Selim GÜNDÜZALP |
|
ÇAĞIRIYOR! |
Kimi? Neye, nereye? Çağırıyor… “Oku” diyor, çağırıyor. Gözü üzerimizde. İlk insandan bugüne kadar, bütün insanların her hâlini, düşebileceği her durumu görüyor, gösteriyor. Çıkış yolunun ve çözümün nerede olduğuna da işaret ediyor. Biz duyalım, duymayalım, “O” devamlı çağırıyor. Dâveti hiç bitmiyor. Tarih önümüzde, insanlık kitabı da karşımızda. Doğruyu ve yanlışı öyle emin ve öyle gerçek çizgilerle anlatıyor ki, çağrısına uymamak, kaybetmek demek, ya da kaybolmak... Yüreğimizi yakacak pişmanlığın adım adım her safhasını biliyor, bildiriyor. Girdiğimiz yolun sonunun, nereye çıkacağını bilip, bizi daha baştan uyarıyor. Hiçbir insan, tarihin hiçbir döneminde yalnız bırakılmamış. Ulvî bir kılavuz, İlâhî bir kitap, ya da harika bir ilham nurunun yardımıyla korunmuş. Hep güzele, iyiye, doğruya çağırmışlar insanı. İçinden ve dışından bu sesler, hep yükselmiş, hiç kesilmemiş. Devamlı uyarılmış, sürekli çağrılmış insan. Bazen uymuş bu dâvetin sesine, bazen kulak tıkamış. Yollar dümdüz değil, engeller çok. İçten ve dıştan saldırmaya hazır düşmanlarımız çok. Şeytanın orduları, bazen dost şeklinde gözüküp öyle aldatır insanı. Ayartmanın her türlüsü söz konusu. Ama insan hiç yalnız kalmamış. İmam Gazalî; “Hakikatlere ermek, daima delil ile olur zannedenler, Allah’ın geniş ve sonsuz hikmetini daraltmış olurlar” diyor. Hele insan hayra ve güzelliğe doğru bir adım atsın, ne açık kapılar bulacaktır önünde. Uzak mesafelere ulaşmak, yakın mesafeleri aşmakla mümkündür. Başarı, boş duranın değil, çalışanın hakkıdır. Yüksek bir idealden feyiz almadıkça, hakikate götüren en kısa yol olan o nuranî yolu izlemedikçe, mutlu sona ulaşması zor insanın. Kitabın çağrısı hiç bitmiyor ve bitmeyecek. Allah’ın büyük bir lütfudur bizlere Kur’ân-ı Azîmüşşân. O yüce kitap ki, bizi, insanları hiç yalnız bırakmıyor. Onun çağrısına hangi durumda ve mekânda olursak olalım, uymadıkça, gerçek mutluluğu tadamayacağız. Huzurun hasını ve âlâsını asla bulamayacağız. Kur’ân’ın rehberliğinde değişen hayatları, hidayete erenleri çok duymuşsunuzdur. Aslında her an, imanın tazelenmesiyle, ruhun cenneti olan hidayet nimetine hepimiz muhtacız. Hava gibi, devamlı o nimeti içimize çekmedikçe yaşamak zordur, azab olur. Kur’ân çağırıyor. Anlaşılmayı, okunmayı, yaşanmayı bekliyor. Bu çağrıya geç de olsa uyup, sıkıntı ve huzursuzluktan kurtulmalıyız. Ondan uzak kalmanın, okuyamamanın acısını hep söylüyoruz, dile getiriyoruz, itiraf ediyoruz. Fakat belli vakitlerin dışında, bu cennet iklimine dâvetli olduğumuz hâlde, bir türlü tam lâyıkıyla geçip giremiyoruz. Nedendir acep? Samimî bir niyet, tam bir iştiyak ve ihtiyaç hissetmedikçe, bunun gerçekleşmesi zor görünüyor. Pişmanlığımızın sürüp gitmesine izin vermemeliyiz. O bizi, bize lâzım olan bilgiye çağırıyor. O bilgiyi yaşamaya dâvet ediyor. Zaten insanın bilgisayardan üstünlüğü de, bildiklerini yaşaması değil mi? İmam-ı Şâfî; “İlim, sadece öğrenilen değil, yaşanılandır. Yaşanılmayan ilim, geçmeyen para gibidir” diyor. Evet, dağınıklığımızı toparlayacak, kapalı yollarımızı açacak, zihnî ve fikrî derinliğimizi bize tekrar bahşedecek olan tek yol, O’nun dâvetidir ve O’nun çağrısıdır. Kulaklarımızın pasını silmek, bir gönül doktoruna uğramak için, risâlelerin şefkatli sayfalarına sığınmak vaktidir. Kalbî ve ruhî takfiyemizi, tam ihtiyacımızı hissederek okuyup, bir çıkış yolu bulabiliriz. Bu yol önümüzde açık duruyor. Kur’ân, kendi hayatını yaşamakta olan insanların başlarından geçen herhangi bir tarihî hadise gibi gelip geçmiş bir olay değildir. Bir toplum, bir devir, hatta dünya, onun gelişi için özel olarak hazırlanmıştır. Bu hazırlıkların bir kısmı yüzyıllarca sürmüş, nihayet şartlar tamamlanınca Kur’ân gelmiş ve yapacağı her şeyi birer birer yapmıştır. Kur’ân, çağlara sığmayacak değişimleri, bir insan ömründen de kısa bir zamanda gerçekleştirmiştir. Kur’ân’ın insanlık âlemi üzerindeki etkisini incelerken, bir noktayı dikkatten uzak tutmamak gerekir. Bu etki, iki taraflı bir uyum ve hazırlığın sonucudur. Bunların bir tarafında Kur’ân, diğerinde ise onu benimseyen insanlar vardır. Onlar, işittikleri sözü anlamaktan da öte, onun meziyetini fark edebiliyor, işittikleri anda, o kelâma vuruluyorlardı. Ünlü Arap dilcisi el-Asmaî, çok güzel şiir okuyan bir kız çocuğunu takdir ettiği zaman, kızın cevap olarak; “Bu da bir şey mi?” deyip, Kur’ân’dan şu âyeti okuduğunu: “Böylece Musa’nın annesine ‘Onu emzir’, diye vahyettik. Başına bir şey gelmesinden korktuğun zaman onu deryaya bırak. Korkma ve üzülme; biz sana onu kavuşturacağız ve onu peygamber yapacağız.” (Kasas Sûresi, Âyet 7) ve “Bu âyette iki emir, iki yasak, iki haber, iki müjde var. Allah’tan başka kim bunları iki satırda toplayabilir?” dediğini anlatıyor. Daha çocukluk çağlarında bile kelâmın meziyetlerini ayırt etmeyi refleks hâline getirmiş bir toplum, Kur’ân’a karşı ilgisiz kalamaz. İnanmayanlar bile onun tiryakisi olmuşlardır. Birbirlerinden habersiz Kur’ân’ı dinlemeye giderlerdi, yeri geldiğinde secdeye kapanırlar, secde etmeyi gururuna yediremeyenler, yerden toprak alıp alnına sürerlerdi. Eğer Kur’ân, sözün değerini bilmeyen bir topluma inmiş olsaydı, her halde bu etkisini gösteremezdi. Yağmur, rahmet ve hayat getirir; ama yağdığı toprak, toprak olursa. Hele bir de o yağmur, tohumla buluşursa, insanlık ne baharlar görür, ne mevsimler yaşar. Tıpkı Saadet Asrı’nda olduğu gibi. Kur’ân’ın âşıkları hiçbir zaman eksik olmadı. Onu okurken, nefes alır gibi, su içer gibi okumalıyız. Mu'cize arayanlar için başka bir şeye ihtiyaç var mıdır? Kur’ân’ı okuyan, onun sesinden huzur ve sükûn kokusu alır. Hükümdarla köleler onun önünde diz çöker, dersini dinlerler. İlim arayan ondan alır, adalet isteyen ona yönelir, mutluluk arayan onda bulur, ahlâkı çirkin olan ve onu güzelleştirmek isteyen, dersini ondan alır. Bu dünyada ne aradığını öğrenmek isteyen, cevabını onda bulur. Kim olursa olsun, saf bir ruhla ona yönelen, Âlemlerin Rabbi’yle baş başa bir sohbet hâlinde olduğunu bilir. Aslında insana okumak, anlamak, konuşmak, yazmak bunun için öğretilmiştir; beyan nimeti bunun için verilmiştir. Onun içindir ki hayatımızın en önemli yerinde bulunması gereken şey hiç şüphesiz Kur’ân-ı Kerim’dir. Onun herhangi bir sayfasını açan, hangi ihtiyaç ile ona başvurmuş olursa olsun, kendisine yarayan şeyleri bulur mutlaka, eli boş dönmez. Ama şu da bir gerçek ki, dünya nasıl Kur’ân’ın inişi için hazırlandıysa, bizim de önce kendi özel dünyalarımızı onun için hazır hâle getirmemiz gerek. Kur’ân, açıklayan bir kitap olduğu kadar, açıklanan bir kitaptır da. Onun en önemli açıklayıcısı ise kendisidir. Kur’ân, sahabelerin yaptığı gibi yaşanarak anlaşılacaktır ancak. Bunun sonucu ise sadece Kur’ân’ı anlamak değil, hayatı da anlamaktır. Hayatı doğru bir şekilde anlamak ve yaşamak için, Kur’ân’dan başka bir dâvet, ondan başka bir çağrı ve kaynak yoktur. Her nimet, bir fiyat ister; Âlemlerin Rabbi’ne muhatap olmanın şuuruna varmak ve bu duyguyu ayakta tutabilmek, O’nun kitabına ve hitabına gereken değeri vermeye bağlıdır. Her zaman ve O’na da tam el açacağımız an, ne engeller çıkar karşımıza, sormayın… “Ayda yılda bir namaz, onu da şeytan komaz” demiş ya eskiler, aynen öyle. Dünyevî ve lüzumsuz birçok meselenin ağırlığı altında ezilen fikir ve ruh dünyamız, ciddî bir temizlik istiyor. Bembeyaz bir sayfada, bir küçük siyah nokta hemen kendini gösterdiği gibi, Kur’ânî yolun mânevî havası da en küçük bir lekeyi kaldırmıyor. O zaman, mazhar değil, memer oluyoruz. Borunun içinden giden su gibi, fikirler üstümüzden akıp gidiyor. Evet, bir yerlere ulaşıyor ama bize bir fayda temin etmiyorsa, içinden geçtiği boruya bir yararı olmuyorsa suyun, biz sadece arada taşıyıcı oluyoruz. Oysa o bilginin bizim içimizde de yeşermesi ve kök salması gerekir. Rabbim, bu ihtiyacımızı görüp, perişanlığımızı hayra dönüştürmenin yollarını açsın İnşallah. Kur’ân’la ve Nurlarla yeniden haşir neşir olmamızı, nurânî bir iklimin içine girmemizi, cümlemize nasip eylesin. Allah’ım! Kuru bir dilekten ve niyetten öteye, bu ihtiyacımızı tam yürekten yaptığımızı biliyorsun. Sana her şey ayan beyan. Kitabının dâvetine, çağrısına uymayı, okumayı, yaşamayı azmeyleyen, cezmeyleyen kullarından eyle. Âmin… Sahilde duranın ya ayakları dalgalara değer, ya da eline çer çöp geçer ancak. İnci, ondan öteye. Kur’ân denizine dalmalı. Sahilde oyalanmamalı. “Hû” diyelim, Bismillah ile. Yolumuzu, ruhumuzu aydınlatacak bu denize, bin bir istifadenin temini için biz de girelim, dalalım, gavvas olalım. “Kur’ân’a daldım, gafletten uyandım” diyenlerden biri de niye biz olmayalım?... Ne güzel der Bediüzzaman: “… Kur’ân’da öyle bir göz vardır ki, o göz bütün kâinatı zâhir ve bâtını ile vâzıh, göz önünde bir sahife gibi görür, istediği gibi çevirir, istediği bir tarzda o sahifenin mânâları söyler.” (Sözler, 385) “Ve yine Kur’ân’ın içinde öyle bir göz var ki, bütün kâinatı görür, ihâta eder ve bir kitabın sahifeleri gibi kâinatı göz önünde tutar, tabakatını ve âlemlerini beyan eder. Bir saatin san’atkârı nasıl saatini çevirir, açar, gösterir, tarif eder. Kur’ân dahi elinde kâinatı tutmuş, öyle yapıyor.” (Mektubat, 188) İnsanın doğruyu ve hidayeti bulması nimet olduğu gibi, onda devam edebilmesi de büyük bir nimettir. Çünkü insan kalbi daima değişebilmektedir. Kalbimizin haktan sapmaması için Peygamber Efendimiz'in (asm) şu duâlarına biz de gönülden âmin diyelim: “Ey kalplere sebat veren Allah’ım, kalplerimizi dinin üzere sabit kıl.” (İbn-i Mâce) “Ey kalpleri çeviren Allah’ım, kalbimi dinin üzere sabit kıl.” (Tirmizî) “Allah’ım! Kalbimi nurlandır, gözümü nurlandır, kulağımı nurlandır, sağımı nurlandır, solumu nurlandır, üstümü nurlandır, altımı nurlandır, önümü nurlandır, arkamı nurlandır. Nurumu azîm kıl.” (Buhârî) 17.10.2009 E-Posta: [email protected] |