Nereye?” diye. Uzun bir seyahate çıktık, doğduğum güne, çocukluğuma.

Öylesine hızlı uçuyorduk ki, rüzgârı yara yara gidiyorduk. Işıklı yollardan geçtik. Hayal meyal hatırladığım şeyler arasından geçtik. Eski evler, eski simalar… Hızla geçiyorduk.

Nihayet, çok eski bir eve geldik. Bir bebek… Şimdi hatırlıyorum her şeyi. Eski evimizdeydim. “Bu kim?” diye sormadım beni getirenlere. Bu benim bebekliğimdi. Ne kadar mâsum bir yüz... Ne kadar Yaratan’dan haber veren bir hâl…

Sonra geçtik, çocukluğumun her yılına uğradık. Bir şey git gide dikkatimi çekiyordu. “Eyvah!” diye korktuğum o anları da yaşamaya başladım. Bir iyi, bir kötü sahne gösteriliyordu. Sevinçlerimi seyrederken ne kadar hoş bir hâl oluyorsa, yaramazlıklarımı seyrederken de bir o kadar hüzünleniyordum.

Nihayet çocukluğumun o en korkutucu sahnesine geldik. Küçük kardeşimi at arabasının arkasına koymuştum. Araba birden hızlanınca dengesini kaybetmiş, ordan sırtüstü Arnavut kaldırımlarının üstüne düşmüştü. Müthiş bir kan fışkırdı. Fıskiyeden su fışkırır gibi… Korktum ve kaçtım. Çocuktum, ufaktım. Ne yapmam gerektiğini de bilemedim. Okulda o en hüzünlü günü yaşadım. Hayatımın en uzun ve en hüzünlü günü… Korkuyordum kardeşimin başına bir şey gelip gelmediğinden. O kötü haberin ulaşmasını hiç istemiyordum. O gün okuldaki beş saati zor ettim. Okuldan eve zorlukla dönerken, içimde yine o korku vardı. Baktım, kardeşim yine gülüp oynuyordu. Başında bir yarık, örümcek ağlarından, akan kanı durdurmak için pansuman gibi bir şey yapmışlar, sonra da tentürdiyot sürmüşler. Başında bunların izleri vardı, bir de bukle bukle saçlarının arasında beyaz bir bandaj, kurdele gibi duruyordu. Bu acıyı o an bir kere daha yaşadım, ama durdurmadılar orada, “Geçelim” dediler.

Acıyla sevincin kaynaştığı anlardan hızla geçiyorduk. İlk yaşadığım zelzelenin akşamüstüne geldik, durduk. On üç yaşında bir çocuktum. Yer, çıplak ayaklarımın altından kaydı gitti. Ömrümde hiç görmediğim bir titreme. Bir adım atamıyordum, tek bir adım dahi. Yer kalkıyor, toprak yarılıyordu ayağımın altından. Ve ben çığlık çığlığa bağırıyordum. “Söz veriyorum Allah’ım! Söz veriyorum, vallahi söz veriyorum, namazlarımı kılacağım!” diye… Geçtik, bunu da geçtik. Ama zelzeleyi bir kere daha yaşayarak. Komşumuz Tahsin Ağabey’in annesini de hatırlayarak. O melek misâl kadın, sokak üzerindeki fırının kayan beton tavanının altında kalmıştı.

Sonra geçtik. Hızla geçtik yılları. Ürktüğüm bir manzara daha vardı, onu da bir kere yaşadık. Evimizin karşısındaki sokağın hemen birinci evindeki komşumuzun büyük kızı, alevler içinde kalan evde yanarak can veriyordu. Koşuşmalar, uğraşmalar bir netice vermiyordu. Feryat figânlar yükseliyordu. Ve kızcağızın cansız bedeni ancak alevler söndükten sonra çıkarılabildi. Bunu da seyrettirdiler.

Arada gitgide yaşlandığımı, çocukluktan gençliğe doğru geçtiğimi hissediyordum. Olaylar çok intizamlı gelişiyordu. Sonra bir hastane odasına getirdiler, kapıyı araladılar. Annemi gördüm. Başucunda oturmuş, ilgileniyordu bir gençle, uzun saçlı bir gençle. Yirmi iki yaşındaki bu genci de hatırladım. O da ben… Beyaz önlüklü hemşireler, doktorlar art arda girip çıkıyorlardı odaya. Bir yandan da ziyaretçiler... Durumum pek parlak görünmüyordu. Teşhis konulamayan bir hastalık... Dokuz gün boyunca mum gibi eriyen bir beden. Hiç kimse hiçbir şey yapamıyordu. Öylesine terliyordum ki, giyecek ne bir elbise, ne de çamaşır kalmıştı. Yatak çarşaflarına bile sarılmayı göze alıyordum artık kefen gibi. Birden bir ter boşalıyor, her yanım sırılsıklam oluyordu. Hâlsiz, mecalsiz bir beden uzanmış, yatıyordu. Başucumda bir kitap, küçük bir kitap: Hastalar Risâlesi. Nurları yeni tanımıştım. Şarj dinamosu başucumdaydı.

Bunu da geçtik. Bu olayın üzerinden çok değil, iki ya da üç yıl geçmiş olmalıydı. Bir gece yarısı sohbetten dönerken içinde bulunduğumuz minibüs takla atmıştı. Araba soldaki bir tepeye vurunca, yere düşüşünü tekrar yaşadım. Kaderin ince sırlarını bir kere daha görmüştük orda. Beş dakika önce şoförler değişmişti. Beş dakika sonra da, neredeyse hayatlar değişiyordu. O minibüsün içinden nasıl çıktığımızı da, o gecenin karanlığında bunları nasıl yaşadığımızı da bir kere daha gösterdiler. “Geçelim” dediler.

Güzellikleri, iyilikleri, neşeleri, sevinçleri çok çabuk geçiyorduk da, nedense tehlikeli dönemeçlerde pek uzun kalıyorduk. Daha daha ve daha nice sahneler geçtik. O çocuk, gençliğini de geçiyordu artık, ihtiyar oluyordu…

Son büyük zelzelenin gecesinde yaşadıklarımı da gösterdiler. En küçük bir jest, mimik, el hareketi, ses, söyleyiş, hiçbir şey ama hiçbir şey kaybolmamıştı. Hepsini hatırladım.

Sonra bir şey daha vardı anlatmayı unuttuğum size. Her olayın ardından bir şeyler söylüyordu beni getiren o iki kişi:

“Allah’a verdiğin sözü hatırla” diyorlardı.

“Namazı dosdoğru kıl.”

“Verdiğin sözü tut.”

Bunlar Kur’ân’dan âyetler olmalıydı. Ne yaşadıysam tek tek gösteriliyordu, ama çok hızlı bir film şeridi hâlinde, sür'atle. İstediğim değil, istedikleri yerde durdurup gösteriyorlardı. Sonuçlarına da katlanmak zorundaydım gösterdiklerinin. Yüzümü çeviriyordum, gözlerimi kapatıyordum, utanıyordum bazı sahnelerden ama gösteriyorlardı. Sıkılmaya başladığım anlarda başımı öne doğru eğiyor, gözlerimi kapıyordum, ama sol tarafımda duran kişi, “Gözlerini aç ve bak!” diyordu. Ben bu sözün içinde “Yaşadıklarınla yüzleş!” mânâsını ve mesajını da alıyordum.

Ne kadar da çok şey yaşamışım. Karanlık bir odada, minnacık bir ışığın, eşyanın parlak ve beyaz yüzlerine vurup, sadece onları aydınlattığı gibi, hayat filmimin kareleri içinde dolaşırken, o parlak ve beyaz sahnelerin ne kadar da az olduğunu fark ediyordum. Korku ve ümitsizlik içimi kapladığı sıralarda, biraz aydınlık bir sahneyle dengeleniyordu her şey.

Son olarak, kaldığım evin yattığım odasından içeri girdik. Yatakta uzanan ve uyumakta olan, ama hiçbir hareket eseri gözükmeyen adamın başında durduk. “Kim bu?” diye sormadım çünkü kim olduğunu biliyordum. Bu bendim…

“Bugün ayın kaçı?” diye sordu biri.

“23’ü” dedim. Şaşkın bakışlar altında dinliyordum.

“Tevafuk… Yirmi Üçüncü Söz’ün Üçüncü Nükte’sini bir kere daha oku. Ama dikkatle...” dedi.

Şimdi zor bir soru vardı, sormalı mıydım, yoksa zaten gösterilenlerden o dersi almış mıydım? Karışıktı kafam. Dayanamadım,

“Şimdi ne olacak?” diye sordum. Sağ tarafta duran kişi,

“Sen bundan böyle iradenle nasıl bir hayat yaşamak istersen ve hangi yolda gitmeyi dilersen, Allah da öyle yaratacak. Seçmekte serbestsin” dedi.

“Bu her zaman böyle değil miydi?” dedim.

“Evet” dediler.

“Şimdi ne olacak? Şimdi ne olacak?” diye sordum arka arkaya.

“Bundan sonrası için düşün. İyi düşün ama. Hayatını gördün işte, bundan sonrası için iyi karar ver” dediler ve beni bırakıp gittiler.

Birden sahne değişti ve yattığım yerden kalktım, uyandım. Ha, kapının hemen çıkışında bir söz daha söylediler. “Çok kısa bir zaman sonra yine geleceğiz” dediler. Uyandım, rüya değildi bu. Çünkü bazı yerlerini hatırlamakta güçlük çekerdi insan rüyada yaşadıklarının ve yaşamadıkları şeyler de vardır içinde rüyanın. Oysa bütün her şey en ince ayrıntısına kadar yaşadıklarımdı.

O günkü takvim yaprağına baktım. Saate bakayım dedim, vakit girdi mi diye baktım. Evet, imsak geçmiş, sabah namazının vakti girmişti. Ezanlar okunmak üzereydi ve takvim yaprağında şu âyet yazılıydı: “O gün (amelleri tartacak) terazi haktır. Kimin (sevap) tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtulanlardır.” (Araf Sûresi, 8. âyet) Hayat, uykuyla uyanıklık arasında, ölümle hayat arasında; hayat, yaşadıklarımızdan ders alıp doğru bir hayat yaşamak arasında, dosdoğru sıratı müstakîm üzere, yeniden yaşamak üzerinde ince bir yerde. Hayatına bakmak, ders almak ve o andan itibaren yeniden hayata başlamak, Allah’ın izin verdiği sürece yine elimizde.

“Hiçbir şey, eskisi gibi olmayacak” diye ümitlendim. Ha kabirden çıkarılıp dünyaya gelmişim, ha yataktan kalkıp hayata başlamışım o an. İkisi de birdi benim için. Fakat zorlu bir nefis yanı başımızda olduğu sürece, hayatı arızasız ve hatasız yaşamak ne kadar da zordu. Ancak sonsuz merhamet sahibi olan Allah (cc), hayatın eksilerini ve artılarını ayrı ayrı tartıp değerlendiriyor, keyfiyeten artı bir mesâbesinde bir hayrı olana, ebedî hayatın kapılarını aralayıp lütfuyla cennetine alıyordu.

“Şimdi ne olacak?”

Bu soru, sadece benim hayatımın sorusu değil, sizin de vazgeçilmez sorunuzdur sanırım.

24.01.2010

E-Posta: [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

Bir şefkat kahramanı


A+ | A-

Kastamonu Hanım Nur Talebelerinden

Saniye Çolakgil-(1916-2006)

“Hafız Ali’nin mektubunda yazdığı Ümmühan ve Şahide değerinde, burada Risâle-i Nur’a bütün kuvvetiyle çalışan çok hemşirelerimiz var. Meselâ, Asiye, Saniye, Ulviye, Lütfiye, Aliye gibi Risâle-i Nur’un şakirtleri, oradaki hemşirelerine ve kardeşlerine selâm ve duâ ediyorlar” (Kastamonu Lâhikası, s. 115)

Bediüzzaman Hazretlerinin, Barla’daki dostları, talebeleri ile irtibatını capcanlı tuttuğunu Kastamonu Lâhikası’nın satırları arasında takip etmek mümkün. Kastamonu’daki hanım talebelerinin Barla ve civarı köylerdeki hanımlara gönderdikleri selâmları, onların “hüsn-ü misâl” teşkil eden çalışmalarını iletmesi bunun bariz delillerinden.

Bediüzzaman Hazretleri onu “Risâle-i Nur’a erkeklerden ziyade fedakârâne yapışan hanımlar”dan bir tanesi olarak nitelendiriyor.

Saniye Çolakgil 03.01.2006 tarihinde 90 yaşında vefat etti. Kızı Hafız Yücehalil, annesi kabre konulurken onu “İnsanların Said Nursî’nin yanında bulunmaktan çekindiği bir dönemde annem eserleri büyük bir şevkle yazıyordu. Annem Üstadın ‘talebem’ lütfuna mazhar olmuş ender kadınlardan biridir” ifadeleri ile anmaktaydı.

Saniye Çolakgil ile 1995 yılında bir görüşme yapmış ve Bizim Aile dergisinin Mart 1995 sayısında yayınlamıştık. Aradan bunca yıl geçmesine rağmen onu dinç ve zekâ dolu bakışlarıyla konuşması bittikten sonra “Şimdi de satırdan okuma zamanı” diyerek bize yaptığı dersle hatırlıyorum. İşte o görüşmeden bir bölüm sunuyoruz:

Öğretmen olmaktan

vazgeçtim…

“Üstadımı ilk defa Kastamonu’nun büyük zatlarından Şeyh Şaban-ı Velî Hazretlerinin Türbesini ziyaret ederken gördüm. Gariptir, vaktiyle o zat da Üstadım gibi Kastamonu’ya sürgün olarak gönderilmiş.

“Okumaya çok meraklıydım. Öğretmen olmayı istiyordum. Babam ‘Kızım, öğretmen olmanı isterim, ama sana şapka giydirirler, bunun hesabını nasıl veririz?’ deyince öğretmenlikten vazgeçtim.

“Babamın da gayreti ile elime geçen bütün kitapları dikkatle okuyordum. Okuduğum kitapların birinde çocukken ölenlerin ‘Annemi, babamı almadan Cennete girmem’ diye Allah’a duâ ettiklerini ve duâlarının geri çevrilmediğini öğrenmiş, çok özenmiş, bunu Allah’tan istemiştim.

“Evlendim, iki kızım oldu. Ardından nur topu gibi bir de oğlum. Daha kırkı çıkmadan boğmaca oldu. Ateşinin çok olduğu bir gün başucunda beklerken Üstadın bir arkadaşa gönderdiği Çocuk Taziyenâmesini okuyordum. Bir ara dalmışım. Evlâdım bu arada ölmüş. Eğer Çocuk Taziyenâmesini okumuş olmasaydım dayanabilir miydim bilmiyorum.

“Beyim de Üstadla görüşürdü. Birgün kahvede ‘Memleketimize bir garip gelmiş, gidip görüşelim’ diye konuşmuşlar. Eve geldiğinde ‘Süt koyun’ dedi. Üstadımın hizmetinde bulunan Çaycı Emin Ağabey ‘Acaba kabul eder mi?’ diye düşünürken Üstad içerden ‘Getir, bu çok mübarek bir süt’ demiş. Üstad, evden birisinin gönlü pek istemese, bunu hisseder ve getirilenleri geri çevirirdi. Biz bütün ev ahalisi isteyerek vermiştik o sütü.”

Kastamonu’da

ilk hanım Nur dersleri…

“Biz en zor zamanlarda Ulviye, Lütfiye, Aliye ve Aşık Zehra ile biraraya gelir Risâle okurduk. Lütfiye ile ben eskimez yazı ile Risâleleri hem çoğaltıp hem de hanımlara ders yapardık.

“Asiye Mülazımoğlu, bizlerin Üstad’la irtibatını sağlardı. Bir önceki asrın müceddidi Mevlânâ Hâlid Hazretlerinin talebesi Küçük Aşık’ın torunuydu. Ve Üstada cübbeyi ulaştıran da oydu. Beyi hapishane müdürüydü. Sorularımızı Üstad’a iletir, cevaplarını getirir, kitapları bize ulaştırırdı. Biz de kitapları çoğaltır, aslını iade ederdik.

“Üstadım yazma işine ve gizliliğe o dönemde çok dikkat ederdi. Daha geçen yıl Lütfiye Hanımın evi yıkılırken bacadan bir takım Külliyat çıktı. Acı günlerin acı hatıraları... Vesvese Risâlesini yazdığımda Üstadım altına şu duâyı ekledi: ‘Bu risâleyi yazan Saniye ve zevcini dünya ve âhirette mes’ut eyle!’

“Bizler Tefriciye çekerek Asiye anne vasıtasıyla Üstadımıza hediye ederdik. Kendisine herhangi bir hediye geldiğinde kabul ederse, mukabilinde mutlaka bir şey, hiçbir şey bulamasa eski eşyalarından ya da saç tellerinden verirdi. Bende de Üstadımın cübbesinden bir bölüm var. Kefenimin içine koydum. Bizler için bu, en kıymetli hediye idi.

“Lütfiye ve Aşık Zehra, ağa hanımlarıydı. Zehra, Risâle-i Nur’lar okununca dayanamaz, hep ağlardı. O yüzden adı ‘aşık’ kaldı. ‘Okuyamıyorum’ diye çok üzülürdü. Ben okurken onu tesellî eder ‘Okudun gibi oldu’ derdim. Çocuğu yoktu. Evlenirken perde ve yastık örtülerine kadar her şeyini dantelden yaptırmıştı. Beyi öldüğünde onu ağa evinden kovdular. Karanlık bir evde kalırdı. Dünyaya itibar ettiği için eski günlerini hatırladığında çok üzülürdü.

“Aliye Hanım; çocuğu öldükten sonra kendini ancak Risâlelerle tesellî edebilmiş bir hanımdı.”

Nurlara cilt olan

bindallılar…

“Kastamonu hanımlarının en kıymetli eşyası bindallıdır. Değerli kumaşlardan altın ve gümüşle işlenerek yaptırılır. Evlâdlara, torunlara miras kalır. Önemli günlerde bindallısı olmayanlar, olanlardan ödünç alırlar. Ulviye ve Lütfiye çeyizlerinden çıkardıkları bindallıyı, yazmış oldukları Risâlelere cilt yapmışlardı. ‘Bu risâlenin kıymetini en iyi sen bilirsin’ diye bana emanet etmişlerdi. Son zamanlara kadar hep ondan okur, ders yapardım. Fakat ‘emanet’ diye alan bir hanım kitabı getirmedi. Hâlâ üzülüyorum.(...)”

İbretlik bir hanım…

“Kastamonu’da hanımlar Risâle-i Nur’a çok sahip çıktılar. Ama bunun yanında dine, imana hiç ilgisi olmayan hanımlar da mevcuttu.

“Kastamonu’da şapka inkilâbı yapıldığında hanımlardan ilk defa zengin bir ailenin kızı şapkayı taktı. Mimsiz medeniyetin her türlü imkânından faydalanan bir hanımdı. Yıllar sonra o hanımın ölümüne şahit olan birisine ‘Nasıl öldü?’ diye sordum. Cevabı bana ‘İnsanlar nasıl yaşarlarsa öyle ölürler, nasıl ölürlerse öyle haşrolurlar’ hakikatini hatırlattı. Yapayalnız ölmüş ve makyaj yapıyorum diye devamlı pislikleri yüzüne sürüyormuş. Ne korkunç bir şey.

“Ben öldüğümde kabrime çiçek dikmelerini istiyorum. Çünkü onların zikrinden istifade ederim. Kardeşlerimin arkamdan göndereceği duâlara ‘şirket-i mâneviye’ düsturuyla nasipdâr olma ümidi de beni rahatlatıyor.”

24.01.2010

E-Posta: [email protected]



Hüseyin GÜLTEKİN

En değerli varlıklarımız ağlamasın


A+ | A-

Dinî değerlerin toplum hayatından tasfiyeye yüz tutması ahlâkî yozlaşmayı, insanların birbirlerine karşı saygı, sevgi, şefkat, merhamet gibi duygularının körelerek işlemez hâle gelmesini netice veriyor.

Karşılıklı hürmet, şefkat, hoşgörü gibi insanları birbirine bağlayan güzel hasletlerin işlemediği bir cemiyette candan, samimî, sıcak ilişkilerden bahsetmek elbette mümkün olmuyor. Gençler büyükleri takmıyor, büyükler de gençlere karşı istenilen şefkat ve hoşgörüyü gösteremiyor.

Toplumdaki hoş olmayan bu gidişâtın bedelini her sınıf ve yaştaki insanlar çekmekle birlikte, en ağır bedelini yaşlı anne babalar ödüyor olmalı ki, bu konuda onların sık sık sitem ve serzenişlerine şahit oluyoruz.

Ömür dakikalarının artık kışını yaşayan, “menşe-i ahzan” olan ihtiyarlığın ağır yükünü kaldırmakta zorluk çeken ihtiyarlarımızın, böyle ahlâkî aşınma yaşanmakta olduğu bir ortamda hayatlarını sürdürmelerindeki zorlukları, güçlükleri her halde tarife gerek yok.

Artık her türlü bakıma, sevgiye, şefkate muhtaç haldeki beli bükülmüş ihtiyarlarımızın yardımına kim veya kimler koşacak? Onların sesine kimler kulak verecek? Onlara kimler şefkat kanatlarını gerecek, onları kimler teselli edecek, kimler maddî manevî destekte bulunacak?

Bu suâllerin doğru cevabı; ‘evlâtlar’ olması gerekir değil mi? Hayatlarını hayatlarına severek fedâ eden yaşlı anne ve babaların imdadına, yardımına ilk koşması icab edenlerin evlâtlar olduğu her halde kesin bir cevap olsa gerek.

Konu ile alâkalı olarak Yüce Allah’ın söylediklerine kulak verelim isterseniz:

“Rabbin şunu da emretti: Ondan başkasına ibadet etmeyin, ana ve babaya da iyilikte bulunun, onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa, onlara sakın ‘öf’ bile deme, onları azarlama, onlara güzel söz söyle.”

“Onlara merhamet ve tevazu kanadını ger ve de ki. ‘Ey Rabbim nasıl onlar beni küçükken besleyip büyüttülerse, sen de onlara öylece merhamet buyur.’” (İsra Sûresi 23-24)

Âyet-i kerimelerdeki açık ifadelerden de anlaşıldığı gibi mağdur anne babaya karşı ilk ve yegâne sorumlunun evlâtlar olduğunu görüyoruz. Yüce Allah’ın “Onlara ‘öf’ bile demeyin”, “Onlara iyilikte bulunun”, “Onlara şefkat kanatlarınızı gerin” diye açıktan emir buyurduğu bu ikazları günümüz evlâtları ciddiye alıyorlar mı bilemiyorum?

Doğrusu bir çok evlâdı olduğu halde huzurevlerini zoraki mekân edinen pir-i faniler olmasaydı; yaşlılığın ağır yüküne eklenen hastalıklarına, dertlerine devâ bulmak için hastane kapılarında yalnızlık içinde bekleyen sayısız ihtiyarlara şahit olmasaydım; onca varlıklı evlâtlarına rağmen korkunç sayıdaki yoksul yaşlı anne-babaları görmeseydim; dişinden tırnağından kısarak besleyip büyüttüğü, okutup adam ettiği evlâtları tarafından terk edilmiş nice gözü yaşlı anne-babaların perişan hallerine şahit olmasaydım belki bunları dile getirmeyecektim.

Görebildiğimiz kadarıyla, istisnaları olmakla beraber bir İslâm diyarı olduğu halde bu ülkede bir çok ihtiyar anne babanın perişaniyeti, mağduriyeti acı bir gerçektir. Az da olsa anne babasını baş tâcı edinen, onların huzur ve mutluluğu için çırpınan, didinen, gençlerimizin bulunması elbette sevindiricidir. Bu işin şuurunda olan, anne baba hakkını ciddiye alarak o yönde bir gayretin içinde bulunan gençlerimizin sayısının artmasını temennî ediyoruz.

Şu hadis-i şerifleri tefekkür etmekte fayda var: “Allah’a itaat etmek, anne ve babaya itaat etmektedir. Anne babaya isyan eden, Allah’a isyan etmiş olur”, “Rabbin rızası, babanın rızasındadır. Rabbin gazabı, babanın gazabındadır.”

Bediüzzaman’ın şu tesbitiyle konuyu bitirelim: “Evet, dünyada en yüksek hakikat, peder ve validelerin evlâtlarına karşı şefkatleridir. Ve en âli hukuk dahi, onların o şefkatlerine mukabil hürmet haklarıdır. Çünkü onlar, hayatlarını, kemâl-i lezzetle evlâtlarının hayatı için feda edip sarf ediyorlar. “

(Mektubat, s. 250)

24.01.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Tasarrufun devam etmesi üzerine (2)


A+ | A-

(Cuma günkü yazinin devamı)

Tunç Bey: “Tasarrufun devam etmesi ne demektir? Öldükten sonra her şey biter diyenler var. Tasarrufu devam eden evliyâ var mı? Meselâ, Abdülkadir-i Geylânî’nin (ks) tasarrufu devam ediyor mu? Bu konu için Kur’ân’dan veya sünnetten delil gösterilebilir mi?”

Dünyanın ve ahiretin tek hayattar kitabı Kur’ân, peygamberlerin ümmetleri hakkındaki hayatî konumları ile ilgili olarak şöyle buyuruyor: “Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onların üzerine bir şahit yaptığımız zaman, bakalım onların hâli nice olacak?”1 Bir diğer âyette: “(Ey Muhammed!) Her ümmetin kendi içinden üzerlerine bir şahit göndereceğimiz, seni de onların üzerine bir şahit olarak getireceğimiz günü düşün!”2

Bilindiği gibi şâhit olmak; müşâhede etmek, izlemek, görmek, şahitlik etmek, haberdar olmak demektir. Öldükten sonra her şey bitmiş olsa idi eğer, Peygamberlerin ümmetleri hakkında böylesine “gerçek şahitlik” yapmalarına imkân kalır mıydı? Çünkü bu durumda peygamberler yalnız kendi çağlarında yaşayanlardan ve kendi zamanlarındaki inananlardan haberdar olabilecekler; kendilerinden sonra gelen ümmetten bîhaber olacaklardı. Oysa âyetlerden, peygamberlerin ümmetleri hakkındaki şahitliklerinin, ümmetlerinden tek bir fert kalıncaya kadar sürdürdükleri anlaşılmaktadır. Her peygamber kendi zamanında yaşamış olsun olmasın; kendi ümmetinden haberdar-dır, ümmetinin kötülükleri aleyhinde ve iyilikleri lehinde şahittir ve ümmeti üzerinde tasarruf sahibidir.

Binaenaleyh, üzerimizde çok müşfik ve bize çok düşkün bir Peygamberin (asm)3 bizimle “gerçek şahitlik” derecesinde yakın ilgisi olduğunun Kur’ân’daki beyanı, tasarrufunun üzerimizde kıyamete kadar devam ettiğinin de ifadesidir.

* Kur’ân, mü’minleri de insanlar hakkında “şahitler” olarak vasıflandırır.4 Kur’ân bazı insanlara “şahit” sıfatını vermekle, “Peygamberlerin vârisleri olan”5 ve “ilimde söz sahibi olan”6 âlimleri diğer insanların önüne çıkarmış olur. Demek âlimler, Allah’ın izin ve emrine bağlı olarak peygamberlerin ilimlerine vâris oldukları gibi, Allah’ın dilediği kadar, peygamberlerin yetkilerine de vâristirler. Yani insanlar üzerinde şahitlik yaptıkları gibi, Allah’ın izniyle tasarrufta bulunurlar ve Allah dilerse şefaat ederler.7

6- Bilindiği gibi; Kur’ân bizi, öldüğünde “diri kalan” bir zümrenin varlığından da haberdar etmiştir. Kur’ân’a göre, Allah yolunda öldürülenler “ölü” değillerdir. Onlar diridirler. Fakat biz hissetmiyoruz.8

Yine Kur’ân’a göre, bu dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Asıl hayat ise âhiret hayatıdır. Âhiret hayatı bütün varlığıyla ve bütün benliğiyle capcanlı bir hayattır.9 Bedîüzzaman Hazretlerine göre bu âyet, hakikî hayatın âhiret âlemindeki hayat olduğunu; âhiret âleminde cansız hiçbir maddenin bulunmadığını, orada hiçbir zerrenin ölü olmadığını ilân etmektedir.10

7- Başta peygamberler olmak üzere bir kısım Allah dostlarının, Allah’ın vazifeli kıldığı âlimlerin ve şehitlerin öldükten sonra tasarruflarının devam etmesi demek, Allah’ın şahit kıldığı kimselerin, dipdiri âhiret hayatına geçtiklerinde de, oyun ve eğlenceden ibâret olan dünya hayatında “hayra kılavuzluk etme ve yönlendirme” yetkilerini sürdürmeleri demektir.

Nitekim Bedîüzzaman Hazretleri, şehitlerin efendisi olan Hazret-i Hamzâ’nın (ra) kendisine sığınan kimseleri Allah’ın izniyle muhafaza ettiğini ve dünyevî işlerini gördüğünü11, ölümle melekût âlemine ve ruhlar âle-mine geçmiş insanların bizimle alâkadar olduklarını, bizim duâlarımızın ve mânevî hediyelerimizin onlara gittiğini, onların da nûrânî feyizlerinin bizlere geldiğini12, onlarla aramızda “mânevî âlemdeki mânevî havada çok mânevî elektrikler ve mânevî radyolar” bulunduğunu13, fakat nûranî feyizlerin tenkit ve itirazla hissedilmeyeceğini ve kaçacağını14; Peygamber Efendimiz’in (asm) Hazret-i Hasan’ın (ra) başını öpmesinde, Hazret-i Hasan’ın (ra) mübârek neslinden gelen Gavs-ı Azam Şeyh Geylânî gibi çok mehdî-misal peygamber vârislerinin de hissedâr olduklarını; yine Peygamber Efendimiz’in (asm) Hazret-i Hüseyin’e (ra) karşı fevkalâde ehemmiyet göstermekle, Hazret-i Hüseyin’in (ra) nûrânî silsilesinden olan Zeynelâbidin, Câfer-i Sâdık gibi mehdî-misal Peygamber vârislerini ehemmiyetle kucaklamış bulunduğunu kaydeder.15 Bu tasarruf silsilesinin bir devamı olarak; Bedîüzzaman Hazretleri küçüklüğünden beri Abdülkadir Geylânînin (ks) ilgi ve yardımına mazhar olmuş16, ve Peygamber Efendimizin (asm) kudsî tasarrufu altında istihdam edilmiştir17; Mevlânâ Hâlid Bağdâdî de Bağdad dâiresinde Şâh-ı Nakşibend ve İmam-ı Rabbânî’den sonra Şâh-ı Geylânî’nin tasarrufu altında irşad hizmetlerinde bulunmuştur.18

Binaenaleyh, tasarruf meselesi, tamamen Cenâb-ı Hakka ait bir rahmet tecellisinden ibarettir. Hidayet edici Cenâb-ı Allah’tır. Gerçek tasarruf sahibi Cenâb-ı Allah’tır. Allah’ın rızasına ulaşmış peygamberler, âlimler, şehitler ve Allah dostları ise ancak Cenâb-ı Hakkın izni çerçevesinde bu yetkiyi kullanırlar.

Dipnotlar:

1- Nisa Sûresi: 41; 2- Nahl Sûresi: 89; 3- Tevbe Sûresi: 128; 4- Hac Sûresi: 78; 5- Câmiü’s-Sağîr, 1/830; 3/2751, 2753; 6- Âl-i İmrân Sûresi: 7; 7- Câmiü’s-Sağîr, 1/200; 8- Bakara Sûresi: 154; 9- Ankebût Sûresi: 64; 10- Dîvân-ı Harb-i Örfî ve Sünûhât, s. 84; 11- Mektûbât, s. 12; 12- Sözler, s. 478; 13- Şuâlar, s. 589; 14- Lem’alar, s. 132; 15- Lem’alar, s. 26; 16- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 128; 17- Şuâlar, 577; 18- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 17.

24.01.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Hesap sormak gerek


A+ | A-

Darbe planlarıyla ilgili olarak konuşan Başbakan, “(O planları) Duyduk ama biz gerilimden yana olmadık. İşimize baktık. Ne yazık ki onlar da işlerine baktı” demiş.

Herkes bilir ki silahlı kuvvetlerin ‘iş’i darbe planları yapmak değil, ülkeyi ‘düşman’lara karşı korumaktır. 2003’te yapıldığı açıklanan “Balyoz darbe planı”nın deşifre olmasıyla birlikte bazı müsbet gelişmeler de yaşandı. Öncelikle ‘faydalanılacak gazeteciler listesi’nde yer alan bazı gazeteciler, “Bizim ismimizi o listeden silin” anlamında yazılar yazdılar. (Güngör Mengi, Vatan, 22 Ocak 2010) Benzer şekilde ‘kabine listesi’nde yer aldığı belirtilen isimlerden de ciddî itirazlar yükseldi. En başta TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, “Demokrasi dışı hiçbir işin içinde olmam. Darbeyi vatana ihanet sayarım. Bu çamur, benim üzerime yapışmaz” dedi. (Sabah, 23 Ocak 2010)

Geçmiş dönemlerde ‘liste’lerde yer alan isimler, bu gelişmeleri daha sessiz karşılarlardı. Ama artık zaman değişti. Gerek gazeteciler, gerekse siyasetçi ve bürokratlar artık bu listelere en yüksek perdeden itiraz ediyorlar. Olması gerektiği şekilde, darbe planlarına en ciddî tepki de köşe yazarlarından geliyor. Büyük çoğunluk bu listeleri ve planları eliştiriyor, destek çıkan olmuyor.

Aslında bütün bu gelişmeler Türkiye’de darbelerin tarihe karışması gerektiğini de gösteriyor. Fakat darbe tehlikesinin tarihe karışmış olması tek başına yeterli değil. Geçmiş dönemde yaşanan darbelerin hesabı kanun ve adalet önünde sorulmadığı müddetçe, bu planları yapanlar çıkabilir.

Türkiye’yi idare edenlerin unuttuğu gerçek var: Darbe planları ve fiili darbeleri önlemek için ‘darbeci zihniyeti’ ortadan kaldırmak lâzım. Bu da ancak hür düşünceyi hakim kılmakla mümkün olabilir. Konunun uzmanlarının zaman zaman hatırlattığı gibi, işe, darbeci yetiştiren eğitim kurumlarındaki sistemi düzeltmekle başlamak lâzım. Aynı şekilde darbeye hukukî zemin hazırlayan kanun ve yönetmelikleri de değiştirmek şart.

Dikkat edilirse darbe planları yapanlar da kendilerine hukukî bir zemin hazırlamak istiyorlar. Sıkılmasalar, “İhtilâl yapmak bize kanunların emri”dir diyecekler. Gerçi yürürlükteki kanunları bu şekilde yorumlamak da mümkün. Çünkü başta mevcut anayasa 12 Eylül ihtilâlinin ürünü. İhtilâl ürünü bir anayasa, her halde ihtilâlcileri korur, onlara imkân sağlar. O halde ihtilâl döneminde hazırlanan ve hürriyetleri genişletmek yerine ihtilâlcileri koruyan 12 Eylül ihtilâl anayasasını değiştirmek gerekir.

“İhtilâlcilere hesap sorulsun” denildiğinde yan çizen siyasetçilere de şaşmak gerek. Hür dünyada olduğu gibi Türkiye’de de darbe yapmak kanunen suç değil mi? O halde bu suçu işleyenlere hak ettiği cezayı vermek ve bunu talep etmek niçin yanlış olsun? “Biz gerilim istemiyoruz” diyerek bu vebalden kurtulmak mümkün mü? Siz istemiyor olabilirsiniz, ama ihtilâlciler gerilim peşinde. Meselâ; işçiye karşı, emekliye karşı, esnafa karşı, AB yöneticilerine karşı ‘gerilim’den yana olan yöneticilerin; sıra darbecilere hesap sormaya gelince mütevazı olmasını anlayamıyoruz.

Darbe planlarını biliyor olmak meseleyi halletmiyor. Bilelim, ama aynı zamanda kanun önünde hesap da soralım.

24.01.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Açılım, terör, gözyaşı…


A+ | A-

T ürkiye “Balyoz harekâtı” isimli darbe planlarını konuşurken gündemde yer alan diğer konuları da es geçmemek gerekiyor. Bu konulardan birisi de uzunca süredir konuşulan demokratikleşme/Kürt açılımı…

Başbakan geçtiğimiz yılın ortalarında tartışılmaya başlanan ve muhalefet partilerince sert şekilde eleştirilen açılımın yılın sonuna yetiştirmenin bile geç olacağını söylemişti. Ancak gelinen noktada bu konuda yapılan ve göze batacak, yani açılım denilebilecek bir adım henüz atılmış değil. Bir tek, açılım konusunda kamuoyunda oluşan tereddütlere cevap vermek adına AKP tarafından “Soruları ve cevaplarıyla demokratik açılım süreci” adında bir kitap çıkarıldı!

Açılım çalışmalarının koordinatörlüğünü yürüten İçişleri Bakanı Beşir Atalay, geçtiğimiz hafta yaptığı açıklamada en son ismiyle “Millî Birlik ve Kardeşlik Projesi” olan açılımla ilgili yapılan çalışmalar ve bundan sonra atılacak adımlara ilişkin bilgi vermişti. Kısa, orta ve uzun vadede yapılacak çalışmaları anlatırken, Türkiye İnsan Hakları Kurumu, Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kurulu ve Bağımsız Kolluk Gözetim Komisyonu kurulması ile işkenceye karşı Birleşmiş Milletler (BM) sözleşmesinin ihtiyarî protokolünün onaylanması ve öngördüğü ulusal mekanizmanın kurulması çalışmalarının, insan haklarıyla ilgili paket halinde ele alındığını bildirmişti. Bu kurumlarla ilgili kanun tasarısı çalışmalarının önemli ölçüde tamamlandığını ifade etmişti.

Aslına bakılırsa şu anda yürütülen “terör açılımı” diyebileceğim bir açılım. Zaten Atalay’da bunu vurguluyor. Çalışmaların birinci hedefinin ‘terörün sona erdirilmesi”, ikincisinin de “demokratik standardın yükseltilmesi, temel hak ve özgürlüklerin genişletilmesi” olduğunu söylüyor. Terörün sona erdirilmesi için gereken ne varsa onu yaptıklarını söylüyor Atalay. Bakan, “Bütün en ileri adımları atıyoruz ve bu ince ince dokunarak devam ediyor. Bunun pek çok boyutları var ve bütün boyutlarıyla bu yürütülüyor” diyerek de açılımın yavaş ilerlemesini bir bakıma izah ediyor.

***

Gündemde yaşanan gelişmeler dolayısıyla yazma fırsatı bulamadığımız ve terör açılımının gerekli olduğunu gösteren bir programdan bahsedememiştik.

Geçtiğimiz Salı günü Çankaya Köşkü’nde “sözün bittiği an” diye nitelendirilebilecek ve açılımının gerekliliğini anlatan bir ödül töreni vardı.

Bu yıla girdiğimizden beri kültür san'at ödülleri ve bilişim ödülleri törenlerinin de yapıldığı salona girdiğimizde diğer programlara benzemeyen bir sessizlik hâkimdi. Gelenler arasında başı kapalı hanımlar, bebekler ve yaşlıların olduğunu gördük. Ön sıralarda bakanlar, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları, bürokratlar, arka sıralarda ise şehitlerin aileleri ve tekerlekli sandalye de bekleyen, mayın patlaması sonucu gözlerini kaybeden gaziler vardı. Salondaki sessizliği şehitlerin bebeklerinin ağlayan sesleri bozuyordu. Tören başlarında İstiklâl Marşı’nın okunmasından sonra salonunun ışıkları sönüp, kısa sinevizyon gösterileceği sırada bir hıçkırık sesi duyuldu. Bu bir şehit annesinin hıçkırığıydı. Bu hıçkırık gösterim bitene kadar da sürdü.

Salondaki sessizlik devam ederken, sadece o annenin hıçkırıklarla “yavrum” diyen sesi duyuluyordu. Bu duygu atmosferi içinde kürsüye gelen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, kısa bir konuşma yaptı. Devletin daima şehit ve gazilerin takipçisi olacağını, bu kişilerin garip ve yalnız kalmaması için elinden gelen her şeyi yapacaklarını söyledi. “Ateş düştüğü yerde kalır anlayışı bu ülkede geçerli olmayacaktır”, “Acılarınız acılarımız” dedi.

Konuşmanın ardından Devlet Övünç Madalyaları verilmeye başlandı. Başladı ancak herkeste bir hüzün vardı. Şehit anneleri ya da çocukları çıktı madalya almaya. Bazı şehit anaları ve babaları kürsüde gözyaşlarını tutamadılar. Kuzey Irak’ta şehit olan Yüzbaşı Tekin Işık’ın babası plâketini almak için çıktığında daha fazla acıya dayanamadı. Madalya alacağı Gül’e yaklaşmıştı ki daha fazla dayanamayıp yığılıp kaldı oracıkta. Şehidin annesi ise kürsüye kadar gelemeden hıçkırıklara boğuldu o da “yavrum, yiğidim” diye salonu inletiyordu. Gül elini uzattı kaldırmaya çalıştı. Bu arada da salonda gözyaşı hâkimdi. Törende 21 şehit yakını ile 42 gaziye madalyalarını verildi.

“Yeni şehit ve gazi görmek istemiyoruz” diyen Gül, terörle mücadelenin azim ve kararlıkla devam edeceğini söylerken, koordinatör bakan Atalay da, “Türkiye bu terörü artık taşımayacak, bunun için çalışıyoruz. Terörün sona erdirilmesi için gereken ne varsa onu yapıyoruz, bütün en ileri adımları atıyoruz” dedi. AKP’nin kitapçığında da terörün askerî ve polisiye tedbirlerle üstesinden gelinemeyeceği vurgulanırken, demokratikleşme çabalarının bu kapsamda değerlendirilmesi istendi.

***

Bunları olayı trajediye dönüştürmek adına anlatmadık. Bunlar Türkiye’nin gerçeği. Yıllardır 30-40 bin insan bu teröre kurban gitti. Bu manzaralar cenaze namazlarında cami önlerinde, şehitlerin ve gazilerin evlerinde yaşandı, yaşanıyor. Çankaya Köşkü’ndeki manzara, açılım konusunun ne kadar aciliyet gerektiğini gösterdi. Artık bu görüntülere son vermek lâzım. Hem de daha fazla vakit kaybetmeden. Bu konuda kime ne görev düşüyorsan yapmalı. Çünkü, terör bu Türkiye’nin ortak meselesi. O zaman terörün bitmesi için açılım nasıl olacaksa bir an önce hayata geçirilmesi gerekiyor. Bu gözyaşı artık dindirilmeli.

24.01.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Alçak koltuk krizi”nin ardından…


A+ | A-

“Kozmik oda” aramalarının sona erdiği, Anayasa Mahkemesi’nin sivil-askerî yargı hakkındaki kararı ve en son “Balyoz harekâtı”nın hararetli tartışmaları ortasında içte ve dışta bir dizi “gelişme” gözden kaçırıldı.

“Ermeni açılımı” kapanmanın eşiğine geldi. “Genetiği değiştirilmiş organizmalar yönetmeliği” değiştirilerek GDO’lu ürünlerin bebek mamalarında, bebek ve küçük çocuk ek besinlerinde kullanılması yasağı kaldırıldı. “İsrail açılımı”na son sür'atle devam edildi.

Türkiye Büyükelçisine yönelik mâlûm skandal sonrasında Ankara’ya gelen İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak’la İsrail’le “sürpriz işbirliği” yapıldığı, satır aralarında yer aldı. Gündemde 10 adet insansız casus uçağı Heron ihâlesi vardı; lâkin İsrail’le özellikle savunma sanayii işbirliğinin bununla kalmadığı anlaşıldı.

Önce iki heyetlerinin bir süredir kapalı kapılar ardında görüştüğü, dünyadaki M-60 Amerikan tanklarının modernizasyonu ile İsrail devlet şirketi IMI ile ASELSAN arasında imzalanan protokolle diğer ülkelerin ordularının envanterindeki tankların modernizasyonu için işbirliği ortaklığının te’yid edildiği haberi çıktı. Peşinden bizzat Millî Savunma Bakanı Gönül, Türkiye’nin İsrail'i tanıyan ilk devletlerden olduğunu hatırlatarak, iki ülke arasında birçok alandaki ilişkilerin iyi seviyede devam ettiğini açıkladı.

“İSRAİL’LE TARİHÎ DOSTLUK VE

DAYANIŞMA”!

İsrail’le ilişkilerin imzalanan 60’ın üzerinde anlaşmayla tamamlandığını anlatan Gönül, “Ümit ediyorum, İsrail ile teknolojik işbirliğimiz yeni projelerde de devam eder” temennisinde bulundu.

Dışişleri Bakanı Davutoğlu’yla yapılan uzun görüşmeden sonra askerî törenle karşıladığı Barak’la bir saat görüşen Gönül, “İsrailli Bakan’ın ziyaretinin Türkiye ve İsrail halkları arasındaki tarihî dostluk payı ve dayanışmadan güç aldığını” belirtti. İkili ilişkiler ile Orta Doğu barış sürecinin yanı sıra savunma ve askerî iş birliği faaliyetlerinin ayrıntılı olarak ele alındığını anlattı…

Bu arada İsrail’le diyalog İsrail Savunma Bakanı’nın ziyaretiyle kalmadı. İsrail Dışişleri Müsteşarı Yossi Gal da Türkiye’ye geldi. İsrail’in Ankara Büyükelçisi Gaby Levy ile Meclis’e gitti; TBMM Dışilişkiler Komisyonu Başkanı Murat Mercan’la görüştü.

Ne var ki bütün bunlar İsrail’le “özür” tartışmalarının gölgesine kaldı. Barak’ın ve Gal’ın görüşmelerinin perde arkasını İsrail Haaretz gazetesi araladı.

Gazeteye göre, Davutoğlu’nun Barak’tan Türkiye’nin Suriye ve İsrail arasında yeniden “arabuluculuk rolü” üstlenmesini istemesine karşı, İsrailli Bakan, “Suriye ile görüşmelerin İsrail’in gündeminde olmadığını” iletip kesip attı.

Keza Davutoğlu’nun, Türkiye’nin İsrail üzerinden İsrail ambargosundaki Gazze’ye gıda ve ilâç yardımı için “izin” talebini Barak kabul etmedi. Ayrıca Gazze operasyonu sırasında evlerini kaybeden Filistinli âileler için de prefabrik evler gönderilmesi isteğine de hiçbir söz vermeyip Ankara’nın bu “talebini”, “İsrail’in Gazze’ye mal girişine ilişkin mevcut politikasının çerçevesinde değerlendirileceği” diplomatik cevabıyla resmen reddetti. İsrail’in “Gazze’ye inşaat malzemelerinin girmesi yasağı”nı hatırlattı…

Kısacası, İsrail hep “alan-kazanan taraf” oldu; Türkiye’nin taleplerini karşılıksız bıraktı…

YOĞUN GÜNDEM GÜRÜLTÜSÜNDE…

Bu arada daha birkaç gün öncesinde Türk Büyükelçisine yapılan “aşağılayıcı muamele”yi konuşmaktan ve “konuya karışmak”tan kaçınan Gal’in ise, Ankara’da “iki ülke arasındaki ilişkileri iyileştirme”ye çalıştığı, temaslarında Cumhurbaşkanı Gül’le, Davutoğlu’nun İsrail ziyaretlerine zemin hazırladığı belirtildi.

Türkiye ile İsrail arasında düzenli olarak yürütülen “siyasî istişâre toplantıları”nın onüçüncüsü Ankara’da yapıldı. Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ve Yossi Gal’ın başkanlık ettiği toplantıda iki ülke ilişkileri ele alındı.

Devlet Bakanı Başmüzâkereci Egemen Bağış tarafından da “yüksek koltuk”ta kabul edilen Gal’le görüşmenin “oldukça samimî geçtiği” bildirildi…

Görünen o ki son yedi yıldır AKP iktidarı döneminde İsrail’le tarımdan turizme, enerjiden sulamaya kadar geniş ekonomik mutâbakat zabıtları, ticarî anlaşmaları, savunma sanayii ve silâh ihâleleri imzalayan Ankara, Telaviv’le çıkan “alçak koltuk krizi”nden sonra son bir hafta içinde birçok “işbirliğini” daha sığıştırmış.

Aynen “one minute” çıkışı sonrasında olduğu gibi, bir yandan kamuoyu nezdinde İsrail’e -görünürde- “rest” çekilirken, diğer yandan el altından, kapalı kapılar arkasında bir dizi işbirliği imzalanmış. Tartışmaların hayhuyunda İsrail’le ilişkiler “stratejik işbirliği” noktasına kadar ilerletilmiş…

Yoğun gündemin gürültüsünde kalan İsrail’le ilişkilerin içyüzü bu…

24.01.2010

E-Posta: [email protected]



Suna DURMAZ

Kışı özlüyorum


A+ | A-

Bir çok insanın mevsimlerle ilgili unutulmaz hatıraları vardır. Sonbaharın sarı yaprakları, kışın bembeyaz örtüsü, baharın rengârenk çiçekleri, kelebekleri ve uğur böcekleri, yaz güneşinin ısıttığı ılık deniz, yine yaz aylarında çeşit çeşit leziz meyve ve sebzelerle dolu olan bağ ve bostanlar insanı çok farklı âlemlere götürürler. Her birinin kendine has efsunu vardır insanı büyüleyen.

Çocukluğum kış aylarının çok soğuk olduğu Ağrı’nın Eleşkirt ilçesinde geçti. Bu yüzden kış mevsimiyle ilgili çok güzel unutulmaz hatıralarım vardır. Yıllardır bir çöl ülkesi olan Kuveyt’te yaşadığımdan, kış ayları geldiğinde, geçmişe özlem duyarak hayalen bir nostalji yaşarım... Toprak damlı ve taş duvarlı olan evimizin arkasında genişçe bir çukur vardı. Gece boyu yağan kar burayı doldururdu. Çukurun karla dolması beni ve mahalle çocuklarını çok sevindirirdi. Çünkü, kış mevsiminde arkadaşlarla oynayabildiğimiz tek oyun, damın üzerine çıkıp yaklaşık iki metre derinliğinde olan kar yığının içine atlamaktı. Hiç üşenmeden, duvara dayatılmış olan merdiven basamaklarını koşa koşa çıkar, hep bir ağızdan ‘hoppaa!’ diye bağırarak pamuk gibi yumuşak olan karın kollarına atardık kendimizi. Bu oyundan o kadar zevk alırdık ki, oyunu defalarca tekrarladığımızdan dolayı kan ter içinde kalırdık. Çoğu zaman kapımızın önü karla kapanırdı. Okula gidebilmek için evin önünde birikmiş olan karın temizlenmesi gerekirdi. Ellerimize aldığımız küçük küreklerle kapının önünü birazcık açar, sonra da en az yarım metre yüksekliğinde olan karlara saplana saplana okula giderdik.

Okula giden iki yol vardı. Biri uzun olan çarşı yolu; diğeri dere yolu. Annelerimizin “Sakın dere yolundan gitmeyin ayaklarınıza su dolar” diye tembih etmelerine rağmen, biz kestirme yol diye buzla kaplı olan dere yolunu seçerdik. Derenin üzerini şeffaf bir elbise gibi örten buzların altında, nazlı bir gelin edasıyla süzülerek akan küçücük balıklar görürdük zaman zaman. Okula geç kalma durumu olsa da, büyük bir zevkle onlara bakardık. ‘Nereden geliyorlar ve nereye gidiyorlar? Buzların altında nasıl yaşıyabiliyorlar?’ diye merak ederdik.

Buzlar, genellikle üzerine basabileceğimiz kadar kalın olurdu. Bazen de bastığımız yer ince olduğundan ‘çattt!’ diye kırılır, lastik çizmelerimize soğuk su dolardı. Okula vardığımızda ilk yaptığımız iş, soğuktan donmuş olan ellerimizi ve ıslanmış ayaklarımızı sobaya doğru tutarak ısıtmak olurdu.

Soğuk günlerde okulda geçirdiğimiz en güzel saat beslenme saatiydi. Beslenme saati gelince, hademeler sıcak sıcak süt dağıtırlar, yanında da askeriyenin fırınlarında pişirilmiş olan çörek verirlerdi. Ahh o çörekler! O çöreklerin lezzetini hiç unutamadım. Bir de, kuruması için dışarıdaki çamaşır iplerine serilmiş olan elbiselerin donup kaskatı kesildiğini hatırlıyorum. Ayazdan sertleşen elbiseler içeri girince, eve mis gibi bir koku saçılırdı. Lavanta, gül, karanfil, yasemin kokularını aratmayan güzel bir kokuydu o.

Karla yaptığımız ev temizliğini de unutamıyorum. Annem hergün bir kaç kürek kar getirip bunları halıların ve kilimlerin üstüne serper sonra süpürürdü. Halılara serpilmiş olan kar hiç erimediği gibi, kömür kokusunu ve isini de alıp götürürdü.

Çocukluğumun taşıtları taksi, minibüs veya otobüs değildi. Karlarla kaplı olan yolların taşıtları, atların çektiği kızaklardı. Köye, dayımların yanına giderken kızağa binerdik. Açık havada, yün battaniyelere sarılarak lapa lapa yağan karın altında yolculuk yapardık. Bazen de tipiye tutulurduk. Böyle zor şartlar altında yapmış olduğumuz yolculukların birinde el ve ayaklarım donma tehlikesi atlatmıştı.

Köye vardığımızda dayımlar hayli telâşlanmışlar, el ve ayaklarımı önce karla oğuşturmuşlardı, sonra da sıcak yünlere sarmışlardı. Sıcakla temas eden ellerim çok acımıştı.

Hatıralarımdan hiç silinmeyen o acıya rağmen, Ağrı’nın ilikleri donduran zemheri soğuğunu çok özlüyorum.

24.01.2010

E-Posta: [email protected]@hotmail.com



Kazım GÜLEÇYÜZ

Haiti dersleri


A+ | A-

Bugünlerde hayat ve ölüm çelişkilerinin en çarpıcı örnekleriyle yaşandığı ibret levhalarını, 7 şiddetindeki depremin yerle bir ettiği Haiti’de müşahede etmekteyiz.

Bir taraftan, depremin en çok vurduğu başkentte yüz binlerle ifade edilen ölü sayısı. Çıkarılan cesetlerin, medyada “İnsanlığın bittiği an” yorumlarıyla yansıtılan görüntülerde adeta birer çöp torbası gibi fırlatılıp üst üste yığılması ve ardından toplu halde derin çukurlara gömülmesi.

Diğer taraftan, fırsattan istifade yağmacılığa tevessül edenlerin linç edilip, cesetlerinin halatlarla sürüklenerek gezdirildikten sonra ateşe verilmesi.

Her tarafın böylesine buram buram ölüm koktuğu bir yerde, enkaz altında canlı arayan kurtarma ekiplerinin depremden günler sonra sağ çıkardıkları insanların coşkulu sevinç çığlıkları ve alkışlarla karşılanması, çok garip bir paradoks.

Yağmacıları linç edip yakanlarla bir canın kurtulmasına sevinenler iç içe, belki de aynı kişiler.

Bu linç ve yakma tepkisi, enkaz altındaki canlıları kurtarmak ve geride kalanların âcil ihtiyaçlarını karşılamak başta olmak üzere felâketin yaralarını sarmak için topyekûn bir dayanışma gerekirken, birilerinin fırsatçılık yapıp, yağma, hırsızlık ve ölü soyuculuğuna tevessül edecek kadar alçalmalarına duyulan reaksiyonun bir neticesi.

Ancak tepkinin bu kadar ilkel ve vahşi yöntemlerle ortaya konulması, ayrıca izaha muhtaç.

Demek ki, Haiti’de hem toplumda bu yapı ve karakterde insanlar var; hem de her şart ve durumda düzeni sağlamakla görevli ve sorumlu devlet mekanizması, depremle birlikte çökmüş.

Oradaki bir başka ibret tablosu, bilhassa gıda ve su gibi temel ihtiyaç maddeleri dağıtılırken yaşanan izdiham manzaralarında gözleniyor. Zaten yetersiz ve gecikmeli olduğu söylenen yardım malzemelerinin dağıtımındaki ciddî aksamalar, çaresizlik içerisinde bekleyenleri isyan ettiriyor.

ABD’nin düzeni sağlama ve yardımları koordine etme gerekçesiyle ülkeye gönderdiği askerler ise, “Orayı da mı işgal ediyor?” suallerini gündeme getiriyor. Daha önce dünyanın başka yerlerinde yaşanan benzer felâketlerde olduğu gibi.

Bunlar, Haiti depremi sonrasında olup bitenlerin bize yaptırdığı tesbit ve değerlendirmeler.

Tümünde, insan denen meçhulün zaafları, çelişkileri, meziyetleri ve üstün özellikleri iç içe.

Bir zaman sonra, belki zorlanılarak ve büyük sıkıntılar çekerek de olsa, düzen tekrar kurulacak. Depremden sağ kurtulanların gıda, su, ilaç, sağlık, barınma ihtiyaçları karşılanacak. Yıkılan binaların yerine yenileri inşa edilecek. Zaman içinde acılar unutulacak ve hayat devam edecek.

Ama çelişen iki tablo asla unutulmayacak:

Linç edilip yakılan yağmacılarla onları ateşe verenlerin ve enkaz altından sağ çıkanlarla onları coşkulu alkışlarla karşılayanların görüntüleri.

Özellikle, tek bir kişinin dahi hayatını kurtarmanın verdiği derin insanî haz ve coşku, dini, ırkı, dili ne olursa olsun, bütün insanlığın ortak ve evrensel psikolojisini aksettiren asil bir duygu olarak yaşanmaya ve paylaşılmaya devam edecek.

Aslında hayat kurtarma ve ona ilâveten her insanın yaratılıştan gelen temel hak ve hürriyetlerini savunma misyonu, bütün insanlık âlemindeki temiz vicdanları buluşturan çok yüksek bir ideal.

“Masumların imdadına koşanlar ve istirahat-ı beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesat-ı semaviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler” (Kastamonu Lâhikası, s. 148) olarak sıraladığı insanlar için “O fedakârlığın manevî ve uhrevî neticesi o kadar büyüktür ki...” diyen Bediüzzaman’ın ifadeleri, bu ideal için seferber olan insanlık fedailerini tanımlıyor.

“Mevcudat içinde en kıymettar, hayattır. Ve vazifeler içinde en kıymettar, hayata hizmettir” diyen Üstadın, hayata dair hizmetler içinde en kıymetli olanın da, fâni hayatın bâki hayata dönüşmesi için çalışmak olduğunu belirten sözleri ise (Tarihçe, s. 329) konunun en önemli boyutunu, ebedî hayatları kurtarma misyonunu vurguluyor.

24.01.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl