Selim GÜNDÜZALP |
|
İnsan eğer insan olmazsa, şeytan bir hayvana inkılâp eder |
Her şey güzel. Allah yapar da, O yaratır da, ne güzel olmaz? Aldığımız hava güzel, yürüdüğümüz toprak güzel, yaşadığımız dünya güzel, her şey ama her şey güzel. Güzelliğin kaynağı güzel. Güzeller güzeli Rabbimiz var. Şükürler olsun Rabbimize... Söylettiği, öğrettiği kelimelere de şükürler olsun.
Peygamberimizin (asm) diliyle bildirdiği o güzellikler de güzel. Salât-u selâm da güzel… “La ilahe illallah Muhammedün Resulullah” kelime-i kudsiyesi de güzel.
Yok... Hiçbir yerde yok. Hiçbir devirde, hiçbir topluluğun elinde böyle bir güzellik yok. Allah (cc), insanın diline yakışan kelimeleri, onun fıtratına uyan sözleri, keremiyle, lütfeylemiş. Bu ümmete nasip eylemiş. İnananlar, inandıkları şeyde nasıl ittifak halindeyseler, onu ifade eden sözlerde de bir ve beraberler.
İnanmayanların, reddedenlerin, bir fikri kabul etmeyenlerin üzerinde anlaştıkları bir kelime var mıdır? Duydunuz mu, gördünüz mü? Hangi filozof ya da felsefeci insanları ortak bir düşüncenin, bir fikrin ve bir sözün etrafında toplayabilmiştir? Var mı böyle bir şey. Yok tabiî.
Bediüzzaman Hazretleri’nin o güzel ifadesiyle:
“Evet, birşeyi dünyada var desen, yalnız o şeyi göstermek kâfi gelir. Eğer yok deyip nefyetsen, bütün dünyayı eleyip göstermek lâzım gelir ki, tâ o nefiy ispat edilsin. İşte bu sırra binaen, ehl-i küfrün bir hakikati nefyetmesi ise, bir meseleyi halletmek veyahut dar bir delikten geçmek veyahut bir hendekten atlamak misalindedir ki, bin de, bir de, birdir. Çünkü birbirine yardımcı olamaz. Fakat ispat edenler nefsü’l-emirdeki hakikat-i hale baktıkları için, müddeâları ittihad ediyor. Kuvvetleri birbirine yardım eder. Büyük bir taşın kaldırmasına benzer ki, ne kadar eller yapışsa daha ziyade kaldırması kolay olur ve birbirinden kuvvet alır.” (On Yedinci Lem’a, 125)
İnkârın ortak bir noktası yok. Bir değil, milyon değil, milyar da bir araya gelse, bir şeyi inkâr edenlerin, yani kabullenmeyenlerin varlığı hiç hükmündedir. Yine Üstadın o güzel ifadesiyle:
“İspat edicilerin dâvâları ittihad ediyor, birbirinden kuvvet alır. Çünkü gökteki hilâl-i Ramazan’ı görmeyen der ki: ‘Benim nazarımda ay yoktur; benim yanımda görünmüyor.’ Başkası da ‘Nazarımda yoktur’ der. Daha başkası da öyle der. Herbiri kendi nazarında yoktur der. Herbirinin nazarları ayrı ayrı ve nazara perde olan esbab dahi ayrı ayrı olabildiği için, dâvâları da ayrı ayrı olur, birbirine kuvvet veremez.” (On Yedinci Lem’a, 125)
İnanan insanların topluluğu, yemyeşil ağaçların meydana getirdiği ve rahmetin üzerlerine dolu dolu yağdığı mübarek bir güzelliktir. Birliktelik vardır, birliktelikte rahmet vardır. Bu dünya, bir olan Allah’a inananlar ve hak olan bir dâvâya gönül verenler için vardır. Peki, diğerleri niçin vardır?
Onu da yine aynı bahsin bir üstünden, Üstadımızdan dinleyelim:
“İnsan eğer insan olmazsa, şeytan bir hayvana inkılâp eder. İnsan, bazı frenkler ve frenkmeşrepler gibi ihtirâsât-ı hayvâniyede terakki ettikçe, daha şiddetli bir hayvâniyet mertebesini alır. Sen görüyorsun ki, hayvânâtın kemiyet ve adet itibarıyla hadsiz bir çokluğu varken, ona nispeten insan gayet az iken, umum envâ-ı hayvânat üstünde sultan ve halife ve hâkim olmuştur.
“İşte, muzır kâfirler ve kâfirlerin yolunda giden sefihler, Cenâb-ı Hakkın hayvânâtından bir nevî habislerdir ki, Fâtır-ı Hakîm onları dünyanın imârâtı için halk etmiştir. Mü’min ibâdına ettiği nimetlerin derecelerini bildirmek için, onları bir vâhid-i kıyasî yapıp, âkıbetinde, müstehak oldukları Cehenneme teslim eder.” (On Yedinci Lem’a, 124)
Anadolu’nun orta yerinde tek başına yaşayan bir çınar ağacı olmaktansa Karadeniz kıyılarında bir maki topluluğu olmak ve o gümrah yeşilliğin içinde yer almak yakışır inanan insana. Çünkü yağmuru ve rahmeti, ulu olan ağaçlar değil, küçük de olsa bir araya gelen ağaçlar çeker. Sürekli yeşildir oraları, sürekli yağmurun ve rahmetin bereketi altındadır.
Bir küçük adım, Allah yolunda atılmış ise büyüktür. Allah’ın sevdiği ve istediği bir amel asla küçük olamaz.
Mü’minin yüreği o kadar beyazdır ki, bir gri bulutun gölgesinden bile üşür, kirlenebilir. Kirlenen yüreğini ve dilini selâmla tazeler, selâmla yeniler. Kâinata, her yere salar, gönderir o güzel sözü. Hayata yeniden doğar.
Sahabeler yürürken, aralarından bir ağaç geçse, tekrar dönüp birbirlerine selâm verirlermiş. Şu inceliğe bakar mısınız? Hemen yeni bir sayfa açıyorlar hayatlarına. Yeniden başlıyorlar yaşamaya. Mü’minin alıp verdiği her nefes, selâmlı bir nefestir. Küfrün kara bulutlar oluşturduğu, havayı, çevreyi kirletip mahvettiği onca muzır kelimâtı ve fuzulîyâne sözleri, ancak ve ancak o mübarek ağızlardan çıkan kudsî sözler; kelimeler, tevhidler, zikirler, salât-u selâmlar temizler. Kâinatın yaratılış hikmetini, ancak böyle yüce bir faaliyet dengeler. Mü’min insan, gözüyle, tefekkürüyle de temizler. Kalbiyle, zikriyle de temizler. Diliyle, şükrüyle de temizler.
Ot yiyen inek süt verir, onun ibadeti, şükrü sütüdür. İnsanın şükrü, o sütün arkasındaki Rezzakını görmektir. İnekten, ottan, sütten geçip, Yaratanı bilmektir. Onun sütü de şükürdür. İşte budur…
Kâinat bir mü’minin şükrüyle anlam kazanır. Hiçbir şeyin boşuna yaratılmamış olduğu böylece anlaşılır. Hayat rızka bakar, rızık şükre bakar, şükür de insana, mü’mine bakar. Bunlardan biri olmazsa olmaz.
Mü’minlerin özel bir yeri vardır bu dünyada. Kâinatın içine salınan küfür ve dalâlet pisliklerini tefekkürüyle, zikriyle, şükrüyle temizler bir bir. Onun için kâinat tablosunun içine en yakışan bir manzara, bir mü’min yüreğin varlığıdır. Bir mü’minin eksilişi, kâinatın bir yanının felç olması demektir. Kâinat bilir, kâinat kardeşleri bilir, hisseder o mü’minin hayatına kattıklarını, onun şükrünün içinde ve tefekkürüne dâhil olduklarını bilir.
Rabbim hiçbir devirde, hiçbir topluluğa nasip etmemiş bu güzellikleri. Sadece ve sadece ziyadesiyle ümmet-i Muhammed’e (asm), ol mübarek nebî hakkı için, şanı şerefi yüce o nebî için nasip eylemiş. Yüz yirmi dört bin peygamber arasından bizi o Nebi’ye (asm) ümmet eden Rabbimize sonsuza kadar hamd olsun.
Salât-u selâmın bir mânâsı da o değil mi?
“Biz aynı dâvâya inanmış insanlarız. Sana biad ediyoruz. Senin dâvânı dâvâ ediniyoruz. Rabbim, biz seniniz ve Senin sevdiğinin, dinini onun eliyle tebliğ ettiğin Habibinin (asm) izinden gidiyoruz. Razı olduğunun, sevdiğinin yolunda bulunuyoruz. İmanımızı tazeliyoruz.” demektir. Selâm veren, tefekkür eden, salât-u selâm söyleyen, kâinatla beraberdir, Resulullah’la (asm) beraberdir, dahası Allah’la beraberdir. Mü’minin dünyasında yalnızlık yoktur. Onun dünyasında yok yoktur, çünkü yoku var eden Allah vardır. Allah var ise, yok yoktur.
Rabbimize kâinatın zerreleri adedince hamd olsun. Bize Resûl-i Ekrem (asm) vasıtasıyla bu kudsî kelimeleri öğrettiği için. Bu güzel kâinata, bu güzel dinin mensuplarının dillerine yakışan kelimelerdir bunlar. Bin dört yüz yıldır bütün insanların dillerini her asırda o kadar farklı coğrafyalarda da yaşasalar, aynı mübarek kelimelerin etrafında toplayıp, aşkla, şevkle ve zevkle bunları dillerine dolayıp söylettiren Allah’tan başka kim olabilir?
Ne kadar şanslıdır, ne kadar talihlidir, ne kadar bereketlidir mü’min yürekler... Onlar nereye, kâinat zerre zerre peşlerinden oraya gider. Çünkü onlar, sözlerin en güzelini söylerler, en güzeline uyarlar ve onu hayatlarında yaşama gayreti içindedirler.
Yeryüzünde ıssız bir ada, ıssız bir yer yoktur. Her yer Allah’ın zîşuur varlıklarıyla, melekleriyle doludur, nuranîlerle, ruhanîlerle doludur. Onların sevdikleri, hoşlandıkları kelimeler de bunlardır.
Mü’min bir yürek, şuurla, inanarak söyledi mi bu sözlerden birini, Nur fabrikası olur her yer... Söylediği sözler ruhanîlerin rızıkları olur. Onlardan gelen feyzler ve nurlar döner, mü’minin âlemine bu defa nur olur, bereket olur.
Mü’minin ağzından çıkan kelimeleri melekler bekler nakletmek ve kaydetmek için. O kadar kıymetlidir... Allah izin verdi mi, göklere ağar, arşa kadar yükselir bu sözler. Güzel kelimeler, güzel ruhlar ve güzel kokular ta arşa kadar yükselir.
Çocuklar neden güzeldir? Aldatma bilmez, safidir yürekleri. Mü’min bir yürek, çocuk gibi saflaştı mı, o da etrafına nurlar serpen bir Nur fabrikası olur. Onun boşluğundan ve yokluğundan kâinat rahatsız olur, gözyaşı döker, ağlar… Kâinat kardeşleri onun ardından yas tutar.
Ne güzel kelimelerdir onlar... Essalâtü vesselamü aleyke ya Rasulallah… La ilahe illallah, Muhammedün Resulullah… Maşallah, barekâllah… Sübhanallah… Elhamdülillah… Allahuekber…
Bu mübarek kelimelerin mânâlarını bilsin bilmesin, usanmaz söylemekten ne diller, ne yürekler. Söyledikçe iştiyakı artar. Kalp yedikçe acıkır, ruh yedikçe ister. Nur olur, bu kelimelerle beslenir. Doymaz güzelliğine. İşte o zaman ruh, imanla ruh olur. Hayat, imanla hayat olur.
Bir hatıra:
Sevdiğim bir ağabeyim var. Geçenlerde anlattığı bir hatıra, yıllardır kafama takılan bir suale cevap oldu:
“Üniversitede okuduğum yıllarda, eve geç geldiğim bir gece, annemi Kur’ân okurken buldum. Baktım, ağlıyordu. ‘Allah Allah’ dedim, ‘Ümmî bir kadındır. Ne okuyor, ne anlıyor da ağlıyor acaba?’ diye merak ettim, sordum: ‘Anne, niye ağlıyorsun?’
‘Oğlum, okuduğum bu sayfada Hz. Âdem’in evlâtlarından, Kabil’in Habil’i öldürüşünü anlatıyor. Ona ağlıyordum. Âdem babamızın yüreği, ölen ve öldüren evlâtları için kim bilir ne kadar yanmıştır, üzülmüştür diye ona ağlıyordum’ demişti.”
Bakınız, ümmî bir annemiz, elindeki Kur’ân’la, insanlık tarihinin en başındaki bir peygamberin, Hz. Âdem’in (as) yaşadığı bir olaya nasıl şahit oluyor ve onun yüreğinin acılarına nasıl da ortak oluyor... Hayatı, Kur’ân’ın nuruyla, bulunduğu andan ta dünyanın öte ucuna kadar gidiyor, genişliyor. Karanlık bir yer kalmıyor dünyasında. Şimdi anlıyor musunuz, ihtiyarların elinden Kur’ân’ı niye düşürmediklerini? Annem öyle demişti bir gün: “Oğlum, bu Kur’ân olmasaydı ben çıldırırdım.”
Kur’ân-ı Azimüşşan’ın en amî tabakadan birine bile nasıl safiyane bir ders verdiğine bakar mısınız? Hiç kimseyi hissesiz, istifadesiz bırakmıyor yüce kitabımız.
Söyletene, dinletene, yaşatana ve sizlere aktarmama vesile olan Rabbime sonsuza kadar hamd olsun.
Dünya güzel… Dünya din ile, İslâmiyet ile güzel. Din insana huzur verir. Din, adamı dinlendirir, gayrısı kederlendirir.
Mü’min bir yürek, tamir için vardır. Yakışır bu dünyaya onun ağzından çıkan o mübarek kelimeler. Bu dünyanın dengesini, havasını akışını değiştirir. Tarihini ve seyrini değiştirir o mübarek, nuranî kelimeler. Her ne zaman tekrar ve tekrar söylese, bu her daim böyledir.
‘Taşlar’ dediğimiz zaman her şey nasıl kesretse, yani çokluksa; cami ya da ev dediğimizde ise her şey artık vahdettir, birdir. Taştan söz etmeyiz. Kesretten vahdete geçilmiştir. Taşlar bina olmuş, ev olmuş, cami olmuştur.
Hayat da böyledir. Kesrette bir vahdet tecellisidir. Yüz trilyon hücre birleşir, insan olur ve o insanın ağzından çıkan son güzel bir söz olur. Son bir söz de kelime-i tevhid olur.
“La ilâhe illallah Muhammedün Resulullah…” 28.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Bin yıl mı beklemek lâzım? |
28 Şubat 1997 tarihinde Millî Güvenlik Kurulu toplantısı sonrasında açıklanan ve Türkiye’de siyasî, idarî, hukukî ve toplumsal alanda etkisi halen devam eden postmodern darbenin üzerinden 13 yıl geçti.
Bu süreçte, sekiz yıllık kesintisiz eğitimle imam hatiplerin orta kısımları kapatıldı. Kur’ân kurslarına yaş sınırlaması getirildi. Meslek liselerine katsayı adaletsizliği uygulaması başlatıldı. Batı Çalışma Grubu ile inanan kesimler fişlendi. Başörtüsü yasağı sert bir şekilde uygulandı. Binlerce memur işlerinden atıldı. Geçtiğimiz yıl bugünlerde Bem-Bir-Sen tarafından düzenlenen “28 Şubat’tan Ergenekon’a: Temiz toplum, Temiz Türkiye” konulu panelde konuşan eski cumhuriyet savcısı Gültekin Avcı, “Yarbay geliyor diye ceketini ilikleyen savcılar vardı. Savcılığımdan utandığım zamanlar oldu” demişti. Gelinen noktada yarbayı görünce önünü ilikleyen savcılardan, orgeneraller hakkında dâvâlar açabilen savcılar ortaya çıktı.
Ancak 28 Şubat’ın açtığı derin yaralar konusunda herhangi bir adım atılmadı. 13 yıl sonra bir taraftan bu yasakların kaldırılması için çaba gösterilmesi gerekirken, bir taraftan da yargıya müdahale sayılabilecek eylemlerden kaçınmanın ne kadar önemli olduğu ortaya çıktı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, “28 Şubat’ın etkisi 1000 yıl sürecek” demişti. Demokratik olmayan uygulamaların sona ermesi ve yasakların kalkması için bin yılın geçmesi mi bekleniyor?
KOMİK!
Duydunuz mu? Meğer 27 Nisan “muhtıra” değilmiş… Genelkurmay eski başkanı Yaşar Büyükanıt, 27 Nisan 2007 tarihinde internette bizzat kendisinin kaleme aldığını söylediği metnin muhtıra olmadığını, bildiri olduğunu söylemiş.
‘Balyoz darbe plânı’ operasyonuyla dönemin Genelkurmay Başkanları Yaşar Büyükanıt ve Hilmi Özkök’le beraber çalışan generallerin de ‘darbe planlamaktan’ gözaltına alınmasıyla gözler 27 Nisan’da e-muhtıra veren Büyükanıt’a çevrilmişti.
Tam da bugünlere denk gelen bir zamanda Ergenekon soruşturmasının baştan sona hukuk ihlâlleri ile dolu (!) olduğunu iddia eden Yargıtay eski Başsavcısı Vural Savaş’ın, “Darbe lâfı etmese bile ‘bir muhtıra verelim’ diyenler hakkında soruşturma kovuşturma açılıyor. Ama “Ben yazdım” diyen Büyükanıt Paşa hakkında işlem yapılmıyor. Göreceksiniz yapılmayacak. Hükümetle el sıkıştıkları için hiçbir şey yapmazlar. Bu bile ne kadar taraflı bir yargılama ve soruşturma yapıldığının en büyük delili (!)” sözlerinin internette yer alması e-muhtırayı gündeme getirmişti.
Büyükanıt “27 Nisan bir muhtıra değildir. Cumhurbaşkanlığı seçimine müdahale değildir. 27 Nisan Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin laiklik konusundaki duyarlılığının dile getirilmesidir. Başka bir şey değildir” demiş. (Fikret Bilâ, Milliyet, 23.2.2009)
Muhtıra “Bir kişi, bir grup ya da kurumca, başka kişi, grup ya da kuruma uyarıda bulunma, bir şeyi hatırlatma amacıyla gönderilen yazı” olarak tanımlanıyor. Bunlar olmuş mudur? Olmuştur. Muhtıranın başka tanımı varsa o zaman Büyükanıt açıklasın da millet de öğrensin.Üç yıla yakındır e-muhtıra diye bildiğimiz yazı meğer muhtıra değilmiş! Zaten 28 Şubat da bir postmodern darbe değildi! Hatta biraz daha geriye gidersek 12 Eylül, 27 Mayıs da birer askerî darbe değildi!
Çok güldük çok. Ama acı acı…
EĞER BİR ÜLKEDE DEMOKRASİ VARSA…
Bir başka komik açıklama da CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’dan geldi. Baykal, demokrasiye bakışını gösteren bir söz sarf etti ki evlere şenlik.
Partisinin grup toplantısında emekli kuvvet komutanlarının gözaltına alınmasını eleştirdikten sonra şöyle dedi Baykal: “Eğer sabah 4’te kapınız çaldığında ‘sütçüdür’ diyebiliyorsanız demokrasi vardır. Ama ‘eyvah geldiler’ diyorsanız, korku sizin ruhunuza işlemişse, işte o ülke demokratik bir ülke olmaktan çıkmış demektir…”
Demokrasiden bunu mu anlamak lâzım? Başka bir kriteri yok mu demokrasinin?
Bu zihniyetin demokrasi anlayışı bu oluyor demek ki…7 28.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
|
Şefkat kahramanları (6) |
Raziye Özaydın (1932-20 Şubat 2005)
Raziye Özaydın, Afyon Bolvadinli. Bediüzzaman’ı gören hanımlardan bir tanesi. Kendisiyle 2002’de İstanbul’a oğlunu ziyarete geldiğinde tanışmış, yaptığımız sohbeti “Bolvadin hanım Nur Talebelerinden” başlığı altında Bizim Aile dergisinde yayınlamıştık. Aşağıda okuyacağınız satırlar o gün kendisiyle yaptığımız tatlı sohbetten hatıralar taşımakta…
Kalabalık bir ailenin becerikli, hamarat, her haliyle nezih bir gelini. Sekiz tanesi yaşayan, on çocuk annesi olduğu için o dönemlerde, risâleleri yazma noktasında çok faal biri olamamış, ama evine sık sık dersler almış, Bolvadin ve havalisinde hanımlara Risâle dersleri yapan ve çok faal bir talebe olan Şahide Yüksel’le can dostu olmuş, Asiye Mülazımoğlu’yla devamlı görüşmüştü.
1940’ların Bolvadin’inde Nurcu hanımların sohbetleri, birbirleriyle olan münasebetleri, hizmetteki gayret ve şevklerine bir misal getirmesi açısından Raziye Özaydın’ın anlattıkları önemli. O zamanlar küçücük çocuk olan oğlunun da hatırlatmalarıyla, tatlı bir Afyon şivesiyle gözleri zaman zaman dalarak hasretle yad ettiği hatıralarını bizimle paylaşmıştı. Onu dinliyoruz:
Faal bir aile
Üstad Hazretlerini kalabalıklar içersinde uzaktan iki kez gördüm. Nur gibi parlıyordu.
Evimizden Nur sohbetleri eksik olmazdı. Eşim İhsan Özaydın ve ailesi koyu Nurcuydu. Eşim, görümcem, kayınvalidem ve kaynım, altında ışık olan cam bir masa üzerinde Risâle-i Nur’u elle yazarlardı. Yazdıktan sonra sayfalar önce Emirdağ’ına tashihe gider sonra bize iade edilirdi. O kitaplar halen durur.
Beyimle kardeşi Ahmet, hizmette çok faaldiler. Beyim, Ceylan Çalışkan’ın ta ilkokuldan en samimî arkadaşıydı. Üstadın ziyaretine de sık sık giderdi. Risâle-i Nur’u okuyup yazdığı için hapse giren çok akrabamız oldu.
Bolvadin hanımları ve Şahide Anne
Şahide Yüksel ve Abdurrahman Yüksel Bolvadin’de Nur’a çok çalışırlardı. Aynı zamanda aile dostlarımızdı. Şahide, hanımlara sohbetler yapar, ders yaparken de okuduklarından çok etkilenir renkten renge girerdi. Hanım cemaat çok kalabalıktı. Sadece Bolvadin’de haftanın bir kaç günü, farklı yerlerde hanımlara dersler yapardı. Risâle-i Nur’un aşkından 37 kiloya düşmüştü.
Şahide Yüksel’i Bolvadinli hanımların bazıları “Üstad onu kıymetli talebesi yaptı, bizi yapmadı” diye kıskanırdı. Zorla değil ya! Hatta yakın bir akrabam “Benim ihlâsımı çaldı” diye hasta bile oldu bu yüzden. Ama o bütün bunları fark eder, hiçbir şey yokmuş gibi öylelerine herkesten fazla izzet ikramda bulunurdu, şaşardım.
Büyük kızımın doğumu sırasında bir de baktım yanımda Şahide Hanım. Seher vakti, daha gün doğmamış, ezan okunuyordu. Sabah namazını bizde kıldı. Benimle ilgilendi. Kızımı hemen kucağına aldı, okudu, okudu. Beni yıkadı, abdest aldırdı. Saçlarımı tarayıp, ördü. “Abdest almadan bebeğe süt verilmese iyi olur” dedi. Halbuki, kimsenin o saatte benim doğum yaptığımdan haberi yoktu, demek ki ona malûm olmuş.
Namazım alacalıydı, bazen çocuklardan yetiştiremediğim vakitler olurdu. O bunu fark eder, “Namazını kıl. Gir bakalım şu masanın altına ne kadar dayanacaksın? Kabirde ne yapacağız? Bak Raziyem namaz, illa namaz” derdi. Konuşmaları zaten çok mânâlıydı. İki oğlu bir kızı vardı. Said, Nuri, Ülker. Çocukları ile çok ilgilenir, kıymet verirdi. Buna rağmen bir gün on bir yaşındaki oğlu ikazlarına rağmen namaz kılmıyor diye tartışmışlar, oğluna vurmuş, burnunu kanatmış.
Ne günlerdi o günler. Mercimek bükmeleri yapardık. Şahide Hanım “Raziyem, süsleme nefsimizi bu kadar, süsleme” derdi. (Yeri geldiğinden, sohbetlerde ikram olup olmadığını soruyorum. Sadece her zaman düzenli olarak çay ikramının yapıldığını, ama Şahide Hanımın ancak müsait olduğu zamanlarda çayın yanına börek çıkardığını anlatıyor. Derslerde isteyenin gönlünden ne ikram geçerse, onu çıkardığını hatırlıyor.)
Asiye Anne…
Hacı Aşıklardan Asiye Anne (Mülazımoğlu) vardı. Ailesi evliyaullahdı. Mevlânâ’nın cübbesini vermişti Üstada. (Asiye Hanımın dedelerinden Küçük Aşık asrının müceddidi Mevlânâ Halid Bağdadi’nin talebesi olmuş, uzun yıllar onun yanında kalmıştır. Mevlânâ Halid, talebesi Küçük Aşık’a ayrılırken cübbesini hediye etmişti. Asiye Anne Mevlânâ Halid Bağdadi’nin cübbesini, Bediüzzaman’a takdim etmiş, onun hakikî sahibi olarak Bediüzzaman Hazretlerini görmüştü. Asiye Mülazımoğlu’nun ismi ve hizmetleri Nur’un lâhikalarında yer yer zikredilir.) Doğuştan sürmeli gözleri ve baktığında insanı yakan keskin bakışları vardı. Kim evlenmiş, kim hastalanmış, kim ölmüş, kim doğum yapmış, herkesin problemiyle ilgilenir, elinden geldiği kadar yardımcı olmaya çalışırdı.
İkinci oğlum sabah doğdu, akşam olmadan Asiye Anne geldi. Bebeğin adını sordu. “Sen koy” dedik. Haluk ve Halidun ismini verdi. Babam da hemen ezanla onun yanındayken adını kulağına okudu. Adını koyduğu oğlumu sık sık kontrol eder, “Bu çocuğa süt içirmiyorsunuz. Oğlan çocuğuna dikkat gerekir” derdi.
Konuşurken karşısındakine hep “A yavrum” diyerek hitap eder, şifalı bitkilerden gıdalardan çok iyi anlardı. Kırlara çıktığımızda sarı çiçeklerin, yeşil otların yanına varıp “A yavrum bunda şifa var. Şunu yiyeceksin, bunun çayını içeceksin, onu kavuracaksın...” diye uzun uzun anlatırdı.
İlâhiler ilâhiler…
Raziye Özaydın, “Derslerin akabinde ilâhiler okurduk” deyip başlıyor mırıldanmaya:
Bu dünya yalan sözüme inan
Son ucu viran, a gönlüm niye gülersin?
Burda gülersin gülersin
Orda ağlarsın
Karanlık kabre nasıl girersin a gönlüm?
Eşiğine varamadım
Kusurum çok, gülemedim
Güzel yüzlü Nur Üstadım...
İşte Raziye Özaydın’ın aynasından yetmiş yıl öncesinin Bolvadin’inden, hanımların dünyasından bir kesit..
Oğlunun dilinden Raziye Özaydın
Bizim Aile dergisinin Ekim 2002 sayısında yayınladığımız bu yazıyı gazete için tekrar gözden geçirirken bazı sorular için Raziye Özaydın’a ulaşmaya çalıştım. Değerli gelinleri Şeyma Hanım telefon görüşmemizde kayınvalidesinin 20 Şubat 2005’de tam da 10 Muharrem tarihinde vefat ettiğini ifade etti. Bilâhare evlerinde yaptığımız görüşmede Bediüzzaman Hazretlerinin tabiriyle “Anneleri hep Nur Talebeleri olan Bolvadin masumlarından” oğlu Ahmet Sadık Özaydın annesini, ailesini, Şahide Yüksel’i, Asiye Mülazımoğlu’nu anlattı.
Annem aslen Giritlidir. Hacışakiroğulları ailesinden, Hacı Mahmutzadelerdendir. Vefatından önceki son sözleri şöyleydi: “’Hasbünallahü venimelvekil’ duasını çok yapın. Hz. Hüseyin (ra) son anında bile böyle dua etmişti.”
Annem kalabalık bir aileye sahip olduğundan risâlelerin yazma işinden ziyade gelen misafirlerin hizmetini görür, evimizi hanımların sohbeti için hazırlardı. Risâlelerin elle yazılması noktasında en çok halam Samiye Helvacı, babam ve amcam Ahmet Hilmi Özaydın çalışırdı. Halam akraba hanımlarını Nur hizmeti için koordine ederdi. Özel sehpalarda kesik uçlu metal kalemlerle, kırmızı yeşil mürekkep kullanarak risâleleri yazarlar, Üstada tashih için gönderirlerdi. Üstad da arkasına yazdığı dualarla yazılanları bize iade ederdi.
Halam Risâle-i Nurlara büyük bir muhabbetle bağlıydı. Üstadı 1950’li yıllarda İstanbul’da iki kez ziyaret ettiğini defalarca anlatmıştı bize.
Babam tüccardı. Emirdağ’a satışa gittiği günlerde Üstadı kırda tefekkür ederken defalarca gördüğünü, konuştuklarını ve onun namaza, ibadete dair nasihatlerini bize anlatırdı.
O zamanlar küçücük bir çocuktum. Şahide Yüksel ve eşi ailemizin bir ferdi gibiydi adeta. Şahide Anne annemin candan arkadaşıydı. Asiye Anneyi hiç unutmam. Afyonluydu. Bolvadin’e geldiğini duyunca haberini alır, ailecek toplanır gece sohbetlerine giderdik. Hatta bir gece Bolvadin’de Abdulkadir Geylani Hazretlerinin torunu olan zatın kabrini ziyaret etmiş, ibadet ederek sabah namazımızı kılıp dönmüştük. Sohbet boyunca beni dizine yatırır “Oğlum!” diye başımı sıvazlardı. Beli bükülmüş, kınalı saçlı, yeşil kendinden sürmeli gözlü, çok keskin, derin bakışlı bir hanımdı. Kalplere nakşolan tatlı bir dili vardı. Herkesin sıhhat ve afiyeti için uğraşırdı. Şifalı otları çok iyi bilir, doğumlarda hanımlara yardım eder, bebeklere isim verirdi. Hepsini de rahmetle hatırlıyorum… 28.02.2010 E-Posta: [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
Zararlıdan uzak durmak, aklın gereği |
Birisi, birisi hakkında bir konuyu bize danışmaya görsün, alimallah anasını ağlatırız. Hemen, hüküm veren pozisyonuna geçip, edalı edalı bir tavır içerisinde, şöyle biraz da kasılarak, ‘hımmm tanırım onu…’ kabilinden, biraz da bıyık altı gülerek, başlarız cümlelere.
Ne de kolay konuşuruz.
Hiçbir şeyin kalmaması için, ‘inciğini, cıncığını’ karıştırırız. Hatta bırakın bildiklerimizi, tahmin ettiklerimizi, hayal ettiklerimizi bile katarız onunla ilgili, yüksek fikirlerimizin içine (!) Sanki kendimiz sütten çıkmış ak kaşığız.
Birilerinin hatalarını konuşurken, neredeyse dudaklarımıza bal sürerler.
Oysa görsek ki, yanlışlıkla kamera kayıtlarına alınmış bir sohbette, biz konu edilmişiz. Ve kendimiz hakkında demediklerini bırakmamışlar. Hatta olmamış ve olması da mümkün olmayan ne çok şeyler de katmışlar.
Her halde, ne güzel olmuş, ne de güzel konuşuyorlar demeyiz, değil mi?
Ölçü ne kadar da yerine oturuyor. “Kendinize yapılmasını istemediğiniz bir davranışı, başkasına yapmayınız.”
İnsanlar, acı ki, gıybet ederken, işledikleri cinayetin farkında bile değiller. Lâkayt bir yaklaşım var bu ciddî hastalığa karşı. Yıkım da bu zaten.
Oysa, aynı cümleleri ve tavırları kendisine söylenirken izlediğinde, içinde o söyleyenlere karşı ne kadar ciddî bir kirlenme hissedecektir.
Gıybetin, bireysel ve sosyal açıdan ne büyük bir kirlenme meydana getirdiği apaçık.
Hikâye ibretlik.
Bir gün bir tanıdığı büyük filozof Sokrat’a rastladı ve dedi ki:
‘Arkadaşınla ilgili ne duyduğumu biliyor musun?’
‘Bir dakika bekle’ diye cevap verdi Sokrat. ‘Bana bir şey söylemeden evvel, senin küçük bir testten geçmeni istiyorum.’
Buna ‘Üçlü Filtre Testi’ deniyor.
‘Üçlü filtre mi?’ diye sordu adam. ‘Evet, doğru’ diye devam etti Sokrat, ‘Benimle arkadaşım hakkında konuşmaya başlamadan önce, bir süre durup ne söyleyeceğini filtre etmek, iyi bir fikir olabilir.’
Ona üçlü filtre testi dememin sebebi:
Birinci filtre, ‘Gerçek Filtresi’. ‘Bana birazdan söyleyeceğin şeyin tam anlamıyla gerçek olduğundan emin misin?’
‘Hayır’ dedi adam, ‘aslında bunu sadece duydum ve …’ ‘Tamam’ dedi Sokrat, ‘öyleyse, sen bunun gerçekten doğru olup olmadığını bilmiyorsun.
Şimdi ikinci filtreyi deneyelim, ‘İyilik Filtresini’.
Arkadaşım hakkında bana söylemek üzere olduğun şey, iyi bir şey mi?
‘Hayır, tam tersi…’ dedi adam.
‘Öyleyse’ diye devam etti Sokrat. ‘Onun hakkında bana kötü bir şey söylemek istiyorsun ve bunun doğru olduğundan emin değilsin. Fakat, yine de testi geçebilirsin, çünkü geriye bir filtre daha kaldı.’
‘İşe Yararlılık Filtresi’.
‘Bana arkadaşım hakkında söyleyeceğin şey benim işime yarar mı?’
‘Hayır’ dedi adam.
‘İyi’ diye tamamladı Sokrat. ‘Eğer, bana söyleyeceğin şey doğru değilse, iyi değilse ne işe yarar, faydalı değilse bana niye söyleyesin ki?’
Demek, günlük konuşmaları böyle bir üçlü süzgeçten geçirsek, çok daha sağlıklı olacak. İnsanlığa yakışan da budur. Yoksa insanlar kendi kendini yiyip bitirecek.
Not: Bundan böyle 15 günde bir Salı geceleri 22.45'te uydudan yayın yapan Kanal Urfa televizyonunda Pozitif Pencere'yi okuyucularımın duâ ile izlemelerini bekliyorum. 28.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Hubb-u cah, hırs-ı şöhret, makam-mevki meftunu olmak |
Ulvî dâvâmızdan bizi alıkoyacak, kudsî hizmetlerimizden bizi vazgeçirecek maniler, engeller o kadar çok ki saymakla bitmez... Dünyamızın gülmesine bedel, ahiretimizin ağlamasına sebep olacak o kadar aldatıcı tuzaklar var ki bu gibi tuzaklara düşmeden yolumuza devam etmek hiç de kolay değil bu asırda...
Dünyalık mal-mülk ve servetler... Hırs-ı şöhret, makam-mevki tutkunu olmak, hubb-u câh, insanların beğenisini kazanmak arzusu, hep önde görünmek iştiyakı, şan-şeref meftunu olmak vs...
Hepsi de nefs-i emmâremizin ısrarla istediği, şeytanımızın sürekli telkin ettiği ve hakikat-ı halde ebedî hayatımızı karartacak olan istek ve arzular, gam ve tuzaklar...
Hakikat-ı halde dünyalık insanların gündeminde olan bu çeşit gayr-ı meşrû istek ve arzuların zaman zaman bir çok ehl-i dinin gündemini de artık meşgul etmesi tuhaf olsa da acı bir gerçektir. Bu acı gerçeği kulak ardı etmeden, her an insanı yoldan çıkaracak olan bu aldatıcı tuzaklara düşmeme noktasında her ehl-i dinin teyakkuzda olması gerekir.
İman Kur’ân hadimliği gibi yüce bir dâvâyı üstlenenlerin, yüklendikleri bu kudsî hizmetleri bihakkın yerine getirmek ve böyle aldatıcı servet, makam-mevki, hırs-ı şöhret, hubb-u cah gibi tehlikeli tuzaklara düşmemek için dikkatli olmaları gerekir.
Bu çirkin ve çirkin olduğu kadar da tehlikeli olan arzu ve isteklerin dünyalık insanların işi ve meşgalesi olduğunu Bediüzzaman; “insanda, ekseriyet itibarıyla hubb-u câh denilen hırs-ı şöhret ve hodfüruşluk, ve şan-ü şeref denilen riyakârane halklara görünmek ve nazar-ı ammede mevki sahibi olmaya, ehl-i dünyanın her ferdinde cüz’î-küllî arzu vardır.” (Mektubat, s: 386) ifadeleriyle nazarlarımıza sunuyor.
“Hırs-ı şöhret”, “hodfüruşluk”, “riyakârane halklara görünmek”, “nazar-ı âmmede mevki sahibi olmak”... vs. ehl-i dinde olmaması gereken çirkin hâletler... Yalnız ve yalnız dünya hayatını hedef ittihaz edenlerin hasletleri, şiârları... İman Kur’ân hizmetini vazife bilenlerde hiç mi hiç olmaması elzem olan çirkin arzu ve istekler...
Çok iyi tahlil etmek lâzım... Hem dünyalık makam-mevkilere talip olmak; hem de uhrevî makamları arzulamak... Hem şan-şeref meftunu olup, onun arkasından koşmak; hem de Allah’ın rızasını tahsil etmek... Hem halkların beğenisini ve memnuniyetini arzulamak; hem de Hakk’ın rızasını, O’nun hoşnutluğunu beklemek... Böyle olur mu? Bunun bir mantığı olur mu? Böyle tezatların bir araya gelmesi mümkün mü?
Öyle ise aklı başında her insan, bu nevî tersliklerle, bu tezatlı durumlarla bir yerlere varılamayacağını düşünmeli. Ebedî hayatının huzur ve saadetini düşünüyorsa, dünyanın aldatıcı şan ve şereflerini, zevk ve lezzetlerini, makam ve mevkilerini, milletin rızasını, övgülerini değil; Yüce Allah’ın hoşnutluğunu ve rızasını gözetmeli ve o doğrultuda hâl ve davranışlarını tanzim etmeli, ve bu şekilde ahiretin yüksek makam, mevkilerine, hakikî şan-ü şereflerine, tükenmez zevk-ü lezzetlerine talip olmalı.
Bu meyanda nümune-i imtisâl olarak kabullendiğimiz Bediüzzaman’ın tavır ve duruşları bizim için ve bütün ehl-i din için en doğru, en isabetli örnek olsa gerek. Onun dünyaya yönelik şan-ü şereflerden, zevk-ü lezzetlerden, makam-ı mevkilerden, halkın takdir ve iltifatlarından neden kaçındığını çok iyi tahlil etmek gerekir. Kendisine ısrarla teklif edilen maaşları, servetleri, köşkleri, sarayları, mebuslukları, mevkileri elinin tersiyle neden geri çevirdiğini; şimdi bazı ehl-i dinin dahi makam-mevki uğruna, bazı dünyalık menfaatler hatırına, aldatıcı bazı şân-ü şerefleri muhafaza etmenin bedeline nice kudsî değerleri dahi fedâ ettiklerini görünce o büyük Üstadın tavizsiz duruşunu şimdi daha iyi anlıyor ve onu takdirle yâd ediyoruz. Değil dünyevî makam ve mevkileri, onun manevî makam ve mevkilere dahi talip olmayıp reddettiğinin sırr-ı hikmetini anlamaya çalışmanın gerekliliğine inanıyoruz. 28.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Namazın tanımı üzerine |
Serkan Bey: “Namaz nedir? Namaz Allah rızasından başka kimler için kılınır?”
Namaz; kul ile Rabbi arasında gizli bir bağ, esrarlı bir iletişim vasıtası, sırlı bir köprüdür.
Namaz; kulun Rabbine en içten, en samimî, en nazdâr, en niyazdâr, en feyizdâr, en bereketli, en sevaplı, en nitelikli, en değerli, en kâmil yönelişidir, müteveccih oluşudur, sığınışıdır, iltica edişidir.
Namaz; kulun kendi acziyetini, fakrını, kusurlarını, noksanlıklarını, çâresizliğini, mahviyetini, bir hiç oluşunu idrâk ederek, mutlak kudret Sahibi, mutlak zenginlik Mâliki, mutlak kemâl Sahibi, mutlak rahmet ve merhamet Sahibi, mutlak varlık Sahibi olan Kadîr-i Zülcelâl’in, Ganiyy-i Kerîm’in, Rahmân-ı Rahîm’in, Vâcibü’l-Vücûd’in, yani Cenâb-ı Allah’ın rahmet kucağına kendisini atmasıdır, yani mal etmesidir.
Namaz; sonsuz nîmetlere muhtaç olduğu halde, sermâyesi “hiç” hükmünde; nihâyetsiz musîbetlere mâruz olduğu halde, iktidârı hiç hükmünde; emelleri, arzûları, elemleri ve belâları hayâl dâiresi kadar geniş ve sonsuz olduğu halde, sermâye ve iktidârının, güç ve kudretinin dâiresi eli nereye yetişirse o kadarcık “dar” olan insanoğlu için bütün emellerine kifâyet eden, bütün arzûlarına cevap veren, bütün elemlerini dindiren, bütün acılarını söndüren, bütün belâlarını yok eden büyük bir kâr, azîm bir saadet, bulunmaz bir nîmet ve yüksek bir uhrevî ticârettir.1
Namaz; hiç sağa ve sola sapmadan ve bir saniye bile oyalanmadan sür’atle kabre, haşre ve ebede doğru baş döndürücü bir hızla koşan insanoğlu için, şimşek gibi ve hayâl sür’atinde en hızlı bir ulaşım aracı; Cennet gibi en güzel ve eşsiz bir saadet kaynağı; rûha, kalbe ve akla büyük huzur veren ve diğer mubah dünyevî işleri de ibâdet rengine boyayan, fânî ömrü ibkâ eden, yani bekâya mal eden, yani bâkîleştiren, âlem-i bekâ tarafından açtığı pencerelerle ebediyet nesîmi ve kokusu alıp getirerek rûhu ve kalbi doyulmaz sevince ve huzûra gark eden benzersiz bir mutluluk, esenlik ve emniyet kaynağıdır.2
Namaz; nefis ve hevâ, cin ve ins şeytanlarına karşı etkin bir mücâhede ile, insanoğlunun kalp ve aklını, rûh ve cismini günahlardan, ahlâk-ı rezîleden ve ebedî helâk olmaktan kurtaran muazzam bir tâlim ve tâlimâttır.3
Namaz; ruhlar âleminden kalkıp, ana rahminden yola devam eden insanoğlunun, çocukluktan, ihtiyarlıktan, dünyâdan, kabirden, berzahtan, haşirden ve Sırattan geçen uzun imtihan seferinde; yokluğa ve ayrılığa, Sâni-i Zülcelâl’in taze taze, renk renk, çeşit çeşit, nakış nakış mu’cizelerini, kudret hârikalarını ve rahmet tecellîlerini tam bir lezzetle seyir ve temâşâya birer vâsıta hüviyeti kazandıran; ölümü, dünya zindanından Cennetler bahçesine ve Rahmân’ın huzuruna götüren emre âmâde bir at ve burak sûretinde gösteren; dünyada âciz ve fakir kalbinin kuvvet, huzûr ve zenginlik kaynağı; o uzun ve karanlıklı ebediyet yollarının gıdâsı, zahîresi, ışığı, nûru, berâtı, bileti, senedi ve burağı hüviyetinde bir rahmet tılsımıdır.4
Namaz; Cenâb-ı Hakk’ı, celâline karşı kavlen ve fiilen “Sübhânallah” deyip takdis etmek; kemâline karşı lâfzen ve amelen “Allahü Ekber” deyip tazim göstermek; cemâline karşı kalben, lisânen ve bedenen “Elhamdülillâh” deyip şükretmektir.5
Namaz; Allah’ın dergâhında kendi kusurunu, aczini ve fakrını gören kulun; istiğfâr ederek, Rabb’inin bütün kusurlardan, noksanlıklardan ve ehl-i dalâletin bâtıl fikirlerinden pâk, müberrâ, münezzeh, muallâ, mukaddes ve muarrâ olduğunu tesbih ile îlân etmesi, O’na ilticâ ve tevekkül etmesi, O’na şükür ve senâ etmesidir. Kezâ namaz; bütün ibâdet çeşitlerini içinde toplayan umûmî bir fihriste, bütün mahlûkât sınıflarının renk renk ibâdetlerine, tesbihlerine ve zikirlerine işâret eden kudsî bir harîta hükmündedir.6
Bu yüksek vasıflarla namaz, yalnız ve yalnız Allah’ın rızâsı için kılınır. Kul ile Rabb’i arasına hiçbir kimsenin rızâsı, hoşnutluğu, gözü, gönlü, arzûsu, dileği, isteği, tebriki, takdiri, hürmeti, saygısı, sevgisi girmez. Eğer girerse, namazın makbûliyetine zarar verir.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 25.
2- Sözler, s. 27, 246.
3- Sözler, s. 29.
4- Sözler, s. 35, 36,245.
5- Sözler, s. 44.
6- Sözler, s. 45. 28.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
28 Şubat 13. yılında hâlâ hesâba çekilmiş değil… |
Çankaya’daki “üçlü zirve”nin ardından “Balyoz darbe plânı”yla ilgili kuvvet komutanlarının serbest bırakılmaları, ister istemez yeni bir “paslaşma” tartışmasını başlatıyor. Olağanüstü durumu “olağanlaştıran” üç satırlık açıklamanın ardından Başbakan’ın son demde söyledikleri de “sürece müdahâle” ve “muvazaa” istifhamlarını çoğaltıyor. Zira “bu süreçte kurumlarımızın yıpranmaması için herkesin sorumluluk bilinciyle hareket etmesi gerektiği hususları vurgulanmıştır” cümlesiyle bir nevi “maslahatçılık”la “vaziyeti idâre”ye yöneldiğinin işâretleri veriliyor. “Gündemdeki meselelerin anayasal düzen ve kanunlarımız çerçevesinde çözüme kavuşturulacağına vatandaşlarımızın emin olmaları” ifâdesinin halkı “emin” ve tatmin etmediği, piyasalar ve borsayı rahatlatmadığı görülüyor. Daha önce bütün darbe teşebbüslerinin ve darbelerin soruşturulmasını isteyenlere “Bizi gaza getirmek isteyenler var, gaza gelmeyiz!” diyen Başbakan’ın tepkisi buna. “Genelkurmay Başkanımla paslaşıyoruz” diye konuşan Erdoğan’ın, Köşk’teki son zirve yorumlarına sert eleştirisi ve yazarları patronlara şikâyeti, bu vaziyeti açığa çıkarıyor.
ÇARPIKLIĞIN HANGİ İZÂHI VAR?
Erdoğan, partisinin genişletilmiş il başkanları toplantısında, bütün bunları “ileri demokrasinin ayak sesleri” olarak övüyor. Ne var ki başta “Balyoz darbe plânı” olmak üzere mevzubahis darbeye ortam çalışmalarının başındaki komutanların tutuksuz kalması, lâkin bu komutanların emriyle “iştirak eden subaylar”ın tutuklanması garâbeti, Köşk açıklanmasının “ikinci cümlesi”nin ağır bastığını ortaya koyuyor. Tıpkı “demokratikleşme ve darbelerle hesaplaşma” olarak âlây-ı vâlâ ile ilân edilen “Ergenekon soruşturması” gibi, bu yargılamanın da kısıtlı ve gözboyamadan ibâret kalacağı sinyallerini veriyor. Büyük bir gürültüyle gözaltına alınan sanıkların çoğunun arkadan dolanarak dışarıda kaldığı “Ergenekon”un bir buçuk yılı aşan ancak bir türlü sonuca gitmeyen akıbetine benziyor. Sahi, iddianâmeye göre asıl suça “teşebbüs edenler”in değil, “iştirak edenler”in tutuklanmasının izâhı nedir? “Darbe günlükleri”ni ifşa eden gazetecinin aylardır “tutuklu” kalmasına karşı, “darbe günlükleri”ni yazan ve uygulamaya kalkışanların “tutuksuz yargılanması” tenâkuzunun hangi açıklaması var? Bu kırılmalar içinde yeni “gözaltı dalgaları”nın ne yararı olacak? Bu süreçte dikkati çeken bir diğer husus, soruşturma ve yargılamaların, salt 2003 ile 2007 arası AKP’ye yönelik olduğu iddia edilen hükûmeti görevinden ıskata dair “darbe teşebbüsleriyle” kalması. “Demokratlık” ve “darbelerle hesâplaşma” denilince sâdece mevcut iktidarı hedef aldığı söylenen darbe hazırlıklarının hesâba çekilmesi… Peki, bunun “standartları yüksek ileri demokrasi”yle ne alâkası var? Sözkonusu iddialarda başı çekenlerin serbest bırakılıp daha alt kademedekilerin bir kısmının tutuklanması çarpıklığının izâhı nedir?
DARBELERİN SORUŞTURULMASI
“SULU ŞAKA” MI?
Ve bütün bunların ortasında neden hâlâ 12 Eylül darbesi ile onüçüncü yıldönümündeki 28 Şubat postmodern darbenin yargılanmadığı sorusu soruluyor? Gerçekten anamuhalefet partisinin açık çağrısına ve Meclis’te diğer grubun desteğine rağmen, AKP niçin 12 Eylül darbesini ve darbecilerini koruyup kollayan ve 27 yıldır Anayasa’da duran “geçici 15. madde”nin kaldırılmasına yanaşmıyor? Ya da darbelere gerekçe gösterilen “TSK İç Hizmet Kanunu 35. maddesi”ni neden hâlâ mevzuattan çıkarma çabasına girmiyor? Başbakan 12 Eylül’ün yargılanmasına “sulu şaka” diyor. AKP dışında Meclis’in hemen hemen bütünü buna hazırken, 12 Eylül’ün yargılanmasına tepki gösteriyor. Sırf “fişleme” kelimesini sarfettiği için milletvekillerini disipline verip sığaya çeken Erdoğan ve iktidar partisi yönetimi, 12 Eylül ihtilâli lideri Evren’in isminin bulvarlardan, okullardan silinmesine karşı açıkça oy kullanan AKP’li belediye meclis üyelerine en küçük bir “ihtar” ve “ikaz”da bulunmuyor. Yüzbinlerce vatandaşı ağır işkencelerden geçiren, milyonlarcasını “irticacı” diye fişleyip mağdur eden demokrasi kıtallerini her defasında atlıyor. Başta 12 Eylül ve 28 Şubat olmak üzere dayatılan darbeleri gözardı ediyor… Cumhurbaşkanı Gül’ün Çankaya’da misafir ettiği, Başbakan Yardımcısı Arınç’ın Meclis Başkanı olarak birlikte okul açılışında bulunduğu, düğünlerde yan yana oturdukları “darbe lideri”ni ve tanklarla sokaklarda demokrasiye balans ayarı veren “postmodren darbecileri” ve darbelerini bu denli kayırmanın nedeni nedir? “ABD’nin stratejik vizyonu”nu methedip “AKP iyi yolda dedikleri” için mi? Sahi açıkça bir darbe teşebbüsü olan 27 Nisan e-muhtırası neden hesâba çekilmiyor? “Dolmabahçe başbaşa görüşmesi” neden açıklanmıyor? Arınç’ın ikrarıyla AKP’ye yüzde 10-15 oy sağladığı için mi?
Başbakan, “kapalı kapılar ardında millet irâdesini çiğnemek için plân yapanlar bundan sonra karşılarında hukuku bulacaklar” diyor. Ancak, “millet irâdesini çiğneme plânlarını yapanlar”ın yanı sıra “millet irâdesini açıkça çiğneyenler”, millet irâdesinin temsilcisi Meclis’in kapısına kilit vuranlar, meşrû hükûmetleri devirenler, karşılarında bir türlü “hukuku bulmuyor”; neden?
“Darbe teşebbüsleri”nden “darbeler”e sıra ne zaman gelecek? 28.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
28 Şubat 2010 |
Uygulayıcıları tarafından “1000 (bin) yıl sürecek” denilen 28 Şubat (1997) kararları, daha ilk gün millet nezdinde reddedilmişti. Fakat “Ben yaptım oldu” diye düşünen 28 Şubat sürecinin imzacıları, millete rağmen alınan kararları uygulama noktasında ısrar ettiler.
Aslında 28 Şubat ‘post-modern darbe’siyle yapılmak istenen şey, nehirleri tersine akıtma gayretiydi. Dönemin kudretli bürokratları başta olmak üzere bazı siyasetçiler de bu kararları uygulamak istedi, fakat yaratılış gerçeğine aykırı olan bu uygulamalar tepki gördü, kabul edilmedi, millet nezdinde reddedildi.
Hedefi, milletin değerleriyle kavga etmek olan “28 Şubat süreci” gerçekte 1997’de başlamadı. Bu sürecin başlangıcı neredeyse bir asır öncesine bile dayandırılabilir. Çünkü 28 Şubat sürecine imza atanlar belli bir anlayışın temsilcileriydi. Bu anlayış da 1997’de değil, çok daha eski yıllara dayanıyor. Bu pencereden bakılınca 27 Mayıs 1960 da, 12 Eylül 1980 de “28 Şubat süreci”ne dahil edilebilir. İcraatları göz önüne alınırsa, ‘Tek Parti’ devrini 28 Şubat sürecinden ayrı düşünebilir miyiz? 28 Şubat süreciyle yapılmak istenen şey, tam da ‘Tek Parti devri’ni yeniden ihya gayreti değil miydi?
Eğer hadiseye böyle yaklaşılmazsa 28 Şubat sürecinin temelinde yatan anlayışı keşfedemeyiz. Kaynak keşfedilemeyince de 28 Şubat anlayışı yıllar değişse de öz değişmeyerek sürüp gider.
28 Şubat süreciyle yapılanları ve yapılmak istenenleri kısaca hatırlarsak; en başta çocuklarımızın doğru dürüst din eğitimini almasının önüne engeller konulmuştu. Bu engel yumuşamış olsa bile hâlâ devam ediyor. Meselâ, ilköğretim 8. sınıfı bitirmeyen çocuklarımızın camilere gidip Kur’ân öğrenmesi halen yasak. “Yasak, ama fiilen uygulanmıyor” demekle problemi çözmüş olmayız. Kâğıt üstünde kalmış olsa da fıtrata aykırı bu yasak kalkmalı.
“Bin yıl sürecek” iddiasıyla gündeme gelen 28 Şubat uygulamalarından biri de başörtüsünü ‘kamusal alan’dan dışlamaktı. Nitekim, 28 Şubat kararlarından en çok etkilenenler de başörtülü öğrenciler ve memurlar oldu. Binlerce memur işinden olurken, onbinlerce başörtülü öğrenci de bu yasağın mağdurları arasında yer aldı. Aradan 13 yıl geçtikten sonra hâlâ bu yasağın devam ediyor olması Türkiye’yi idare edenler için utanç verici olsa gerek.
28 Şubat’a karşı dile getirilen itirazlar her geçen gün artıyor. Bugün de değişik şehirlerde binlerce kişi “28 Şubat uygulamaları sona ersin” diyecek. Darbe planları yapanlara hesap sorulma çalışmaları yapıldığına göre, 28 Şubat uygulamalarının hesabı da sorulmalı. Darbelerin iyisi ve kötüsü olmayacağına göre, bu uygulamaların tamamına imza atanlara kanun önünde hesap sorulmalıdır.
28 Şubat sürecinin kudretli isimlerinin bugün unutulmuş olması, ilk fırsatta darbe planı yapanlara da ders olmalı.
Türkiye’de hayırla yad edilmek ve itibar kazanmak isteyen kişi ve kurumlar, milletle kavga etmeyi bir kenara bırakmalı. Bunca yıl gerçeklerle kavga ederek gelenlerin mağlûp olduğu görülmüyor mu?
28 Şubat 2010 itibarıyla maziden ibret alarak istikbale baktığımızda ümitvar olmamak için bir sebep göremiyoruz. 28 Şubat uygulamaları değilse de “iyi” ile “kötü”nün, “hak” ile “batıl”ın mücadelesinin kıyamete kadar devam edeceğini biliyoruz... 28.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
28 Şubat’ta kaderin fetvası |
MGK’nın 28 Şubat 1997’deki toplantısına izafeten “28 Şubat süreci” olarak adlandırılıp post-modern darbe ya da müdahale gibi nitelemelere konu olan sürecin 13. yılı da geride kaldı. Ama başörtüsü yasağı, İHL’lerin orta kısımlarının kapatılması, Kur’ân eğitimine getirilen yaş sınırı ve meslek liselilere ÖSS’de uygulanan katsayı engeli gibi icraatı hâlâ sürüyor. 28 Şubat’a tepki oylarının iktidara getirdiği AKP 7.5 yıldır işbaşında olmasına rağmen...
Bunların zulüm olduğunda kuşku yok. Ve inancımıza göre, zulüm devam etmez. Bu inancımızın kaynağı ise, aynen bu mealdeki hadis.
Üstadın izah ettiği “Beşer zulmetse de kader adalet eder” prensibi de işin bir başka boyutu.
Peki, 28 Şubat kaynaklı, belli başlılarını yukarıda sıraladığımız zulümleri bu iki temel esas açısından değerlendirirsek, neler söyleyebiliriz?
Burada öncelikle, bunlar ve aynı eksendeki diğer haksızlıklar için “Hangi fiilimizle kadere fetva verdirdik ki, bu zulümlere maruz kaldık?” sualinin cevabını ararsak, şunları ifade edebiliriz:
En önemli sebep, siyasetteki iktidar mücadelesinde, niyet ve kasıt öyle olmasa bile, dinin bir araç haline gelmesi ve böylece dünyevîleşmesi.
Bu durum, bazı zihinlerde, çoğu belki farkında bile olmadan dini bir iktidar ideolojisine dönüştürüp, ardından “müşahit-mücahit-müteahhit” formülüyle ifade edilen değişimi tetikliyor.
Ve bu çok kritik dönüşüm, tesettür, Kur’ân eğitimi ve imam hatip gibi kavram ve kurumların da içini boşaltarak aslî anlamlarından koparıyor.
AKP iktidarında bu alanlardaki sıkıntıların artarak devamı da bu tesbitle birlikte düşünülmeli.
Meselâ tesettürün en önemli hikmetlerinden biri, kadını da, erkeği de, “modern hayat”ın gereği olarak gösterilen ihtilâtın doğuracağı sakıncalardan korumak iken, başörtülü olarak, ölçüleri zorlayacak derecede sosyal hayata katılma eğiliminin yaygınlaşması, bu hikmetle çelişiyor.
Cinsler arasındaki fıtrî mesafe kapandıkça mahremiyetler zedelenip, hassasiyetler aşınıyor.
Bunun sonucunda tesettür yer yer bir moda aksesuarına dönüşürken, münhasıran başörtüsünde odaklanılması, meseleyi bir bütün olarak anlaşılıp öyle yaşanması icab eden tesettür kavramından da, dinin sair vecibelerinden de uzaklaştırıyor.
Ve netice itibarıyla, yasağı koyup inatla sürdürenler zulmediyor, ama kader adalet ediyor...
İmam hatipler ve Kur’ân kurslarıyla ilgili haksız 28 Şubat tasarruflarının kader cihetinde de dikkatle tahlili gereken çok önemli noktalar var.
Bu müesseselerde eğitim anlayışı, müfredatı ve uygulamaları açısından düzeltilmeyi bekleyen kusur, noksan ve aksaklıkların giderilemeyip, dinin ve çağın gereklerini karşılayacak bir ıslahatın yapılamayışı; Bediüzzaman’ın tarif ettiği “Kur’ân-kâinat bütünlüğü” esasına dayalı din-bilim imtizacının istenen ölçüde başarılamayışı ve din-siyaset bahsindeki yanlışların oralara da taşınması, kadere o fetvayı verdiren hallerin başlıcaları.
İmam hatipler resmî ideoloji kalıpları ile İslâmı siyasî bir ideolojiye dönüştüren yanlış yorumların kıskacından kurtarılarak, Kur’ân’ı kâinat kitabıyla birlikte okuyup okutan müstakim bir çizgiye oturtulmalı ki, önleri açılıp ihya edilsinler.
Keza Kur’ân kursları, mukaddes kitabımızın sadece lâfzıyla değil, çağa hitap eden derin mânâ ve mesajlarıyla da öğretildiği yerler haline getirilmeli ki, misyonların icabını yerine getirebilsinler.
Aynı muhakeme silsilesini cemaatlerle ilgili sıkıntılara da uyarlamak mümkün ve de gerekli.
İlk emri “Oku” olan; dünyanın da, ahiretin de kazanılmasını “ilme sarılma” şartına bağlayan ve bütün hükümlerini akla ve ilme tasdik ettiren bir dinin mensuplarının, bu mânâlarla hiçbir şekilde bağdaşmayan hurafe ve taassup tezahürlerine herkesten önce karşı çıkmaları gerekirken, bunun lâyıkıyla yapılamayışı da önemli bir etken.
28 Şubat’ı tekrar dirilmemek üzere bitirmek için verilmesi gerekli hukuk ve demokrasi mücadelesinin başarısı da bunların yapılmasına bağlı. 28.02.2010 E-Posta: [email protected] |