Görüş |
Krizlerin kıskacında ekonomi
Ekonominin gündemi yine kaynıyor. Böyle günlere çok şahitlik ettik. Siyaset yine ekonominin yakasına yapıştı, ama bu sefer gevşekti ekonomiyi sıkıştıran eller. Çünkü piyasalar ve iktisadî sürecimiz siyasetin darağacında can çekişirken çok tecrübe edindi. 1997 yılında 28 Şubatla gözlerimiz açıldı ve silkelendik. Postmodern darbe veya 28 Şubat Süreci olarak nitelendirilen dönemin haftasında borsa yaklaşık yüzde 15 düşüşle sallanmıştı. 4 yıl sonra bir Şubat daha bekliyordu tünelin ortasında. 2001 yılının 16 Şubat ve 21 Şubat haftasında borsamız yaklaşık yüzde 29 düşüşle tanışmıştı. Temsille ifade edersek 100 bin liralık menkul kıymet portföyü olan bir yatırımcının bu haftada 29 bin lira değer kaybıyla elindeki menkul kıymetlerin değeri 71 bin liraya düşmüştü. Dolar alıp başını gitmişti, tırmanmıştı zirvelere. Yaşayanlar çok daha iyi bilir bu sinsi günleri. Dolarla borçlananlar bataklığın içinde yok olmuş, kimi firmalar da iflâsın eşiğinde kıvranmıştı. Ülkemiz hâlâ o günlerin etkilerini yaşıyor. 2007 yılında yeni bir deyimle tanıştık, e-muhtıra… Bu süreçte borsamız yüzde 9 düştü. Akabinde 2008 kapatma dâvâsı, düşüş yüzde 11…Ve bugünler… Ergenekon… Balyoz… Kapatma dâvâsı… Geçen hafta yüzde 6,7’lere kadar düşen borsamız… Geçmişteki bu kriz dönemlerinde piyasalardaki bu çalkantıyı hızlandıran, kırılganlığı arttıran ve bu sürece en büyük etkisi olan elbette sıcak paranın varlığıdır. Bir ülkeye iki türlü sermaye girişi olur. Yabancı bir şirket bir ülkeye gelir fabrika kurar ve bir üretim ortaya koyarsa biz buna doğrudan yatırım diyoruz. Eğer o ülkeye sermaye sadece piyasalardan para kazanmak için geliyorsa biz buna sıcak para diyoruz. Sıcak para kısa vadelidir. Faizlerin yüksek olduğu piyasalara yönelir. Spekülatif işlemlerin olduğu borsalara uzanır. Yatırımcının elindeki bonolara, tahvillere sarılır. Derdi kısa vadeli para kazanmaktır. Üretim, yatırım, istihdam gibi kaygısı yoktur. Girdiği ülkenin piyasalarında veya siyaset gündeminde olumsuz hadiseler, söylentiler oluşur oluşmaz ardına bakmadan kaçıp gider. Kaymağını da yanında götürür. Geriye silkelenen insanların çil yavrusu gibi dağıldığı borsalar kalır. Yanında dövizi alıp giderken, düşük dövizle borçlanıp dövizin kaçışıyla yükselen kurla batan şirketler, çalkalanan ülke umurlarında değildir. Kasım 2000 ve Şubat 2001 dönemlerinde yaşananlar en iyi misaldir. Kısa vadeli olan sıcak paranın girişiyle kur düşer. Yerel para değerlenir. Dolayısıyla ithalat ucuzlar, ucuzlayan ithal mallara talep artar. Reel kesim ucuz ithal mallar karşısında üretimini devam ettiremez ve iflâs bayrağını çeker. İstihdam darbe alır, cari açık büyür. Nihayetinde krizlerin kısır döngüsü vazifesini devam ettirir. Bütün bu olanların gelişmekte olan ülkeler tarafından bilinmesine rağmen yetkililer genelde el atmaz. Çünkü gelen sıcak para kısa süreli de olsa sermaye sağlar, likiditeyi arttırır, borsaları şişirir. Ticaret ve hizmet sektörünü büyütür. Finans kesimi gelen hareketlilikten kârlarını arttırır. Elinde menkul kıymetleri olanlar satar. Merkez Bankaları da çoğunlukla enflasyon hedeflemesi istikametinde düşük kurun yaptığı katkı dolayısıyla ses çıkarmaz. Her kesim memnun olur. Bir nev'i sıcak para sun'i teneffüs vazifesini yerine getirir. Olumsuzluklarını idrak eden birçok ülke tedbirlere başvurdu. Vergiler koydu, kontroller getirdi. İstihdamın krizden sonra kronikleşen rakamlara ulaştığı Ülkemizde küresel toparlanmayla birlikte yüksek miktarlara ulaşabilecek sıcak paraya, tedbir alan ülkeler gibi kendi ülkemizin şartlarını da göz önüne alarak yüksek vergiler konulmalı ve kontroller getirilmeli. Doğrudan yatırımları, uzun vadeli sermayeyi çekmek için teşvikler arttırılmalı… Ülkemizin kanayan yarası olan işsizlik ve dış finansman açıkları ancak sıcak paranın donarak doğrudan yatırımlara dönüşmesiyle çözülebilir…
GİRAY SAN [email protected] |
04.03.2010 |
Şahs-ı manevî ve diğeri
Son zamanların sıkça duyulan özeleştirilerinden birisi, resmî ideolojilerin çarklarında öğütülmüş beyinlerimizin, insanî özelliklerimizi harekete geçirmede en büyük engel olarak karşımıza çıktığıdır. Bunu fark etmek, herşeyden önce büyük bir fazilettir. Varoluş düzleminde sorgulamalar ve okumalar yapmanın ilk ve en büyük adımıdır. Bu adım yeni, aynı zamanda, insanın yaratılış özelliği olması dolayısıyla tam ve esaslı bir düşünce tarzına yönelişimizin kuvvetli işaretidir. ‘İdeoloji nedir?’ sorusuna bu bağlamda cevap aramak, cevapların en ikna edicisi ve kişisel olanıdır. İdeoloji, insana bakışında Yaratıcı’nın maksadını tamamen veya kısmen bilinçli olarak gözardı edendir. İdeolojiler, çoğu zaman, saf halleri ile karşımıza çıkmazlar. Genlerimize işlemiş hatıralarımızı, kendi değerleriymiş gibi bünyelerine katmakta bir abesiyet görmezler. Çünkü ilk bakışta bütünüyle bize ters gelen bir düşünceyi/yöntemi kabul etmemiz bizden beklenmez. Bunun için, yerine göre, bazen milliyetçilik bazen din, bazen devletçilik vb. soslarıyla bizlere servis edilirler. Şüphesiz ideolojilerle karşılaşmalarımızda, kendi bünyemizde tasdik gören bir yapı hatıralarımıza, yani hafızamızda yer edinen bazı durumlara bakar. Sebep-sonuç ilişkisi üzerine bina edilen bir varlık algısı burada ideolojiler için bulunmaz bir kıymettedir. Bu algıyı, bazen korkutmak için bazen de ümitlendirmek için kullanırlar. Böyle bir girişten sonra, konum olarak şahs-ı manevinin karşısında duran ‘diğer’ bir ‘organizasyon biçimi’ni belirginleştirmeye çalışacağım. Siyah-beyaz vurgularla bu ayrışmayı ortaya çıkarmak gibi bir ihtiyacımız olduğuna inanıyorum. İdeolojik eğitimin tezgâhından geçildiğinde, kavramlara yüklenilen mânâların bu eğitimden nasibini aldığını yok sayamayız. Umulur ki bu satırlar ideolojik eğitimin etkisinde değil iman eğitimi etkisinde yazılabilmiştir. *İdeoloji ürünü organizasyon biçimini “Devletcilik” olarak alıyoruz. Devletçilik, tabiatı gereği, tebaa yani tabi olan insan tipi ister ve eğitimi o yöndedir. Şahs-ı manevî hürriyet merkezlidir. Her şahıs kendi dünyasının padişahıdır. Fikir ve vicdan hürriyeti şahanedir. Devletçilik merkezileşmeyi önemser. Bir kişinin veya belirli bir zümrenin düşünce dünyasının, bütünün düşüncesini kapsadığı ve yeterli olacağı iddiasındadır. Şahs-ı manevî her şahsın farklı dünyası olduğunun farkındadır. Bütün insanlarda tasdik görebilecek şeyin hakikat olduğunu ilân eder. Devletçilik, yapısı gereği, istibdadın meyvesidir ve tohumudur. Farklı fikirleri görmez ve/veya görmezden gelir. Şahs-ı manevî hakikat arayışında olduğu için, bütün fikirleri müsbete yönlendirir ve onları meyvedar kılmaya çalışır. Kâinatın sonsuz bir kaynaktan geldiğini tasdik ile, O sonsuzu tanımada sonsuz fikirlerin ortaya konmasını teşvik eder. Devletçilik, ihtilâli (yukardan aşağıya değişim) körükler, şahs-ı manevî, kalblerde ittihadı meyve verir. Devletçilik herhangi bir fikre “bunu nasıl kendime râm ederim” kaygısı ile bakar, şahs-ı manevî “hakikat bunun neresinde” diye sorgular. “Şu uzun ve sırlı yolculuğumda bana yarayacak bir kemal var mı?“ düşüncesi ile fikirleri tartar. Devletçilik gücü kendine lâyık görür. Güçlü olana yanaşır. Şahs-ı manevî, güce ihtiyaç hissetmez. Herşeyin mânâ boyutunu görmeye çalışır ve teşvik eder. Onun kaygısı bambaşkadır. Devletçilik, cahiliye (yani vahiysiz) bir toplumun meyvesidir. İnsana hiç yakışmaz. Şahs-ı manevî, Yaratıcının rehberliğine ihtiyaç hisseder haldedir. Vahyi her daim tazeleyerek idrak etmeye çalışır. İnsanlığın zirvesindedir. Devletçilik, sahip olarak kendini bildiğinden, bütün gözleri kendi üstünde ister. Şahs-ı manevî, tıpkı ene gibi, kendisinin değil başkasının mânâsını gösterir. Kendine sahiplik iddiası taşımaz. Devletçilik, kendi çocuklarını yiyerek büyür. Şahs-ı manevî, cadde-i kübra-i Kur’ân’iyede kemal yolundadır; çocuklarını ona teşvik eder. Devletçilik, insanın hakikat-ı hali olan acz ve fakr halini tesbit etmez, tasdik edemez. Bütün varlığıyla her an yaratılmaya muhtaç olduğunu ve kendinde hiçbir yaratıcılık özelliği olmadığını ıskalar. Şahs-ı manevî sonsuz acz ve sonsuz fakr halini müşahede eder. Sonsuz bir kaynak olmadan bir hiç olduğunu bilir. Her an O'nun yaratmasına muhtaçlığını tesbit ve ilân eder. Devletçilik herşeyi kendinden bildiğinden şükür kapısını kendine kapatır. Şahs-ı manevî, herşeyde Sonsuz Kudrete ve Sonsuz merhamete yönelme mânâları yakalar. Devletçilik, dini, ‘atalarımızın dini’ diye algılar. Şahs-ı manevî dine Yaratıcının teklifi diye bakar. Devletçilik vahye, 'birşeyler elde etme veya kaybetmeme' maksadı ile yaklaşır. Şahs-ı manevî “ne Cennet sevdası ne de Cehennem korkusu“ taşır. O hakikatin peşindedir.
Not: Esaslı bir şekilde Kur’ân’a yönelme devrinin başladığına inanıyorum. Bu düşünce ile bu satırları yazdım. Yeni Asya camiasının “inişli çıkışlı” diye tabir edilen yolculuğunda, fikir hareketlerinin yoğun olduğunu biliyorum. Bu durumu şükür kapısı olarak yorumlamak hiç abes olmaz. Bu hareketliliğin çok harika müsbet meyveler vereceğine kanaatim var. Şahs-ı manevinin bütün fertlerine bu düşüncelerimi arz ediyorum. Rabbim hakikat yolculuğunda bereketli yıllar nasib eylesin.
SAİD HAFIZOĞLU |
04.03.2010 |