Faruk ÇAKIR |
|
Hayatını Kur’ân’a göre düzenleyen insan |
Son günlerdeki ölüm haberlerini duyunca, “Güz mevsimiyle birlikte ölüm sayısı da artıyor mu?” sorusu akla geliyor. Prof. Dr. İbrahim Canan’ın elim bir trafik kazası sonrası vefat etmesi sadece ‘yakınları’nı değil, büyük bir ekseriyeti hüzne gark etti. Gerçi ölümün “bir mekân değişikliği” olduğuna inananlar için şok olmaya gerek yok. Ebedî âlemde inşallah yine hep birlikte olacağız. Prof. Dr. İbrahin Canan’ın vefatı üzerine yapılan değerlendirmeler, “Âlimin ölümü, âlemin ölümüdür”de birleşti. İsmail Tezer kardeşimiz de “Cânân’ına kavuştu Canan” başlıklı çok güzel bir yazı yazıp (Yeni Asya, 15 Ekim 2009) onu hayırla yâd etti. İbrahim Canan hocamızı şahsen tanımadan önce onu eserleriyle tanımıştık. “İslâmda Çocuk Terbiyesi” adlı eser, şimdiye kadar çok sayıda anne-babaya rehber olduğu gibi, inşallah bundan sonra da hizmetine devam edecek. M.Ü. İlahiyat Fakültesi Camii’nde kılınan cenaze namazı da “âlimin ölümü”ne gösterilen ilgi sebebiyle dikkat çekiciydi. Namaz saatinden çok önce caminin içi de, dışı da doldu taştı. Çok sayıda kişi bahçede, çimlerin üzerinde öğle namazını kılarken, kalabalık caminin dışına, caddeye kadar taşmıştı. Cenaze namazına katılanların tamamı elbette Canan Hocayı şahsen tanıyan kişiler değildi. Ama onu TV’deki sohbetlerinden ya da eserleri sebebiyle tanıyan binlerce kişi camiyi doldurmuştu. Cenaze naması sonrası kısa bir konuşma yapıp, helâllik isteyen M.Ü. İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Raşit Küçük, Canan’ı, “Hayatını Kur’ân’a göre düzenleyen bir insan” olarak tarif etti ve “Nezih bir hayat yaşadı. Kanaatime göre, Allah yolunda şehit oldu” dedi. Kalabalık sebebiyle cenaze, vakit namazından önce caminin içine, en öne götürülmüştü. İyi ki bu ‘tedbir’ düşünülmüş, aksi halde cenaze namazı kılınması daha zor olurdu. Caminin boşalması neredeyse yarım saati aşarken, cenaze ancak eller üzerinde, elden ele ulaştırılıp cenaze arabasına konulabildi. Daha sonra da çok sayıda “Nur Talebesi”nin haşri beklediği Eyüpsultan Kabristanlığına defnenildi. Hadis denince akla gelen isimlerden biri de İbrahim Canan hocamızdı. Pek çok kütüphane, onun hazırladığı ‘Hadis Ansiklopedisi’yle süslü. Cenaze namazının kılındığı caminin önünden geçen ve bu kalabalığı gören bazıları, “Ölen çok zengin bir iş adamı mıydı?” ya da “Kim bu cenaze, eski başbakanlardan mıydı?” diye soracakmış gibi bakıyordu. Evet o çok zengindi, ama bu zenginlik ‘para’ zengiliği değil, ahlâk, fazilet ve hadis zenginliğiydi. Bu vesile ile daha çok eserleriyle tanıdığımız İbrahim Canan Hocamıza Allah’tan rahmet ve mağfiret niyaz ederken, kederli ailesine ve yakınlarına sabr-ı cemil niyaz ederiz. Mekânı Cennet olsun. Mevlâ, bize de hayırlı ölümler nasip etsin İnşallah. Âmin. 17.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Yeni dengeler |
Türkiye’nin Suriye açılımını, ortak kabine toplantılarını başlatıp, vizeyi kaldırma kararını yürürlüğe koyarak ve ortak askerî tatbikatı da gündeme getirerek hızla ilerlettiği bir ortamda, Konya semalarında yapılagelen Anadolu Kartalı isimli hava tatbikatlarının bu sene ertelenmesi, İsrail’e müteallik boyutuyla konuşulmaya ve tartışılmaya devam ediyor. Dışişleri Bakanı Halep’te İsrail’i, Gazze’deki uygulamaları sebebiyle yine eleştirirken, ayrıca Müslümanların Mescid-i Aksa konusundaki hassasiyetine saygı gösterilmesi çağrısı yapıyor. Bakanlığın daha önceki resmî açıklamasında, tatbikatın ertelenmesiyle ilgili olarak İsrail’den gelen tepkilere cevaben, bu karardan siyasî sonuçlar çıkarılmasının yanlış olduğu belirtilmişti. Davudoğlu’nun sonraki beyanları, meseleyi daha farklı bir noktaya taşıyor. Bir Arap televizyonuna konuşan Başbakanın “Halkımızın hassasiyetlerini göz önünde bulundurarak bu kararı aldık. Halk bu tatbikata İsrail’in katılmasını istemiyor” şeklindeki sözleri de bunu perçinliyor. Buna karşı İsrail’den evvelâ basındaki yorumlar ve adını gizli tutan yetkililere atfen verilen beyanlarla ortaya konulup, ardından aleniyete dökülen tepkiler de bir sertleşmeyi gösteriyor. İsrail Başbakan Yardımcısının “Umarız, Türkler akıllarını başlarına toplar” şeklindeki tehdit içerikli açıklamasından sonra, başka yönleriyle de yoğun tartışmalara konu olan Dışişleri Bakanının “Türkiye doğru yönde ilerlemiyor. Suriye, İran ve Hamas’la yakınlaşıyor” diyerek işi daha ileri noktalara götürmesi, Savunma Bakanının yatıştırma çabalarına rağmen, o cenahtaki gerginliğin giderek tırmanmakta olduğuna işaret. Ortaya çıkan tabloda, İsrail’e ısmarlanıp, taahhüt edilen süresi geçtiği halde hâlâ teslim edilmeyen ve daha önce alınanlardan biri daha bugünlerde düşen insansız casus uçaklarla ilgili krizin de etkili olduğuna ilişkin söylentiler var. Keza, tatbikat ertelemesiyle, İsrail’in çoktandır konuşulan “İran’ı vurma” planlarının bir şekilde bozulduğu yönünde rivayetler de söz konusu. Bir diğer husus, TSK’nın bu krizdeki duruşu. 28 Şubat’la hızlanan süreçte İsrail’le ilişki ve işbirliğini en ileri düzeylere taşıyan Türk Genelkurmay’ının tasvibi olmadan bu erteleme kararı alınabilir miydi? Bazı yorumcuların somut hangi verilere dayandırdıkları bilinmeyen “Artık sivil otorite bu konuları aştı” iddiasına rağmen zor. Ve bu noktada, İsrailli bir üst düzey komutanın, Gazze operasyonuna Türkiye’den gelen eleştirilere tepkisini, “Siz de Ermenileri ve Kürtleri katlettiniz” diye ifade etmesinin, Türk ve İsrail Genelkurmay’ları arasında, evvelce görülmemiş bir krize yol açtığını ve İsrail ordusunun göstermelik bir “özür”le olayı kapattığını hatırlayalım. Peki, Türkiye-İsrail ilişkilerinin üçüncü tarafı konumundaki ABD’nin bu krizle ilgili tavrı ne? Amerikan Dışişleri Sözcüsünün, konuyu “İsrail’in tatbikattan son anda çıkarılması” bağlamında alarak verdiği ilk tepki, “yakışıksız” nitelemesiydi. Bilâhare bu ülkenin Ankara Büyükelçisi tarafından yapılan “Erteleme, katılımcı ülkelerin ortak kararıydı” açıklaması ise, bir yönüyle, karşılıklı beyanlarla daha da büyüme istidadı gösteren çatlağı kapatma çabasının ifadesi gibi. Son tatbikat krizini, Bush’un gidip Obama’nın gelmesine ve Türk hükümetinin tavrındaki değişikliği bu değişime bağlayan yorumlar da var. Her ne olursa olsun, beliren işaretler, bölgede eski dengelerin değişmeye başladığını, yeni yapılanmalara gidildiğini ve bunlara bağlı olarak farklı bir tablonun oluşmakta olduğunu gösteriyor. Ortadoğu’da da, Kafkasya’da da taşlar yerinden oynuyor. Bunu öngören projenin Kafkas ayağında Ermeni açılımı önemli yer tutarken, 28 Şubat’la ipin ucu kaçırılıp Bush döneminde iyice şirazeden çıkan Türkiye-İsrail ilişkilerine yeni bir ayar verilerek ve Suriye de sisteme dahil edilerek Ortadoğu tekrar şekillendirilmek isteniyor gibi. Saptırılmaz ve sabote edilmezse... 17.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Stratejik ortağın” tehdit ve şantajı |
Ankara’nın dış politikası tenâkuzlar içinde âdeta yalpalıyor. Türkiye’nin yıllardır İsrail’le birlikte yaptığı “Anadolu Kartalı” ortak tatbikatının uluslararası kısmının iptaliyle patlak veren “kriz”de Arap basınına konuşan Başbakan Erdoğan’ın ifâdeleriyle hükûmetin icraatları arasında vâhim tezatlar tezâhür ediyor. Erdoğan, Türkiye’nin Suriye ile arasında arabuluculuk yaptığı sırada İsrail’in Gazze’ye ağır silâhlarla, fosfor bombalarıyla, hastanelere, evlere, pazar yerlerine, okullara, camilere ve sivil mahallere saldırarak, çoğu çocuk ve kadın 1500 kişiyi öldüren İsrail uçaklarının tatbikata katılmamasını “Halkın sesine kulak verip hassasiyetlerini ve diplomatik hassasiyetleri göz önünde bulundurma” gerekçesine dayandırırken, İsrail’le ilişkiler tam gaz devam etmekte. Bundandır ki İsrail medyasında, Türkiye ile süregelen “stratejik işbirliği”nin sorgulanacağı ve silâh satışlarının yeniden değerlendirileceği tehdidi savrulmakta. Dahası, Ankara’nın tam da Erivan’la ilişkileri “normalleştirme protokolleri”ni imzaladığı bir sırada, İsrail’in Türkiye’ye “Ermeni soykırımı” ile ilgili Washington’da verdiği –varsa- “desteği” kesebileceği, Türkiye’nin her yıl milyonlarca dolar ödediği Yahudi lobisinin aleyhe geçeceği şantajında bulunulmakta. İsrail, savunma sanayiinden silâh alımına varan geniş işbirliği ve anlaşmaları, hâlen devam eden ihâleleri, uluslararası kuralları hiçe sayarak Türkiye’ye karşı bir “koz” olarak kullanmakta…
SAVUNMA SANAYİİ İŞBİRLİKLERİ DURUYOR… İşin garip tarafı, Türkiye’nin yüzlerce milyon dolar verdiği “savunma ihâleleri”nin misilleme olarak iptal edileceği haberlerine karşı, Ankara’nın sessiz kalması… Bu durum, son yedi yıldır İsrail’e tank, helikopter ve uçak satın alan, savunma sanayii işbirliğini “stratejik müttefik” seviyeye ilerletip buna yeni silâh ihâleleri ekleyen, siyasî, ekonomik ve enerji alanlarında “işbirliği mutâbakatları”nı ileri taşıyan, anlaşmaları ileri taşıyan AKP iktidarının yaman çelişkisini ortaya çıkarmakta. Erdoğan’ın Davos’taki “one minute” çıkışının ardından hız verilen, aralarında insansız Ofek casus uydusu ve uçakları bulunan görsel istihbarat entegre sistemleri bulunan 140 milyon dolarlık ihâlenin, İsrail hükûmetince savsaklanma taktiği, bu açıdan dikkate değer… M-60 modernizayonu tank ihâlesi benzeri olup bitenler bir tarafa; AKP iktidarı döneminde Ankara, Sabra ve Şatilla mülteci kamplarında binlerce Filistinli çocuğu, yaşlıyı ve kadını katleden hâlen komadaki İsrail eski Başbakanı Şaron hükûmetiyle yaptığı, 5 Ekim 2004’te Resmî Gazete’de yayınlanan 20 maddelik “Türkiye Cumhuriyeti ile İsrail Devleti Ekonomik Mutâbakat Zaptı”nı yürürlükte tutuyor. Tarımdan tohumculuğa, hayvancılıktan sulamaya, kimyadan enerjiye, telekomünikasyondan turizme, güvenlik ve çevre teknolojilerinden danışmanlığa kadar geniş işbirliği ve ticarî alanları kapsayan, GAP ve KOP’u (Konya Ovası Sulama Projesi) kapsayan ve Tuz Gölü ve Orta Anadolu köylerini içine alan 7 Mart 2007’de Kudüs’te imzalanan “İsrail’le işbirliği” anlaşması işliyor. Yine AKP hükûmetince, Temmuz 2007’de hazırlanan, Karadeniz’i Kızıldeniz’e bağlayarak, petrol, doğalgaz, elektrik ve suyu İsrail’e taşıyacak “Akdeniz Boru Hattı fizibilitesi” devrede…
İSRAİL, İHÂLELERİ “KOZ” OLARAK KULLANIYOR… Bu arada Beyaz Saray’dan İsrail hesâbına“Türkiye, ayıp etti” tepkisi geliyor. Seçilmeden önce ve seçildikten sonra Gazze saldırısını tek kelimeyle kınamayan Obama’dan “bunun Türkiye’ye yakışmadığı” târizi geliyor. Ve İsrail Başbakanı Şalom, “Türkler akıllarını başlarına alsınlar!” diye “uyarıyor!” İsrail ordu radyosu, “casus uçakların verilmesi ertelenebilir!” diye resmen kafa tutuyor… Ne var ki kimse çıkıp, Suriye’nin Şam yakınlarındaki tesislerini bombalayan İsrail savaş uçaklarının boş yakıt tanklarını Türkiye topraklarına atmalarına Ankara’nın aylarca beklemesine karşı İsrail’den hiçbir açıklama gelmemesinin sebebini sormuyor. Keza Türkiye’nin dâvet edilmediği ve en ufak bir “teşekkür”ün bile esirgendiği “Annapolis” öncesinde Filistin Devlet Başkanı ile birlikte bir Müslüman ülke olarak ilk kez İsrail Cumhurbaşkanı’nı Meclisi’nde konuşturmasının ardından, Telaviv’in söz verdiği “Harem-i Şerif’teki yıkımı durdurma” sözünde durmamasına bir şey denmiyor. Ankara’nın gönderdiği akademik heyetin, “Mescid’ül Aksa çevresindeki kazıların İslâmî eserleri ve mirâsı tahrip ettiği”ni belirleyen raporu görmezden geliniyor. Diğer yandan İsrail, Gazze’de her türlü gıda ve ilâcı yasaklayan amansız ambargoya devam ediyor. Her bahaneyle hâla mâsum Filistin halkına saldırılarını sürdürüyor... Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Gazze’deki saldırılar karşısında Türkiye olarak sessiz kalamayacaklarını ve bu hassas ortamda İsrail ile askerî bir görüntü içinde olamayacaklarını belirtiyor. Ankara, yalnız “ortak tatbikatı” iptalle kalmamalı; başta Gazze’yi bombalayan İsrailli pilotların Konya ovasında eğitilmesi olmak üzere bütün askerî ve savunma işbirliklerini, silâh ihâlelerini iptal etmeli. Dürüst bir dış politika bunu gerektirir. Aksi halde İsrail’in her fırsatta bu işbirliğini “koz” olarak kullanacağı, tehdit ve şantaj aracı olarak istimal edeceği son örnekle ortada… 17.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
“Açılım” mektuplaşmanın gölgesinde kaldı |
Demokratik açılım ya da Başbakan Erdoğan’ın son grup toplantısında dediği gibi “millî birlik süreci” tartışmaları iktidarla anamuhalefet arasında yeni bir geleneğin başlamasına neden oldu. Seçimlerin ardından bir araya gelemeyen Tayyip Erdoğan ve Deniz Baykal, “Birbirlerinin yüzlerine bakacak halleri kalmadı” da mı bu yönteme başvurdular bilinmez, ama aralarında mektupla haberleşme siyaseti başlattılar. Bu yöntem, Erdoğan randevu için mektup göndereceğini söylemesinin ardından başlamıştı. Dört gözle mektubun gelmesini bekleyen Baykal, daveti “şartlı” da olsa kabul etti. Bu tarihten sonra da her iki tarafta mektup yolu gözler duruma geldi. Hafta başında başbakanlıkta bakanlar kurulu toplantısını yapılırken, dışarıda da gazetecilerin Baykal’ın cevabı mektubun heyecanı vardı. Baykal’ın koruma müdürü Başbakanlığa geldiğine adım adım hareketleri kaydedildi. Sonra da mektubun içeriğini alma telâşı başladı. Baykal, 6 sayfalık mektubunun sonunda, “Önümüzdeki bir hafta içinde bir gün önceden bildirmeniz halinde uygun göreceğiniz herhangi bir saatte CHP Genel Merkezi’nde sizi ağırlamaktan mutluluk duyacağım’’ diyerek Erdoğan’ın davetini kabul etti. Ancak bir şartı vardı: Görüşmenin bir kamera ile kaydedilmesi ve bu görüntülerin ileriki bir tarihte de yayınlanması… Gelinen noktada Erdoğan’ın bu mektuba vereceği cevap beklenirken, Erdoğan, Baykal ile yapacağı görüşme öncesinde görüşmenin nasıl olması gerektiğine dair bir telefon görüşmesi yapmak istediğini ifade etti. Erdoğan, görüşmenin tarihinin daha sonra açıklanacağını söyledi. Mektuplaşmaya alışan Baykal ise buna karşı çıktı. “Sayın Başbakan’ın telefon açma zahmetine katlanması için bir neden yoktur. Özel kalem müdürüne vereceği bir talimatla bize ziyaret gün ve saatini bildirmesi yeterli olacaktır” diye karşılık verdi. Şimdi de mektuplu siyaset yerine telefonla siyaset polemiği başlayacak gibi görünüyor. Kulislerde, “Baykal açılım tartışmalarının başlamasından sonra yaptığı eleştirileri demek ki kendisine mektup gönderilmediği için yapıyormuş” esprilerine neden oldu. Baykal’ın mektup heyecanını şu cümlesinden anlamak mümkün: “Ne zaman görüşmek isterse, sadece tarihi ve saati bir gün önceden söylemesi kaydıyla ben her zaman hazırım…” Anlaşılan o ki, önümüzdeki hafta içinde bu görüşme yapılabilir. Ancak kameralı mı, yoksa AKP’li bir yetkilin söylediği gibi her ki taraftan da “uzman” kişinin olacağı bir görüşme mi olur, şimdi bunun netleşmesi bekleniyor. AKP’li yetkililer “kameralı görüşme”ye sıcak bakmıyor. Grup Başkanvekili Mustafa Elitaş, “Kamera bölümüne gerek yok. Yoksa açık oturum olur. Enine boyuna kamuoyu önünde tartışılır. Baykal’ın talebi uygun bir talep değil. Kamera önünde görüşme yapılacaksa bu zaten TBMM Genel Kurulu’nda yapılır” dedi. “Demokratik açılım”a karşı olan Baykal öyle görülüyor ki, bunu kameralar önünde Erdoğan’ın yüzüne de söyleyerek siyasî rant elde etmenin telâşında. Tabanına mesaj verme durumu Erdoğan için de geçerli. Erdoğan demokratik açılım projesi ya da kendi deyimiyle “millî birlik süreci”nin devlet projesi olduğunu söylerken, “MGK’da görüşüldü, destek gördü. Muhalefetle görüşmek istedik. Meclis’teki bir muhalefet partisini bizi kabul dahi etmezken, diğeri böyle böyle yaptı” diyecek. Özellikle Baykal’ın mektubundaki mesajlara bakıldığında Erdoğan’ın demokratik açılımı destekleme yönünde olumlu bir cevap almayacağı kesin. Yani nafile bir görüşme olacağı şimdiden belli. Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın mektuplaşma olayına bakışı ise bunu ele veriyor. “Erdoğan ile Baykal’ın birbirlerine mektup göndermesi hakkında ne düşünüyorsunuz?’ şeklindeki soruya “En azından eski gelenekleri yaşatmaları bakımından önemli. Ancak mesaj da gönderebilirlerdi” cevabını vermiş. Yani sadece gelenek yaşatmak için… Yoksa amaç; üzüm yemek değil. Demokratik açılımın koordinasyonundan sorumlu İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın üç günlük Güneydoğu ziyaretini bile gölgede bırakan bu “mektuplu siyaset”, meseleyi normal seyrinden de çıkardı. Türkiye günlerdir mektupları tartışmadan işin özünden uzaklaştı. Bu yüzden de karşılıklı mektuplaşmaları bırakıp demokratik açılımla nelerin yapılacağı artık millete de anlatılmalı. 17.10.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Günü birlik Irak seferi |
Başbakan Erdoğan’ın Irak çıkartması yorumculara göre başarılı geçti. Dokuz bakan ve elli kişilik heyetle yapılan günübirlik ziyarette 44 değişik alanda mutabakat muhtırası imzalandı. Türkiye, Amerikan ordusunun Irak’tan çekildiği, ülkenin yeniden Iraklılar tarafından yönetilmeye başlanacağı bir yeniden inşa sürecinde komşusunun yanında yer alıyor. Ekonomik açıdan ticaret hacmi şu an yedi milyar dolar. 2011 yılında bu rakamın 20 milyar dolara ulaşması bekleniyor. Batı ülkeleri ülkenin yeniden imarından pay kapmak için büyük bir mücadele veriyorlar. Ancak Türkiye hem savaş sürecindeki politikası, tarihî bağlar ve din kardeşliği yönüyle, hem de coğrafî olarak avantajlı bir konumda. Halen önemli bir kısmı Kuzey Irak’ta olmak üzere onlarca Türk şirketi bu ülkede faaliyet gösteriyor. Türkiye’nin Irak’tan beklentileri bu ziyarete damgasını vurdu. Başbakan Erdoğan, ısrarla Kerkük’ün statüsü üzerinde durdu. BM ve Malikî hükümeti dahil bütün taraflar gibi Türkiye de –diğer taraflardan farklı olarak Türkmen nüfusu da dikkate alarak- Kerkük’ün yönetiminin, Kuzey Irak Yönetiminin nüfus yığma politikasıyla demografik yapısı bozulan Kerkük halkı tarafından değil, Irak merkezî hükümeti tarafından belirlenmesini istiyor. Ancak Kuzey Irak Yönetiminin ise böyle bir çözümü kolayca kabullenmeyeceği aşikâr. Öbür yandan PKK terörü noktasında hem Malikî hükümeti hem de Kuzey Irak Yönetimi ile işbirliğinin güçlendirilmesi ülkemizin hedeflerinden birisi. Ancak ziyarette Iraklı parlamenterlerin mecliste yeni kabul edilen sınırötesi harekât tezkeresinden rahatsızlıklarını dile getirdikleri görüldü. Heyetimiz ise tezkerenin amacını açıkladı. Irak’ın ise Türkiye’den en büyük beklentisi su. Ülkede baş gösteren kuraklık binlerce ailenin ülke içi göçüne sebep oldu. Başbakan ortalama 550 metreküp su verildiğini, bunun Atatürk Barajındaki su seviyesinin yüzde ona düşmesine rağmen sürdürüldüğünü vurguladı. Daha önce üç ülkenin temsilcilerinden kurulan ortak komisyon su sorunlarının çözümü konusunda çalışmalarını sürdürüyor. Ancak bu olumlu görüşmeler ve imzalanan mutabakatların uygulanması noktasında önemli bir sorun var. Irak’ta gelecek Ocak ayında genel seçim var. Bu seçimlerin sonuçlarını şimdiden kestirmek mümkün değil. Seçim kampanyalarının kana bulanması, seçim sonrası gerek meclis gerekse ülkede kaos havası oluşturulması, istikrarın sağlanmasının gecikmesi beklenebilecek olumsuz ihtimaller arasında. Irak ile Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun ifadesiyle ‘işbirliği değil entegrasyon’ hedefine doğru atılan adımlar hepimizi mutlu edecektir. Yıllar boyu kan ağlayan dost Irak halkının yeniden huzura ve refaha kavuşmasını dört gözle bekliyoruz. Bölgede Türkiye’nin başı çektiği ve İsrail’i çok rahatsız eden dostluk ve işbirliği havasının yayılması ve diğer Ortadoğu ülkelerini de sarması en büyük temennimiz. Medeniyetlerin beşiği olan Ortadoğu bu huzur ve refahı fazlasıyla hak ediyor. 17.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Selim GÜNDÜZALP |
|
ÇAĞIRIYOR! |
Kimi? Neye, nereye? Çağırıyor… “Oku” diyor, çağırıyor. Gözü üzerimizde. İlk insandan bugüne kadar, bütün insanların her hâlini, düşebileceği her durumu görüyor, gösteriyor. Çıkış yolunun ve çözümün nerede olduğuna da işaret ediyor. Biz duyalım, duymayalım, “O” devamlı çağırıyor. Dâveti hiç bitmiyor. Tarih önümüzde, insanlık kitabı da karşımızda. Doğruyu ve yanlışı öyle emin ve öyle gerçek çizgilerle anlatıyor ki, çağrısına uymamak, kaybetmek demek, ya da kaybolmak... Yüreğimizi yakacak pişmanlığın adım adım her safhasını biliyor, bildiriyor. Girdiğimiz yolun sonunun, nereye çıkacağını bilip, bizi daha baştan uyarıyor. Hiçbir insan, tarihin hiçbir döneminde yalnız bırakılmamış. Ulvî bir kılavuz, İlâhî bir kitap, ya da harika bir ilham nurunun yardımıyla korunmuş. Hep güzele, iyiye, doğruya çağırmışlar insanı. İçinden ve dışından bu sesler, hep yükselmiş, hiç kesilmemiş. Devamlı uyarılmış, sürekli çağrılmış insan. Bazen uymuş bu dâvetin sesine, bazen kulak tıkamış. Yollar dümdüz değil, engeller çok. İçten ve dıştan saldırmaya hazır düşmanlarımız çok. Şeytanın orduları, bazen dost şeklinde gözüküp öyle aldatır insanı. Ayartmanın her türlüsü söz konusu. Ama insan hiç yalnız kalmamış. İmam Gazalî; “Hakikatlere ermek, daima delil ile olur zannedenler, Allah’ın geniş ve sonsuz hikmetini daraltmış olurlar” diyor. Hele insan hayra ve güzelliğe doğru bir adım atsın, ne açık kapılar bulacaktır önünde. Uzak mesafelere ulaşmak, yakın mesafeleri aşmakla mümkündür. Başarı, boş duranın değil, çalışanın hakkıdır. Yüksek bir idealden feyiz almadıkça, hakikate götüren en kısa yol olan o nuranî yolu izlemedikçe, mutlu sona ulaşması zor insanın. Kitabın çağrısı hiç bitmiyor ve bitmeyecek. Allah’ın büyük bir lütfudur bizlere Kur’ân-ı Azîmüşşân. O yüce kitap ki, bizi, insanları hiç yalnız bırakmıyor. Onun çağrısına hangi durumda ve mekânda olursak olalım, uymadıkça, gerçek mutluluğu tadamayacağız. Huzurun hasını ve âlâsını asla bulamayacağız. Kur’ân’ın rehberliğinde değişen hayatları, hidayete erenleri çok duymuşsunuzdur. Aslında her an, imanın tazelenmesiyle, ruhun cenneti olan hidayet nimetine hepimiz muhtacız. Hava gibi, devamlı o nimeti içimize çekmedikçe yaşamak zordur, azab olur. Kur’ân çağırıyor. Anlaşılmayı, okunmayı, yaşanmayı bekliyor. Bu çağrıya geç de olsa uyup, sıkıntı ve huzursuzluktan kurtulmalıyız. Ondan uzak kalmanın, okuyamamanın acısını hep söylüyoruz, dile getiriyoruz, itiraf ediyoruz. Fakat belli vakitlerin dışında, bu cennet iklimine dâvetli olduğumuz hâlde, bir türlü tam lâyıkıyla geçip giremiyoruz. Nedendir acep? Samimî bir niyet, tam bir iştiyak ve ihtiyaç hissetmedikçe, bunun gerçekleşmesi zor görünüyor. Pişmanlığımızın sürüp gitmesine izin vermemeliyiz. O bizi, bize lâzım olan bilgiye çağırıyor. O bilgiyi yaşamaya dâvet ediyor. Zaten insanın bilgisayardan üstünlüğü de, bildiklerini yaşaması değil mi? İmam-ı Şâfî; “İlim, sadece öğrenilen değil, yaşanılandır. Yaşanılmayan ilim, geçmeyen para gibidir” diyor. Evet, dağınıklığımızı toparlayacak, kapalı yollarımızı açacak, zihnî ve fikrî derinliğimizi bize tekrar bahşedecek olan tek yol, O’nun dâvetidir ve O’nun çağrısıdır. Kulaklarımızın pasını silmek, bir gönül doktoruna uğramak için, risâlelerin şefkatli sayfalarına sığınmak vaktidir. Kalbî ve ruhî takfiyemizi, tam ihtiyacımızı hissederek okuyup, bir çıkış yolu bulabiliriz. Bu yol önümüzde açık duruyor. Kur’ân, kendi hayatını yaşamakta olan insanların başlarından geçen herhangi bir tarihî hadise gibi gelip geçmiş bir olay değildir. Bir toplum, bir devir, hatta dünya, onun gelişi için özel olarak hazırlanmıştır. Bu hazırlıkların bir kısmı yüzyıllarca sürmüş, nihayet şartlar tamamlanınca Kur’ân gelmiş ve yapacağı her şeyi birer birer yapmıştır. Kur’ân, çağlara sığmayacak değişimleri, bir insan ömründen de kısa bir zamanda gerçekleştirmiştir. Kur’ân’ın insanlık âlemi üzerindeki etkisini incelerken, bir noktayı dikkatten uzak tutmamak gerekir. Bu etki, iki taraflı bir uyum ve hazırlığın sonucudur. Bunların bir tarafında Kur’ân, diğerinde ise onu benimseyen insanlar vardır. Onlar, işittikleri sözü anlamaktan da öte, onun meziyetini fark edebiliyor, işittikleri anda, o kelâma vuruluyorlardı. Ünlü Arap dilcisi el-Asmaî, çok güzel şiir okuyan bir kız çocuğunu takdir ettiği zaman, kızın cevap olarak; “Bu da bir şey mi?” deyip, Kur’ân’dan şu âyeti okuduğunu: “Böylece Musa’nın annesine ‘Onu emzir’, diye vahyettik. Başına bir şey gelmesinden korktuğun zaman onu deryaya bırak. Korkma ve üzülme; biz sana onu kavuşturacağız ve onu peygamber yapacağız.” (Kasas Sûresi, Âyet 7) ve “Bu âyette iki emir, iki yasak, iki haber, iki müjde var. Allah’tan başka kim bunları iki satırda toplayabilir?” dediğini anlatıyor. Daha çocukluk çağlarında bile kelâmın meziyetlerini ayırt etmeyi refleks hâline getirmiş bir toplum, Kur’ân’a karşı ilgisiz kalamaz. İnanmayanlar bile onun tiryakisi olmuşlardır. Birbirlerinden habersiz Kur’ân’ı dinlemeye giderlerdi, yeri geldiğinde secdeye kapanırlar, secde etmeyi gururuna yediremeyenler, yerden toprak alıp alnına sürerlerdi. Eğer Kur’ân, sözün değerini bilmeyen bir topluma inmiş olsaydı, her halde bu etkisini gösteremezdi. Yağmur, rahmet ve hayat getirir; ama yağdığı toprak, toprak olursa. Hele bir de o yağmur, tohumla buluşursa, insanlık ne baharlar görür, ne mevsimler yaşar. Tıpkı Saadet Asrı’nda olduğu gibi. Kur’ân’ın âşıkları hiçbir zaman eksik olmadı. Onu okurken, nefes alır gibi, su içer gibi okumalıyız. Mu'cize arayanlar için başka bir şeye ihtiyaç var mıdır? Kur’ân’ı okuyan, onun sesinden huzur ve sükûn kokusu alır. Hükümdarla köleler onun önünde diz çöker, dersini dinlerler. İlim arayan ondan alır, adalet isteyen ona yönelir, mutluluk arayan onda bulur, ahlâkı çirkin olan ve onu güzelleştirmek isteyen, dersini ondan alır. Bu dünyada ne aradığını öğrenmek isteyen, cevabını onda bulur. Kim olursa olsun, saf bir ruhla ona yönelen, Âlemlerin Rabbi’yle baş başa bir sohbet hâlinde olduğunu bilir. Aslında insana okumak, anlamak, konuşmak, yazmak bunun için öğretilmiştir; beyan nimeti bunun için verilmiştir. Onun içindir ki hayatımızın en önemli yerinde bulunması gereken şey hiç şüphesiz Kur’ân-ı Kerim’dir. Onun herhangi bir sayfasını açan, hangi ihtiyaç ile ona başvurmuş olursa olsun, kendisine yarayan şeyleri bulur mutlaka, eli boş dönmez. Ama şu da bir gerçek ki, dünya nasıl Kur’ân’ın inişi için hazırlandıysa, bizim de önce kendi özel dünyalarımızı onun için hazır hâle getirmemiz gerek. Kur’ân, açıklayan bir kitap olduğu kadar, açıklanan bir kitaptır da. Onun en önemli açıklayıcısı ise kendisidir. Kur’ân, sahabelerin yaptığı gibi yaşanarak anlaşılacaktır ancak. Bunun sonucu ise sadece Kur’ân’ı anlamak değil, hayatı da anlamaktır. Hayatı doğru bir şekilde anlamak ve yaşamak için, Kur’ân’dan başka bir dâvet, ondan başka bir çağrı ve kaynak yoktur. Her nimet, bir fiyat ister; Âlemlerin Rabbi’ne muhatap olmanın şuuruna varmak ve bu duyguyu ayakta tutabilmek, O’nun kitabına ve hitabına gereken değeri vermeye bağlıdır. Her zaman ve O’na da tam el açacağımız an, ne engeller çıkar karşımıza, sormayın… “Ayda yılda bir namaz, onu da şeytan komaz” demiş ya eskiler, aynen öyle. Dünyevî ve lüzumsuz birçok meselenin ağırlığı altında ezilen fikir ve ruh dünyamız, ciddî bir temizlik istiyor. Bembeyaz bir sayfada, bir küçük siyah nokta hemen kendini gösterdiği gibi, Kur’ânî yolun mânevî havası da en küçük bir lekeyi kaldırmıyor. O zaman, mazhar değil, memer oluyoruz. Borunun içinden giden su gibi, fikirler üstümüzden akıp gidiyor. Evet, bir yerlere ulaşıyor ama bize bir fayda temin etmiyorsa, içinden geçtiği boruya bir yararı olmuyorsa suyun, biz sadece arada taşıyıcı oluyoruz. Oysa o bilginin bizim içimizde de yeşermesi ve kök salması gerekir. Rabbim, bu ihtiyacımızı görüp, perişanlığımızı hayra dönüştürmenin yollarını açsın İnşallah. Kur’ân’la ve Nurlarla yeniden haşir neşir olmamızı, nurânî bir iklimin içine girmemizi, cümlemize nasip eylesin. Allah’ım! Kuru bir dilekten ve niyetten öteye, bu ihtiyacımızı tam yürekten yaptığımızı biliyorsun. Sana her şey ayan beyan. Kitabının dâvetine, çağrısına uymayı, okumayı, yaşamayı azmeyleyen, cezmeyleyen kullarından eyle. Âmin… Sahilde duranın ya ayakları dalgalara değer, ya da eline çer çöp geçer ancak. İnci, ondan öteye. Kur’ân denizine dalmalı. Sahilde oyalanmamalı. “Hû” diyelim, Bismillah ile. Yolumuzu, ruhumuzu aydınlatacak bu denize, bin bir istifadenin temini için biz de girelim, dalalım, gavvas olalım. “Kur’ân’a daldım, gafletten uyandım” diyenlerden biri de niye biz olmayalım?... Ne güzel der Bediüzzaman: “… Kur’ân’da öyle bir göz vardır ki, o göz bütün kâinatı zâhir ve bâtını ile vâzıh, göz önünde bir sahife gibi görür, istediği gibi çevirir, istediği bir tarzda o sahifenin mânâları söyler.” (Sözler, 385) “Ve yine Kur’ân’ın içinde öyle bir göz var ki, bütün kâinatı görür, ihâta eder ve bir kitabın sahifeleri gibi kâinatı göz önünde tutar, tabakatını ve âlemlerini beyan eder. Bir saatin san’atkârı nasıl saatini çevirir, açar, gösterir, tarif eder. Kur’ân dahi elinde kâinatı tutmuş, öyle yapıyor.” (Mektubat, 188) İnsanın doğruyu ve hidayeti bulması nimet olduğu gibi, onda devam edebilmesi de büyük bir nimettir. Çünkü insan kalbi daima değişebilmektedir. Kalbimizin haktan sapmaması için Peygamber Efendimiz'in (asm) şu duâlarına biz de gönülden âmin diyelim: “Ey kalplere sebat veren Allah’ım, kalplerimizi dinin üzere sabit kıl.” (İbn-i Mâce) “Ey kalpleri çeviren Allah’ım, kalbimi dinin üzere sabit kıl.” (Tirmizî) “Allah’ım! Kalbimi nurlandır, gözümü nurlandır, kulağımı nurlandır, sağımı nurlandır, solumu nurlandır, üstümü nurlandır, altımı nurlandır, önümü nurlandır, arkamı nurlandır. Nurumu azîm kıl.” (Buhârî) 17.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Bir ahiret azığı |
Allah’ın duâ, tevbe ve istiğfarları kabul ettiği bir kısım özel vakitler vardır. Bunlardan biri de seher vakitleridir. Müslim’de yer alan bir hadis-i şerifte Cenâb-ı Hakk’ın gecenin ilk üçte biri geçinceye kadar kula mühlet vereceğini, ondan sonra da yakın semâya rahmetiyle inip, “Melik benim, Melik benim. Kim bana duâ edecek?” diye seslendiğini belirtir. Buhârî’deki rivayet biraz daha geniştir. Her gece, Rabbimizin gecenin son üçte biri girince, dünya semasına rahmetiyle inip, “Kim Bana duâ ediyorsa ona icabet edeyim. Kim Benden bir şey istiyorsa ona vereyim, kim Bana istiğfarda bulunursa ona mağfiret edeyim” buyurduğunu bildirir.1 Kulluğun özü duâ olduğuna ve sonsuz ihtiyaçlarımız bulunduğuna göre işte en güzel icabet vakti! Bilerek bilmeyerek işlediğimiz hata ve kusurlarımız için işte en güzel istiğfar vakti! Üstelik Rabbimiz dâvet ediyor bizleri. Şüphesiz her an, her saat Cenâb-ı Hakk’a ihtiyaçlarımızı arz etmenin, duâ ve istiğfar etmenin vakitleri. Ancak seher vaktinin çok büyük ve özel önemi var kullukta. Seher vakti yapılan ibadet ve duâların faydaları saymakla bitmez. Her şeyden önce en makbul şükür vakitleridir bu vakitler. Allah Resûlü’nün (asm) bu vakitleri ibadetle, duâ ile, istiğfarla geçirdiğini biliyoruz. Allah’ın sevgili kullarının uyanık olduğu vakitlerdir bu vakitler. Kur’ân’da Cennetlik makbul kulların özellikleri anlatılırken seherlerde ibadet ettiklerinden bahsedilir.2 Seher vakitleri Allah’ın sevgisini kazanmaya vesiledir. Ahiret azığıdır bu vakitte yapılan ibadet, duâ ve istiğfarlar. Dokuzuncu Söz’de belirtildiği gibi kabir gecesinde ve berzah karanlığında lüzumlu bir ışıktır bu vakitte kılınan namaz. Allah Resûlü (asm) geceleri herkes uykudayken yapılan ibadetin Cennete esenlik içinde girmenin vesilesi olduğunu bildirmişlerdir.3 Bu vakitlerde yapılan ibadet ve duâlar aynı zamanda şifa kaynağıdır, mânevî hastalıklarımız için birer ilâç, yaralarımız için birer merhemdir. Çünkü Allah Resûlü (asm) gece ibadetini tavsiye ederken bu ibadetin sadece önceki seçkin insanların âdeti olduğu için değil, aynı zamanda Allah’a yakınlık, günahlara kefaret, hastalıkları tedavî edici ve kötülüklerden alıkoyucu olduğunu bildirmişlerdir.4 Büyüklerden Atebetü’l-Gulam, önceki hayatına bir tekme atıp Allah yoluna girmiş, yorulurcasına kendini ibadete, dine hizmete vermiş, geceleri kalkıp ibadet, duâ ve istiğfarla vaktini değerlendirmeye başlamıştı. Onun bu yorucu gayretini gören annesi dayanamamış, anne şefkatiyle, “Kendine biraz acısan ey evlâdım!” dediğinde, “Bırak anneciğim, sonsuz bir hayatın saadeti için şu kısacık dünya hayatında birazcık yorulayım”5 diye cevap vermişti. Demek sonsuz hayata hazırlık için önemli azıklardan biri de gece yapılan ibadet, duâ ve istiğfarlar…
Dipnotlar: 1- Buhârî, Tevhid: 35; Teheccüd: 14; Daavât 13; Müslim, Salâtu’l-Müsâfırin: 166; Muvatta, Kur’ân: 30; Tirmizî, Daavât: 80; Ebû Dâvud, Salât: 311. 2- Zariyat Sûresi: 18. 3- Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyame: 42; İbni Mace, İkàmü’-Salât: 174. 4- Tirmizî, Daavat: 101. 5- Şaranî, Tenbihü’l-Muğterrin, s. 115. 17.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Bediüzzaman 100 yıl önde! |
Hâlâ Ermeni-Türk (Müslüman) düşmanlığının yapıldığı, Ermeni açılımının tartışıldığı günümüzden 100 sene önce Bediüzzaman, “Size bunu katiyen söylüyorum ki, şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir (bağlıdır, ilgilidir, ancak onunla mümkündür)”1 demiştir. Ve dostluk, diyalog gibi ince ve hassas meselelerde, şu hassas ölçüyü getirir: “Fakat mütezellilâne dost olmak değil, belki izzet-i milliyeyi (milletin izzeti, şerefini) muhâfaza ederek, musâlaha (barış) elini uzatmaktır.” Zaten düşmanlığın hiçbir faydası yoktur. Zira, düşmanlık, korkuyu, korku endişeyi, gerginliği, sıkıntıyı getirir. Ayrıca, bütün yatırımları korkunun ve düşmanın izâlesine yatırmaktır! Yani, eğitime, sağlığa vs. gidecek yatırımların, askere, silâha yatırılmasıdır. Buna binâen, “Türkün Türkten başka dostu yoktur!” sözü, dehşetli bir korkuyu, sıkıntıyı pompaladı bu millete 80 yılı aşkındır… Şimdi, cümlelerin devamındaki şu muhteşem psiko-sosyal teşhise ve tesbite bakınız: “Hem de, onlar (Ermeniler) uyanmışlar; siz uykudasınız, rüyâ görüyorsunuz. Hem de, fikr-i milliyette müttefik ve kavîdirler (milleti düşünmekte birlik olup, güçlendiler); siz, ihtilâfla şimdilik boşsunuz, hem de galebe etmek istiyorsunuz. Onlar sizi mağlûp ettiği silâh ile, yani akıl ile, fikr-i milliyetle, meyl-i terakkî (ilerleme meyli) ile, temâyül-ü adâlet (adalete yönelmek) ile mağlûp edebilirsiniz. Bence şimdi kılıç vuran, o kılıncın aksi döner, yetimlerine dokunur. Şimdi galebe (üstünlük) kılıç ile değildir. Kılıç olmalı, lâkin aklın elinde. Hem de dostluğun sebebi vardır. Zîrâ komşudurlar. Komşuluk, dostluğun komşusudur. Hem de onlar uyandılar, dünyaya yayıldılar, terakkiyât (ilerleme/yükselme) tohumlarını topladılar; vatanımızda ekecekler. Bizi medeniyete mecbur, terakkîye îkaz, bizdeki fikr-i milliyeti hüşyâr ediyorlar (uyandırıyorlar). “İşte şu noktalara binâen, onlarla ittifak etmek lâzımdır. Hem de bizim düşmanımız ve bizi mahveden, cehâlet ağa, oğlu zaruret (çaresizlik/yoksulluk) efendi ve hafîdi (torunu) husûmet (düşmanlık) beydir.”2 Ne çıktı bu birkaç paragraflık tesbitlerden, teşhislerden: * Barış, * Dostluk, * Yükselme, ilerleme, * Akıl, ilim, birlik ve beraberlik. Peki, demokratik açılımdan Ermeni açılımına kadar, Bediüzzaman kaç yıl önde? Tam 100 sene… Peki, açılımda samimî olan, ciddî olan bir zihniyetin, yalnızca “Said Nursî” ismini zikredip, orada durması kâfî mi? Bediüzzaman’ın ismini zikredip, yüz sene önce teklif ettiklerini—güncelliğini, tazeliğini, geçerliliğini koruduğu halde—millete mâl etmek için çabalamamak kâfî mi? Hadi çabadan vazgeçtik, hiç olmazsa statükonun, çıkar çevrelerinin isteklerine boyun eğmese… Bu devlet barış, dostluk istiyorsa, önce vatandaşı ile barışmalı, dostluk kurmalı. Başörtülü ile, Kur’ân kursuna gitmek isteyen 12 yaşından küçüklerle barışmalı, dostluk kurmalı? Ermeni açılımına evet, ama önce vatanda açılım!
Dipnot: 1- Münâzarât, s. 67-70, (yeni tanzim, s. 163.) 2- A.g.e. 17.10.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Varlıklar Allah’ın varlığını bildirirler |
Mustafa Bey: “Mesnevî-i Nûriye’nin 54. sayfasında yer alan, ‘Ve kezâ kevn ü vücudda, imkân, kesret, infiâl mertebeleri vardır. İmkân mertebesi, vücub mertebesine bakar ve onu istilzam eder. Kesret mertebesi, vahdet mertebesine nâzırdır, onu iktizâ eder. İnfiâl mertebesi, fâiliyet mertebesine mütevakkıftır. Bu mertebeler arasındaki istilzam, bizzarure vâcib, vâhid, faal bir Hâlık’ı iktiza ve istilzam eder’ cümlesini izah eder misiniz?” Bedîüzzaman Hazretleri bahsedilen bu yerde, varlıkları iki cephede ele almıştır. 1-İmkân, kesret ve infiâl cephesi. Bu cephe yaratılmışların cephesidir. Burada her bir varlık, varlıkla yokluk ihtimallerini birlikte taşır. Burada her bir varlık, çokluklar arasında kendisine biçilmiş bir yerdedir. Burada her bir varlık, tasarruf edilmeye, yönlendirilmeye ve şekil verilmeye hazır bulunmaktadır. Bu cephe, içinde yaşadığımız ve meyvesi bulunduğumuz kâinâttır. 2- Vücub, vahdet ve fâiliyet cephesi. Bu cephe ise, Yaratıcının cephesidir. Eğer yaratılmışlardan söz ediyorsak, Yaratıcının varlığı vâciptir, yani zorunludur. Varlıkla yokluk arasında bocalayan varlıkları “var kılan” kudret, emir ve irâde; elbette öncelikle ve zorunlu gereklilik derecesinde vardır. Eğer bir çokluktan söz ediyorsak, bir birlik söz konusudur. Eğer bir yapılma işinden, düzenlenmekten ve yönlendirilmekten söz ediyorsak, bir yapan, bir düzenleyen ve bir yönlendiren yine zorunlu olarak var olmalıdır ve vardır. İşte bu mertebeler arasındaki zorunlu bağ, zorunlu olarak var olan, bir olan, iş ve eylem sahibi olan Hâlık Teâlâ’yı bildirir, kör olmayana gösterir.1 Nitekim Cenâb-ı Hak, kâinatta bütün işleri ve fiilleri yapan, bütün oluşumları yaratandır. Cenâb-ı Hak; hayatı vermekten ölümü takdir etmeye, hastalıktan şifaya, rızıklandırmaktan güzellikleri tanzim etmeye, bitkilerin büyümesinden ve çoğalmasından hayvanların yaratılışına, yağmurun gönderilmesinden pınarlarda suyun kaynamasına, toprağın sükûnetinden yer kabuğunun zelzelesine, dünyanın dönmesinden güneşin ışık ve ısı vermesine, güneş sisteminin hareketlerinden galaksilerin ve yıldızların seyirlerine kadar kâinâtta ne kadar fiil ve eylem varsa, ne kadar faaliyet ve iş varsa, ne kadar hareket ve bereket varsa, ne kadar “yapma işi ve fiili” varsa hepsinin, yani tekvînî fiillerin tamamının yapıcısı, yaratıcısı ve Fâilidir. Cenâb-ı Hak dilediği gibi faaliyet yapar, faaliyetleriyle her şeyi kuşatır, hiçbir şey Kendisini hiçbir faaliyetten alıkoyamaz. Cenâb-ı Hak irâde ettiği her şeyi bir emirle ânında yapar, bütün oluşumlar ve varlıklar âlemi Allah’ın faaliyetlerinin şâhididirler. Kâinâtta gördüğümüz baş döndürücü faaliyetler, Cenâb-ı Faal-i Hakîm’in sonsuz tasarruflarının her an dilediği gibi devam ettiğini göstermektedirler. Bu mevcûdâtta işleyen fiillerin hadsiz intizam ve hikmet dillerinin Cenâb-ı Hakk’ın varlığına ve birliğine hadsiz şâhitler olduğunu beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, kâinâttaki bütün varlıkların, hadsiz intizam dilleriyle ve hikmet parmaklarıyla gösterdikleri Allah’ı bilmemenin veya inkâr etmenin çok büyük bir cehâlet ve târif edilmez bir dîvânelik olduğunu, hattâ dünyada en ziyâde hayret edilecek bir şey varsa onun da bu inkâr olduğunu; hattâ kâinâtın vücudunu inkâr eden Sofestâîlerin bu noktada akla daha çok yaklaştıklarını, çünkü kâinâtı ve kendini inkâr etmenin, Allah’ı inkâr etmekten daha akıllı bir iş olduğunu kaydeder.2 Saîd Nursî Hazretlerine göre, mevcûdâttaki her bir icat fiili, bütün fiillerin kendi Fâilinin fiilleri olduğunu ispat eder. Çünkü her bir eser, bilhassa hayat sahipleri, kâinâtın küçük bir misâlini, âlemin bir çekirdeğini ve dünyanın bir meyvesini teşkil ederler. O küçük misâli, o çekirdeği ve o meyveyi îcad eden, bütün kâinâtı îcad edenden başkası değildir. Çünkü meyvenin mûcidi, ağacın mûcidinden başkası olamaz. Bu durumda her bir eser, bütün eserleri kendi Müessirine verdiği gibi; her bir fiil de bütün fiilleri kendi Fâiline vermektedir. Çünkü her oluşum ve yaratılış fiili, bütün varlıkları kuşatacak derecede geniş ve zerreden yıldızlara kadar uzun bir Yaratıcılık kânûnunun ucu olarak görünmektedir. Demek o küçük fiilin sahibi kim ise, zerrelerden yıldızlara kadar bütün âlemdeki fiillerin tamamının Fâili de O’dur.3 Bedîüzzaman Hazretlerine göre âlemde sonsuz derecede cereyan eden ve yalnız Allah’a ait olan oluşum fiillerini sınırlayan, yine yalnız Allah’ın hikmet ve iradesi ve varlıkların kabiliyetleridir.4 Her an varlıkla yokluk ihtimali içinde olan bütün varlıkların var olmalarının vücub hakikatini, yani Allah’ın zorunlu olarak var olması hakikatini gösterdiğini; infiâlin, yani “yapılmaya mâruz kalma” işinin bir fiili gösterdiğini; yaratılmışlığın, bir Hâlık’ı bildirdiğini; çokluk ve bir araya getirme işinin de bir ve tek olan Allah’ı gösterdiğini beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, bu vücub, fiil, hâlıkiyet ve vahdet hakîkatlarının gâyet açıklıkla, netlikle ve zarûretle sonradan olan varlıklara benzemeyen, yapılmış olmayı kabul etmeyen, çok olmayan, biriktirilmiş bulunmayan ve yaratılmış olmayan Allah’a delâlet ettiğini kaydeder.5
Dipnotlar: 1- Mesnevî-i Nûriye, s. 54 2- Lem’alar, s. 309 3- Mektûbât, s. 320 4- Şuâlar, s. 142 5- Sözler, s. 619 17.10.2009 E-Posta: [email protected] |