Basından Seçmeler |
Müsterih olun, ‘Yargı ‘Balyoz’a el koydu’!
Türkİye’yİ artık hiçbir şey şaşırtmıyor… “Şaşırmak” fiilini -ama şöyle gerçekten- unuttuk sanki. Eğer durum böyle ise, bundan dolayı kendimizi ne kadar eleştirsek azdır. Karşımıza çıkan bu kaçıncı “Plan Semineri”, ya da bir başka adıyla “Harp Oyunu”? “Giderek tırmanan bir gerginlik dönemini kapsayan” kaçıncı “senaryo” bu? Ne yazık…Dünya milletlerinin hafızalarını benzer senaryolardan temizlemeye gayret ettikleri bir dünyada, biz hâlâ aklımızı-fikrimizi “tırmanan gerginlik” ile bozmuş durumdayız. “Yurtta Sulh Dünyada Sulh” işin cilâsıymış meğer… “Tırmanan gerginlik” deyip bırakmak olmaz. “Tırmanan” ne, “Gerginlik” ne? Kim-ne nereye tırmanabilir? Hiç şüphe yok ki, bu marazi durumun asıl-temel nedeni, bu ülkede “Cumhuriyet” ile “Toplum” arasında bir husumetin var olduğu yönündeki “sarsılmaz” inançtır. Üç günde bir karşımıza çıkarılan “Korumak ve kollamak görevi”nin hatırlattığı gibi… Hayret, “Hükümet” de çok soğukkanlı, o da hemen hiç şaşırmıyor. Binlerce sayfa tuttuğu söylenen “Plan Semineri” ortaya düştüğü gün, bir Başbakan Yardımcısı, aydınlanmamız için “Sabırla beklemek” gerektiğini tavsiye ediyordu. Çünkü –malûm- adına “kuvvetler ayrımı” denilen medeni bir ilkeyi biz de benimsediğimiz için, “konu yargıya intikal etmişti.” Yakın zamana kadar hükümette yer alan bir Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı, “Bu ülkenin artık bunlardan kurtulması gerek. Bu tartışmalar bile tatsız. Kabak tadı verdi” diyordu. Haklı; tartışmalar gerçekten “tatsız”, dolayısıyla “kabak tadı” vermiş durumda… Teşhis doğru ama teşhisi koyan kişi-makam (her ne ise) yanlış değil mi? Önümüze her gün serilen bu ve benzer “tatlar”rın “kabak tadı” verdiğini söylemek iktidar partisi-hükümete mi düşüyor, yoksa biz sade vatandaşlara mı? Bana sorarsanız, üç gündür toplum olarak tartıştığımız habere ilişkin olarak hükümetin ve iktidar partisinin “Müsterih olun, Yargı Balyoz’a el koydu” türünden “kabak tadı” vermiş bir teselli ile bizi avutması yetmez. “Kuvvetler ayrımı” denilen ilke, “siyaset”in ve dolayısıyla siyasi sorumluluğun-siyasi iktidarın sürekli yedek kulübesinde beklemesi mi demektir? Kendi adıma söyleyecek olursam, ben üç gündür hükümetin toplumun karşısına doğrudan (yani bir açılış-kapanış gibi vesile ile değil) çıkıp biz vatandaşlara “Endişe etmeyin, kendi senaryolarınızı yazmaya koyulmayın, bu ülkeyi biz yönetiyoruz. Kendinize ve seçimle oluşturduğunuz hükümete inanın!” demesini bekliyorum. İnandırıcı-ikna edici delilleriyle birlikte tabii ki… Hükümet topluma doğrudan seslenerek, bu memleketteki insanların da bir demokrasi de yaşadıklarının, camilerin olduğu kadar basının kılına da kimsenin halel getiremeyeceğinin, sokaklarının güvenli olduğunun, stadyumlarının sadece spor maksatlı kullanılacağının güvencesini vermelidir. “Plan seminerleri”nin toplumu içine soktuğu ruh halini dağıtmak hükümetin görevidir. Demokrasilerde bu görev ve ödev hükümete düşer. Ama dediğim gibi, inandırıcı-ikna edici delillerle. Bunlar nasıl şeyler mi? Bunlardan birkaçını, şimdilik, Yeni Asya başyazarı Kazım Güleçyüz’ün (bu gazeteci de “tutuklanacaklar” arasında yer alıyor) dünkü yazısından aktaralım: “…ilk iş olarak, şimdiye kadarki bütün darbelerin dayandırıldığı, Türkiye Cumhuriyetini koruma ve kollama görevini TSK’ya veren İç Hizmet Kanununun 35. Maddesi artık kaldırılmalı. İkincisi, 2005’te güncellenen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi iptal edilmeli ve böyle bir doküman illâ gerekiyorsa, tarifini askerin yaptığı iç tehdit değerlendirilmesinden arındırılarak, dışarıdan gelebilecek tehditlere karşı sınırları koruma görevi eksenindeki bir içerikle yenilenmeli.” Üçüncüsü de, 28 Şubat sürecinin başlattığı 1997’de Genelkurmay’la İçişleri Bakanlığı arasında yapılan ve 2005’te güncellenip uzatıldığı belirtilen EMASYA protokolü iptal edilmeli.” İşte size, “kabak tadı” verdiği çok önceden belli olan ve hükümetin “ulusa sesleniş”inde ilk elden yapacağını vaat etmesi gereken düzenlemeler. Hem de hükümetin, bir kez daha “Olay yargıya intikal etmiştir” gibi –yine- “kabak tadı” veren bir açıklama yapmasına gerek bırakmadan.
Kürşat Bumin, Yeni Şafak, 23.1.2010 |
24.01.2010 |
Amasya elması değil Sayın Başbakan, EMASYA balyozu!
EMASYA denilen şey hükümetlerin tepesinde Demokles’in kılıcıdır. 2007 yılının Ocak ayında hükümete gözdağı vermek amacıyla İstanbul, İzmir ve Malatya’da EMASYA toplumsal olaylara müdahale ismi altında tanklı toplu tatbikatlar yapacaktı. Toplumsal olaylarda vatandaşlarına karşı tanklarla, toplarla müdahale etmeyi düşünenler elbette gerektiğinde kendi uçaklarını düşürmeyi de planlayabilirler, ibadethaneleri bombalamayı da düşünebilirler. İzmir, İstanbul Çağlayan Meydanı ve Malatya’da EMASYA tatbikatı adı altında caddelerde, meydanlarda tankların ve topların yürütüleceği duyulunca kıyamet koptu. Durumu kendi lehlerine çevirmeye çalışanlar “Aman Sincan sanılmasın” diyerek kendilerini kurtarmaya çalıştılar. O sırada İstanbul 1. Ordu Komutanı Orgeneral Fethi Tuncer İstanbul’da böyle bir tatbikat olmayacağını belirtti ve “İstanbul’un tek sorumlusu valisidir” açıklamasını yaptı. Haber bizzat 1. Ordu Komutanı Fethi Tuncel tarafından yalanlanınca, caddelerde tank ve top yürüterek hükümete gözdağı verme planı akim kaldı! Tayyip Erdoğan hükümetinin bunun farkına varması için acaba Ocak 1997’de planlanan fakat 1. Ordu Komutanı Fethi Tuncel’in itirazıyla gerçekleştirilemeyen tanklı-toplu gösterinin yapılmış olması mı gerekiyordu? Bu EMASYA olayının hükümet darbelerine yol açtığını, milyonlarca kişinin bu çerçevede fişlendiğini gören General Hilmi Özkök EMASYA olayını kaldırdı. Ama bu konudaki emirleri yerine getirilmedi. O dönemde Çetin Doğan’ın Hilmi Özkök’ün bazı emirlerini yerine getirmediği Cumhuriyet Yazarı Mustafa Balbay’ın günlüklerinde de yer alıyor. Çetin Doğan’ın Selimiye Kışlası’nda yaptığı konuşmanın tarihi 5-7 Mart. Mustafa Balbay 30 Mayıs 2003’te MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun ile bir yemek yiyor. Cumhuriyet’in “Genç subaylar tedirgin” manşetinin tarihi de 23 Mayıs 2003. İşte Balbay’ın günlüklerinde o dönemde Çetin Doğan’ın darbe hazırlığında olduğunun anlatıldığı bölüm şöyle: “Cumhuriyet’in manşeti çok etkili oldu. Bu haber başka yerde çıksa başka değerde olur. Bir de sizin imzanız var, kaynağınız ne bilmiyorum ama önemli olmalı. Eğer kaynak mektuplarsa bize de geliyor. İstanbul’dan Birinci Ordu’dan geliyor. Oraya baksan, Birinci Ordu her şeye hazır, ihtilale hazırlanıyorlar.” Aslında her şey çok açık. Darbe planlarını bile açık açık yapacak kadar kendilerini etkili ve yetkili görüyorlar. Onlara bu yetkileri veren yasal altyapı yeniden elden geçirilmeli ve işe tabii ki gerektiğinde hükümetlerin tepesinde balyoz gibi duran EMASYA protokolünün bir genelge ile kaldırılması ile başlanmalı. Bunun için yasa yapmak bile gerekmiyor!
Nuh Gönültaş, Bugün, 23.1.2010 |
24.01.2010 |
Hodri meydan
Taraf’In yayımının ortaya saçtığı ‘gerçekler’ aslında çok daha derindeki, ülkemizin kaderini ve geleceğini ilgilendiren bir ‘büyük sorun’a işaret ettiği için önemli. Türkiye, bir ‘askeri vesayet rejimi’ altında yaşamaya devam edecek midir yoksa buna kesinlikle son mu verecektir? Seçimlerle işbaşına gelip giden sivil iktidarlar, aslında ‘askeri vesayet rejimi’ni gizleyen, örten bir ‘sanal iktidar’ olarak mı var olacaklardır yoksa demokratik bir ülkenin meşru tek otoritesini mi temsil edeceklerdir. İçinde yaşadığımız günlerde, önümüze saçılan belgelerle önümüze dikilen soru budur. Eğer, yukarıda ardı arda sorduğumuz iki sorunun ikinci seçeneklerine ‘evet’ diyorsak, yani Türkiye’nin kağıt üzerinde ‘demokratik bir hukuk devleti’ değil, gerçekten öyle olmasını istiyorsak, seçilmiş iktidarların ‘sanal’ değil, ‘gerçek’ iktidarlar olmasından yanaysak, yapılacak iş çok karmaşık değil. Zor olabilir ama karmaşık değil. 1. ‘İç tehdit’ ve ‘iç düşman’ kavramına son. Bir ülkenin vatandaşı ya da vatandaşları, ‘tehdit’ de, ‘düşman’ da olamazlar. Ne olabilirler? ‘Suçlu’ olabilirler. Yasaların suç saydığı fiilleri işlemiş olurlar, ona karşı ne yapılacağı da yine yasalarda belirlenmiş olur. Demokratik hukuk devleti demek budur. 2. Hiçbir demokratik hukuk devleti, ‘Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ ya da ‘Kırmızı Kitap’ adı verilen, yasal dayanağı bulunmayan, gizli belgelerle yönetilemez. Ülkenin en yüksek organı olan TBMM’nin bilgisi ve denetimi dışında hiçbir belge, altında hükümetin imzası alınmış bile olsa yasal da olamaz, geçerli de olamaz. ‘Kırmızı Kitap’a son. 3. TSK İç Hizmetler Yönetmeliği ve hele onun bilmem kaçıncı maddesi yasaların ve Anayasa’nın üzerinde, -herhangi bir dönemdeki komutanların yorumuna tabi biçimde- olamaz. 4. Demokratik hukuk devletinde, Genelkurmay Başkanı’nın Milli Savunma Bakanı’na bağlı olmamasını bırakın, Başbakan’a bile bağlı olmaksızın, sadece ‘sorumlu’ olduğu bir düzen olamaz. 5. Demokratik hukuk devletlerinde, Türkiye’deki gibi EMASYA protokolü, İller Kanunu, Olağanüstü Hal Yönetmeliği vs. gibi sivil otoritenin otoritesini ortadan kaldıracak cinsten içeriklere sahip metinler olamaz. Olursa ne olur? Olursa, şimdilerde ortaya çıkan ‘Plan Seminerleri’nin ‘Balyoz Harekât Planları’ gibi utanç verici çalışmalar mantar gibi türer. Bütün bu nedenlerle hükümete ‘gerçek iktidar’ olması çağrısını yapmalıyız. ‘Demokrasi’ için demeliyiz: ‘Hodri meydan’!
Cengiz Çandar Radikal, 23.1.2010 |
24.01.2010 |