04 Mart 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Raşit YÜCEL

Yolculuk


A+ | A-

Yollar yolcular için yapılır. Yollar önce “yaya” olarak adımlandı. Sonra yolların ve yolcuların şartları değişti. “İnsan bir yolcudur” sözü her insan için geçerlidir. Sabit bir hayat tarzınız olsa dahi.

Yolumuz, geçenlerde Balıkesir, Bandırma ve Ankara’ya düştü. Dostlarımızın dâveti üzerine “Nur Hizmetinde Nurlu Hatıralar” adı altındaki seminerimizle geçmişteki hizmet hatıralarına gittik. Kâh gülümsedik, kâh duygulandık.

Son yüzyılın en önemli olayı ülkemizde yaşanmıştı ve hâlâ yaşanıyor. Kıyamete kadar devam edecek mânevî silsilenin bir serüvenidir bu. Başkaları için ”tâlî şeyler” olarak kabul edilebilir. Mazur görürüz. Leyla ile Mecnun hadisesi gibi. Malûm, Mecnun’un Leyla’ya aşkı dillere destan olmuştur. Oysa Leyla’yı gören birisi Mecnun’a sormuş: ”Senin yanıp tutuştuğun çok da güzel olmayan bu kız mı?”

Mecnun’un cevabı enteresandır: “Sen onu benim gözüm ile görmüş olsan bana hak verirdin.”

Her insanın ilgi alanı farklıdır. İşte bu hatıralar yılları ve yolları meşgul etmişti...

Balıkesir temsilcimiz Ali Kurnaz Bey ile bazı ziyaretlerde bulunduk. BRT radyosunun canlı yayınında, yılların muhabbet fedaisi Necati Ağabeyimle beraber olduk. Mehmet kardeşimin rehberliğinde Zağnos Paşa Camiinde Cuma namazını eda ettik.

Akşam dostlar ile beraberliğimiz “cennetâsâ bir bahar”ı andırıyordu. Ertesi gün Bandırma yolunda idik. Ali Fuat Bey kardeşimin kaptanlığında, Ahmet, İsmet Beyler ve Ali kardeşim ile akşama yakın Bandırma’ya ulaştık. Bahtiyar Ataç ailesinin misafirperverliği eşliğinde, eski temsilcimiz merhum Tayyar Ağabeyimizi anarak, hatıraları yad ettik. Gece Balıkesir’e ulaştık, sonra da Ankara’ya doğru yol aldık.

Namaz için bir mescidin olmayışı demiryollarının bir noksanı sanırım. Artık bu zarurî ihtiyaçlar nazara alınmalıdır. Yetkililerin nazarına arz ediyorum.

Ve Ankara… Eskiden beri ilk uğradığımız 27 ile anılan Hacıbayram’daki mekânımızdır... Hacı Bayram Camii, eski Meclis binası, Ankara Kalesi gibi mekânlarda Bediüzzaman Hazretlerinin hatıraları ile dolaştım. Birçok hatıra ile canlandı hayalim.

Ve akşam “Asya Nur Kültür Merkezi”nde dostlarımız ile beraberdik. Sami Ağabeyim karşıladı bizi. Bedrettin kardeşimin misafirperverliği, Pursaklar ve samimî dostları, Kırıkkale ve Gerede’den teşrif eden misafirlerin iştiraki ile yine Nur hatıraları ile beraber olduk. Bu kültür merkezi çok amaçlı nezih mekânı ile çevrenin cazibe merkezi olmuş. Emeği geçen bütün hamiyetli insanları gönülden kutluyorum.




HABER - YORUM - ANALİZ
www.sentezhaber.com

04.03.2010

E-Posta: [email protected]



Ali Rıza AYDIN

Bir yıl oldu sizlerle…


A+ | A-

Huzura çıkışımız bir yılını doldurdu. “Dosthane” köşemiz 5 Mart’ta bir yaşında.

Çıkmak kolay değil ya, inmek ise pek çetin! Ringe çıktık bir kere…

Bir yıldır, duâlarınız bereketiyle bir şeyler yapmaya, bazı şeyler yazmaya çalıştık kararınca.

İlginize hayranım; bunları okudunuz.

Kimi dostlar “Daha önce neredeydin?” dedi, kimisi de “Bu adamdan bu yazı!” sözleriyle hayretini bildirdi.

Açıkça, açık yüreklilikle düşüncelerini, tepkilerini bildiren; şahsen, telefonla ve e-mail ile tebriklerini ifade eden okurlarıma en içten duygularımla şükranlarımı sunuyorum.

“Filân yazınızı okudum, birkaç kişiye okuttum” diyenler olduğu gibi; bir yazı konusuna da, “Züğürt tesellisi” diyen var. Biz bunları bir potada erittik; bir kalıba dökerek “fer” verecek “mum” ettik. Çünkü bizler sizlere, her zaman amadeyiz.

Üstadımız: “Atmacanın serçelere tasliti, serçe kuşunun istidadını inkişaf ettirir” demiyor mu? Biz de, sizden gelecek tepkilere, teşviklere muhtacız.

Ve bunu bekliyoruz; bununla şevkleniyoruz.

Meraklı suallere birkaç cümlelik cevap:

Yazı yazma serüvenimiz Yeni Asya Gazetesi’nin 8 Nisan 1972 tarihli nüshasında ve iç sayfaların birinde yayınlanan “Anarşinin kaynağı” başlıklı yazımızla başladı. Üstadımızın, “Yirmi sene sonra şimdiki tohumların mahsulü ıslâh olmazsa, elbette tokatları şiddetli olacaktır” diye işaret ettiği “1971 olayları”nın patlak verdiği; İzmir’de atmış iki Nur Talebesinin suçsuz yere mahpus edildikleri yıllara rastlar, o günkü kısa yazı. O günlerde PKK yoktu, ama birçok “KK” mevcuttu!

Yazı yazma tutkumuz zaman zaman nüks etti. Uzun zaman aralıklarıyla da olsa birkaç yazı yazıldı:

22 Temmuz 1981’de Yeni Nesil’de “Gençliğin figânı ve geçmişin vebali”; 2 Kasım 1982’de Yeni Nesil’de, “Balı, balcıya sorduk” başlıklı ve dört gün süreyle yayınlanan röportaj; 29 Ocak 1985’te yine Yeni Nesil Gazetesinde, “Komünist Rusya ve gençlik” başlıklı yazılarımız yayınlandı. Bildiğiniz gibi Yeni Asya Gazetesi, 1980 ihtilâlinden sonra “dik” durmanın mükâfâtı (!) olarak uzun bir süre kapalı kaldı ve bu süre içinde “Yeni Nesil” adıyla yayın hayatını sürdürdü.

Her ne ise…

Yukarıda adı geçen röportaj, gazetemizin açtığı “Haber-Röportaj” müsabakasında dereceye girdi; finale kalan diğer çalışmalar gibi, bizimki de baş sayfadan anons edilerek, dört gün süreyle ve tam sayfaya yakın bir ölçekte yayınlandı.

Bundan sonra uzun yıllar gazeteye yazı gönderemedik. Ya konsantre olamadık, ya da fırsat bulamadık. Tâ ki, 26 Kasım 2008 tarihli Yeni Asya’da yayınlanan “Sevgiliye kavuşmak” başlıklı yazımıza kadar. Bundan sonra mevziî hâlde devam etti yazılar.

Sonrası sizce malûm…

Her beşer gibi, biz de kusur yüklüyüz. Bilmediğimiz şeyler çok. Zaten, Bakara Sûresinin 32. âyetinde: “Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur” denmiyor mu?

Cenâb-ı Hak dilerse, ilham olup geliyor; bizlere gönderiliyor. Dilemezse, kelâm etmek mümkün mü?

“Dosthane”nin dostları! Sizlerle çok mutluyuz!

Bizlere müşevvik olan, inanın, sizlersiniz.

Bekliyoruz:

Fikrinizi, ilginizi, bilginizi, tepkinizi, teşvikinizi; dahası, dualarınızı bekliyoruz.

Sevgili dostlar…




HABER - YORUM - ANALİZ
www.sentezhaber.com

04.03.2010

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Dersim'in kızları zulmün adresini veriyor


A+ | A-

Önceki akşam, Harbiye'deki Cemal Reşit Rey (CRR) Konser Salonundaydık. Oraya "Dersim'in Kayıp Kızları" belgeselinin galası için gitmiştik.

Dâvet metninde belirtilen saatte gittik ve cidden mahşerî bir kalabalıkla karşılaştık. Yüzlerce değil, binlerce insan akın edip gelmişti oraya.

Üstelik, CRR'ye gelenler, sıradan kimseler değildi. Mutlak çoğunluğunu medya, fikir, sanat ve siyaset camiasından gelen kimseler teşkil ediyordu.

Belgesel filmi değil oturarak, ayakta izlemek için dahi yer kalmadı. Geç gelenler, koca salona girme şansına sahip olamadı.

İnsanlarımızın bu müthiş alâkadarlığı, hazırlanan belgeselin basit ve sıradan birşey olmadığını gösteriyordu.

Nitekim, öyle oldu.

Salon tıklım tıklım doldu. Programa tam zamanında başlandı. Alkışa değer bir olgunlukla, tam bir sükûnet sağlandı.

Ardından kısa konuşmalar yapıldı ve belgesel filmin gösterimine geçildi. İzleyiciler, pür dikkat beyaz perdeye odaklandı.

Aman Allah'ım! O ne müthiş, o ne cesur bir girişti öyle...

1937–38 yıllarında yaşanmış olan Dersim Fâciasını anlatmaya, o günlerin gazete manşetlerini gözler önüne sermekle başlıyor, film. Çarpıcı manşetlerden biri şöyledir: "Askerî kıtaatımız, asilerin bütün köylerini işgal etti."

Hemen ardından, Başbakan İsmet Paşanın Dersimlilerin Türkleştirilmesi ve cebren itaat altına alınmasına dair "insanlık ayıbı" mahiyetindeki sözleri perdeye yansıtılıyor.

Onu, üçüncü adam Fevzi Paşanın aynı minval üzre sarf ettiği utanç verici açıklaması takip ediyor.

Başbakan ile Başkomutanın o devirde ne söylediklerine ve nelerle meşgul olduklarına bakınca, yakın tarihte neler olduğunu, neler yapıldığını ve Türkiye'nin nasıl bir cendereden geçtiğini daha iyi anlıyor insan.

Bu arada, yine filmin ilk dakikalarında, Dersim halkının üzerine ölüm ve imha bombaları kusan ilk kadın pilot Sabiha Gökçen'in arşiv görüntülerine şahit oluyorsunuz.

Derken, Sabiha Gökçen ile Mustafa Kemal'in yanyana yürüdükleri anın kayıtları beliriyor gözlerinizin önünde.

Ardından da, M. Kemal'in kalabalık bir heyetle bölgede teftiş yaptığına ve hatta arazide gezinti yaptığına dair şoke edici arşiv görüntüleriyle yüzleşiveriyorsunuz.

Yaklaşık bir saat süreli belgesel filmin, bu ilk 10–15 dakikalık bölümünde o derece çarpıcı ve sarsıcı mesaj ve görüntülere yer verilmiştir ki, filmin geri kalan kısmı bir kenara bırakılsa, hatta yok sayılsa, bize göre yine de büyük bir kazanç sayılmalı ve çok büyük bir hizmet olarak addedilmeli.

Hele hele, 80'lik canlı şahitlerin konuşmaları ve o kalbî, hasbî, fıtrî anlatımları...

Çektikleri o dayanılmaz acılar... Geçirdikleri korkunç travmlar...

Hem yetim, hem öksüz, hem vatansız kalmanın, dahası nereden geldiğini ve nerede olduğunu dahi bilmemenin vermiş olduğu yürek burkan sözler, söylenmeler, yakınmalar...

Aman yâ Rabbi! Onları dinlerken, kendini tutmak, tutabilmek ne mümkün...

Tamamen belgesel olan bu filmi seyrederken, empati yapmadan edemezsiniz.

Herşey doğal, doğru ve fıtrî bir lisanla anlatılıyor. Yapmacıktan eser yok.

Zaten, yapmacık şeylere hiç gerek yok. Doğrular dahi ancak kısmen anlatılabilmiş, bu bir saat süreli belgeselde...

Filmde, birkaç Dersimli kayıp kızın (bunlardan iki tanesi galaya da gelmişlerdi) dramatik serüveni ve anlattıkları esas alınmış. Siz bu temelin üzerine on binlerce mâsumun, mazlûmun dramını bina edebilirsiniz.

Çünkü, 1937–38 yıllarında yaşanan Dersim katliâmının bilânçosu, ancak on binlerle ifade edilebilir. Katliâm sonrası kurtulan çocuklar, rütbeli subaylara pay edilmiş ve bilinmezliklerle dolu bir hayatı yaşamaya mahkûm edilmişler.

İşte, o binlerce kayıp kız ve erkeklerden, sadece birkaç örnek gösteriliyor, bu belgeselde. Varıp gerisini siz düşünecek ve tahayyül edeceksiniz.

Bu cesur ve hakperestçe çalışmaya ilgi göstermenizi hararetle tavsiye ederiz.

Zira, bir belgesel film yoluyla, yakın tarihimizin doğruya en yakın şekilde okunduğuna, vakıanın özü doğru ve cesurane bir şekilde nazara verildiğine, özellikle sanat dünyasında ilk kez şahit olmaktayız.

Evet, Dersim Fâciasının gerçek yüzü, bugüne kadar ya hiç yansıtılmadı, ya da yalan yanlış şekilde aktarıldı. Masum ve mazlûm halk, âsî, şakî, haydut yerine konuldu; zalimlerin zulmü hep örtbas edildi.

Yetmiş üç sene müddetle, zulmün baş aktörleri arasında yer alan dönemin Başbakanı ile Başkomutanının gaddarlığı olduğu gibi hiç yansıtılmadı, gerçek yüzleri hep saklı tutulmaya çalışıldı.

Şimdi ise, kelimenin tam anlamıyla bir dönüm noktasına gelinmiş bulunuyor.

Dersim'in şahsında, yakın tarih sorgulanıyor, hatta Cumhuriyetin ilk dönemi (tek partili rejim dönemi) yeniden yazılıyor, yazılmayı hak ediyor, denilebilir.

Fevkalâde güzel, bir o kadar da çarpıcı, dolayısıyla hayırlı bir gelişmeye şahit oluyoruz... Bu sebeple, filmin yapımcılarını, bu çalışmada emeği geçenleri ve katkıda bulunanları tebrik ediyoruz.

Sizlere de tavsiye ediyoruz. Pek yakında gösterime girecek olan bu cesurane belgeseli sakın ola kaçırmayın. İlgi gösterin, ta ki benzer çalışmaları yapacak olanlara da cesaret gelsin; ta ki ümitlensinler, yüreklensinler...

........................................

Meraklısına not: 18 Kasım 2009 tarihli "Dersim, âh Dersim!" başlıklı yazımızı okumanızı tavsiye ederiz. MLS




HABER - YORUM - ANALİZ
www.sentezhaber.com

04.03.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Mevcudat tesbihatında şuur var mıdır?


A+ | A-

Abdullah Bey: “Kâinat ve mevcudat Allah’ı bilme ve Allah’a tesbih etme noktasında şuurlu mudurlar? Yoksa zorla mı ibadet ettiriliyorlar?”

Kur’ân emanetin göklere, yere ve dağlara arz edildiğini, fakat bu yerlerin emaneti almaktan çekindiğini, onu insanın aldığını beyan eder,1 yıldızların ve ağaçların Allah’a secde ettiklerini haber verir,2 göklerde ve yerde şuurlu şuursuz ne varsa Allah’a tesbih ettiklerini,3 fakat biz şuurlu varlıkların bu tesbihleri anlamadığımızı4 bildirir, Allah’ın gerektiğinde suları yutması için yeryüzüne, suyunu kesmesi için gökyüzüne5, Hazret-i İbrâhîm (as) için soğuk ve selâmetli olması için ateşe6 hitap ettiğini kaydeder. Allah’ın, “Ey yeryüzü ve gökyüzü! İsteseniz de, istemeseniz de ikiniz birden emrime uyun!” buyurduğunu, bu İlâhî emre gökyüzünün ve yeryüzünün de cevap vererek, “İsteyerek uyduk!” dediklerini haber verir.7

Varlıkların İlâhî emirleri böylesine dinlemelerinde biz şuur mu arayacağız, yoksa şuurlu varlıklar olarak okumamız gereken başka mesajlar mı var? Üstad Saîd Nursî Hazretlerine göre bu âyetlerle birlikte her şeyde görünen bu baş döndürücü güzellik, düzenlilik ve faydalılık, her şeyin Allah’ın emirlerine harfiyen uyduğunu ilân ediyor.8 Küçükten büyüğe bütün mahlûklar üzerlerinde taşıdıkları ince nakışlar ve hikmetli özellikler dilleriyle Allah’ın isimlerini zikrediyorlar, yani gösteriyorlar.9

Anlaşılıyor ki, göklerin, yerin ve bütün varlıkların zaten Allah’ın emirlerinin dışına çıkmak gibi bir seçenekleri yoktur. Böyle bir seçeneğe insanlar ve cinler sahiptirler. Fakat insanlar ve cinler de zorla ibadet ettirilmiyorlar. Tercihleri ve iradeleriyle ibadet etmeleri isteniyor. Bu açıdan, “zorla ibadet ettirilmek” tabirinin seçenek sahibi olmayan varlıklar için kullanılması akla ve hikmete uygun düşmüyor. Kâinatta Allah’ın iradesi, hikmeti ve kudreti esastır.

***

İsmail Bey: “Emirdağ Lâhikasında geçen,‘Beşer, hakikate muhtaç olduğu gibi, bazı keyifli hevesâta da (meşrû eğlencelere) ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesat, beşte birisi olmalı. Yoksa havanın sırr-ı hikmetine (yaratılış hikmetine) münafi (aykırı) olur. Hem beşerin tembelliğine ve sefahetine ve lüzumlu vazifelerinin noksan bırakılmasına sebebiyet verip beşere büyük bir nimet iken, büyük bir nikmet (ceza) olur, beşere lâzım olan sa’ye şevki kırar’ cümlesinde geçen beşte bir nedir? Burada geçen havanın bozulması ne demektir?”

Bedîüzzaman Hazretlerine Kur’ân yayınını dinlemesi için bir radyo getiriliyor. Bedîüzzaman radyonun, yayınının onda birini faydalı bilgilere ve kelimât-ı tayyibe olan Kur’ân bilgilerine ayırdığını, geri kalan yayın saatlerini ise keyifli eğlencelere ayırdığını görüyor ve bu oranı hava nîmetinin şükrü açısından gâyet yetersiz buluyor. Çünkü radyo yayın aracı olarak Allah’ın emir ve irâdesine arş hükmünde olan10 havayı kullanmaktadır ve Allah’ın bu nîmetine karşı sonsuz derece şükür borçludur. Oysa onda birlik bir faydalı bilgi ve Kur’ân yayını ile böylesine kapsamlı şekilde şükür vazifesi yapmaya imkân yoktur.

Bedîüzzaman Hazretleri şükür bilincinde olan bir radyonun program muhtevasının ana hatlarını da burada çiziyor.

Üstad Saîd Nursî Hazretlerine göre, “İleyhi yes’adü’l-kelimü’t-tayyibü” (Güzel sözler O’na yükselir.)11 âyetinin sırrını kendi sayfasında gösteren hava âleminin önemli bir görevi, Allah’ın izniyle kelimeleri çoğaltması ve sesi nakletmesidir. Radyolar ise yeryüzünü bir tek ev hükmüne getirip sesini ve yayınını bütün yeryüzüne hava vasıtasıyla neşrediyorlar. İnsanoğlu bu radyo nîmetine bir şükür olarak radyo nîmeti ile neşrettiği kelimât-ı tayyibenin, yani Allah kelâmının sayısını arttırmalıdır. Radyo yayını ile Kur’ân hakîkatleri, îmân ve güzel ahlâk dersleri ve kişisel ve sosyal hayata lüzumu olan faydalı bilgiler çokça verilmeli ki, hava nîmetini genişçe kullanmaya karşı şükür vazifesi yapılmış olsun. Yoksa bu nîmet böyle şükür görmezse, insanoğluna zararlı düşecektir.

Bedîüzzaman’a göre, beşerin bazen keyifli hevesâta, meşrû olmak kaydıyla eğlencelere ve müziğe ihtiyacı vardır; tamam. Beşerin bu ihtiyacı dikkate alınıp radyoda meşrû olmak kaydıyla eğlence ve müzik yayını yapılabilir. Ama bu yayın radyonun bütün yayınlarına oranla beşte biri aşmamalıdır. Yoksa havanın yaratılış hikmetine zıt şekilde yayın yapılmış olur. Bu durumda ise radyo bir İlâhî nîmet iken, bir nikmet olur, yapılan abartılı eğlence yayınları beşerin başına belâ olmaktan öteye bir fayda sağlamaz. Öyle ise şükür vazifesi yüklü bir radyoda müzik ve meşrû eğlence programına beşte bir, kelimât-ı tayyibe sayılabilecek şekilde faydalı ve Kur’ân bilgilerini konu alan programlara ise beşte dört oranda yer verilmelidir.12

Dipnotlar:

1- Ahzab Sûresi: 72; 2- Rahman Sûresi: 6; 3- Hadîd Sûresi: 1; 4- İsrâ Sûresi: 44; 5- Hûd Sûresi: 44; 6- Enbiyâ Sûresi: 69; 7- Fussilet Sûresi: 11; 8- Sözler, s. 12; 9- Sözler, s. 394; 10- Sözler, s. 148; 11- Fâtır Sûresi: 10; 12- Emirdağ Lâhikası, s. 307.




HABER - YORUM - ANALİZ
www.sentezhaber.com

04.03.2010

E-Posta: [email protected]



Robert MİRANDA

Vahşi atlar bize huzur getirdi


A+ | A-

Geçtiğimiz hafta Nelsonville, Ohio’daki maceralarımızdan bahsetmiştim. O yazımda Columbus, Ohio’dan çok yakın bir arkadaşım olan bir insan hakları aktivistinin çağrısı üzerine bir eyleme katılmak için bölgeye gittiğimi anlatmıştım. Arkadaşım, Appalachian Dağı eteklerindeki bir orman kasabasında bulunan Hocking College okulundaki siyahî öğrencilere ırkçı bir takım saldırılarda bulunan yerel bir gruba karşı organize edilen bir eyleme iştirak etmemi rica etmişti.

Bu kolejdeki siyahî öğrencileri öldürmeye varan tehditlerle rahatsız eden söz konusu grup özellikle beyaz olmayanlar ve Hıristiyan olmayan Amerikalılara karşı lokal bir takım terörist faaliyetlerde bulunan aşırı, beyaz, ırkçı bir örgüttü.

Okuldaki siyahî öğrenciler ormanlık bölgede tek başlarına ve çok fazla dolaşmamaları konusunda uyarılmışlar. Zira böylesi bir durumda ırkçı bir terörist tarafından tek bir kurşunla öldürülme ihtimali vardı.

Öğrendiğimize göre tehditlerin boyutu bu safhaya ulaşınca FBI da olaya el koymuş ve siyahî öğrencilere yönelen şiddeti araştırmak için bölgeye bir ekip göndermiş ve araştırma başlatmış.

Bölgede sıkça terörist faaliyetlerde bulunan meşhur ırkçı beyaz örgüt Ku Klux Klan’ın varlığı sebebiyle de, siyahî öğrencilere yönelen katliâm tehditleri ciddiye alınıyor.

Davet edildiğim organizasyonda iki ayrı seminer verme görevim vardı. Birincisi pasif direniş, diğeri ise polis vahşetinden sakınmak ile ilgili olacaktı. Seminerlerim süresince, Bediüzzaman Said Nursî’nin metodlarından bahsettim ve onun Osmanlı’nın düşüşü ve 1. Dünya Savaşı ile ortaya çıkan uygun zeminde İslâm toplumuna Batılı düşünceleri enjekte etmek isteyen ve İslâmiyet’in Türkiye’den silinmesi için çaba sarfeden Batılı güçlere karşı verdiği mücadelesini anlattım.

Onlara Said Nursî’nin bir barış havarisi, çok önemli bir kahraman ve hayatını başkalarına hizmet etmeye adamış tarihî bir İslâm figürü olduğundan bahsettim.

Said Nursî’nin insanları öngörülerindeki basiret ve fikirlerindeki derinlik ile etkileyen karizmatik bir figür olduğunu söyledim.

Onun vizyonunun insanoğlunu tamamen kurtarmak ve insanlığı hedef alan adaletsizliği ortadan kaldırmak olduğunu ifade ettim. Tıpkı bugün Nelsonville, Ohio’da siyahî öğrencilere yönelen adaletsizlik tehdidinde olduğu gibi...

Onlara Said Nursî’nin bir keresinde şu sözü söylediğini belirttim: “Ekmeksiz yaşarım, fakat hürriyetsiz yaşayamam”

Onun, düşünce ve ifade özgürlüğünü insanoğlunun hayatiyetini devam ettirmesi için şart olarak gördüğünü vurguladım. Vizyoner bir adam olarak, modern çağın insanının herşeyin sebep ve gayelerini öğrenmek istediğini bildiğini ve çağdaş insanın bütün sorunlarına kendi İslâmî perspektifinden çözüm teklifleri sunduğunu anlattım.

Nursî’nin fikirlerinin toplumda bir ahlâkî düzen öngördüğünü ve böylece insanların doğruyu yanlıştan rahatlıkla ayırabileceğini içerdiğini belirttim. Onun, imanın toplumsal hayatı güçlendireceğine ve fikir ve düşünce özgürlüğünün ve de bilginin gücünün güçlü ve imanlı bir toplum inşa edeceğine inandığını söyledim.

Birçokları, anlattıklarımı can kulağıyla dinledikten sonra çok beğendiklerini söyleyerek, daha fazla detaylı bilgi vermemi istediler. Ben de bunları paylaşmaktan ötürü mutluluktan çok daha öte bir memnuniyet hissettim. O gün ayrıca benden bir grup insanı organize ederek ormanlık alana doğru bir yürüyüş düzenlememi ve böylece burada siyahî öğrencileri tehdit eden silâhlı gruplara bir gözdağı vermemizi istediler.

Akşam gelip çattığında, 6 kişilik bir grup olarak ormanlığa doğru yürümeye başladık. Kolejin civarında yapmış olduğumuz bu yürüyüş sırasında yapmış olduğumuz gürültüyü duyan bu teröristlerin dikkatini çekeceğimizi ve belki de bizi de rahatsız edeceklerini düşündüğümüzden tedirgindik.

Tam o sırada, bir gürültü duydum ve birden o tarafa doğru baktım. Yerler hep karla doluydu, hava nisbeten sıcaktı ve birden havada sisli bir ışık hüzmesi görür gibi oldum. Üzerimize doğru gelen bu şeyin ne olduğunu anlamak için bir iki adım daha ileriye atıldım. Sislerin içinden bize doğru gelen sanki bir hayaletti. Ancak bir kaç saniye sonra bunun bembeyaz bir at olduğunu görecektik...

Beyaz at bize doğru bir kaç adım daha attıktan sonra tam önümde duruverdi. Bu duruma oldukça şaşırmıştım, önümde duran atın başını okşamaya başladım. Tam bu sırada arkadaşlarıma şimdi ne yapacağımızı soracaktım ki, bir gürültü daha koptu ve etrafımızda 14-15 tane daha at beliriverdi. Tam anlamıyla şok olmuştum.

Bu şahane manzara karşısında hepimizde bir heyecan oluştu ve tek tek sevip okşadığımız atların fotoğraflarını çekmeye başladık. Daha sonra ise koleje doğru yürüyüşümüze devam ettik. Ancak ilginç olan şuydu ki, atlar da durmadan bizi takip ediyorlardı. Biraz önce ormanda yalnız olduğumuz için tedirginlik hissederken, atların etrafımızda olması ve bizleri çevrelemesi ile güvende hissetmeye başladık ve böylece bize yönelecek herhangi bir saldırıdan korunduğumuzu hissettik.

5 saat boyunca ormanın etrafındaki yürüyüşümüz devam etti ve gece yarısı saat 2 civarında bu keşif yürüyüşümüzü bitirme kararı aldım. Bir ağacın altında dinlenirken aldığım bu karardan sonra o ilk anda karşımıza çıkan beyaz at tekrar yanıma geldi ve sanki son bir defa okşamam için kafasını eğdi. Bir iki dakika kendini sevdirdikten sonra diğer atlarla birlikte orayı terk ettiler. Fakat o beyaz at çekip gitmeden önce, göz göze gelir gibi olduk ve bana sanki herşeyin çok iyi olacağını ve bir sorun çıkmayacağını söylüyormuş gibi bir his kapladı içimi...

Koleje geri dönüp de bu yaşadıklarımızı anlattığımızda en başta bir çok arkadaşımız olanlara inanmadılar. Bize ormanda gezen atları çok iyi bildiklerini ve o atların çok vahşi atlar olduğunu dolayısıyla asla insanların etrafında bu şekilde duramayacaklarını söylediler. Hele ki bir insanın onları okşamasına izin vermelerinin imkânsız olduğunu iddia ettiler. Ancak onlara çektiğimiz fotoğrafları gösterince şok geçirdiler ve inanmak zorunda kaldılar.

Nelsonville, Ohio’daki eylem ve direnişimiz başarıya ulaşmıştı. Bölgeden gelen haberler son iki haftadır herşeyin normal olduğunu söylüyor. Şüphesiz bölgedeki bütün beyaz insanlar ırkçı değiller, orada da ahlâkî değerlere sahip olan ve ırkçılığa karşı mücadele eden beyaz insanlar var. İşte Nelsonville’de böyle adaletsizliğe karşı imanlı insanlar gibi karşılık veren beyaz insanlarla da tanıştım. Diğer yandan o ormanda yaşadığım ve hayatımın en sükûnetli anları diyebileceğim o sükûneti halen hissediyorum. Allah ne yücedir! Onun yarattığı canlılar gelip beni sakinleştirdi ve bana cesaret verdiler, ormanda ve kasabada artık korkulacak bir şey olmadığını hal diliyle anlattılar... Maşallah!

Tercüme: Umut Yavuz




HABER - YORUM - ANALİZ
www.sentezhaber.com

04.03.2010

E-Posta: [email protected]



Mikail YAPRAK

Sosyal ve siyasî paradokslar


A+ | A-

Cumhuriyet döneminde cumhuru hiçe sayan yaklaşımlar, çok partili demokratik sistemde antidemokratik uygulamalar o kadar üst üste geldi ki... Antidemokratik yaptırımlarla, hukuka aykırı icraatlarla, baskılarla koca bir toplum susturuluyor, hükümetler susturuluyor, kurumlar susturuluyor.

Aydınlatma adına dünyalar karartırılıyor, çağdaşlık adına çağdışılık yapılıyor, restorasyon diyerek yıkımlar yaptırılıyor. Hele şu dünyanın jandarması Amerika’ya bakınız ki, kendi konumunu korumak ve menfaat musluklarını tekeline almak uğruna akıl almaz zalimlikler sergilerken, hiç utanıp sıkılmadan, “Bütün bunları halkların iyiliği için, hürriyetlerine kavuşmaları için yapıyorum” diyerek bir de yalancılığın ve utanmazlığın danıskasını âleme gösteriyor.

«««

Kanun namına kanunsuzluk, hukuk adına haksızlık, adalet adına zulüm, halka rağmen halkçılık, millete rağmen milliyetçilik ve devlet aleyhine devletçilik, ülkemizin nasırlaşmış paradokslarıdır. Zaman olur, güvendiğimiz dağlara kar yağar, karlı dağlarımız terörist barınağı olur. Güvenliğimizden sorumlu olanlar, güven yerine güvensizlik pompalar. Demokrasinin pratisyenleri olan sözde demokratik kurumlarımız, kendi içlerinde alabildiğine antidemokrat kesilirler. Zaman olur, sosyal ve siyasî enkaz üstüne gelip tezgâhlarını kuran partilere gün doğar.. Ve onlar için aslolan milletin sırtından belli yerlere tırmanabilmek, tırmandıktan sonra da oralarda uzun süre kalabilmek olur. Ortalığın sütliman olması mı, yoksa toz duman olması mı onları mutlu eder, doğrusu kestiremeyiz.

Zaman olur, ülkenin ayağına dolaşan prangaları çözmek, ülkenin başında uçuşan belâları def etmek vaadleriyle iş başına gelenler, ülkenin başına yeni belâlar ve gaileler açarak, bir an önce gitmesi gerekenler olurlar. Kurtarıcı rolünde olanlar, kendilerinden kurtulunması gerekenler olurlar.

Bir kısır döngüdür, sürüp giderken, bu kısır döngüden dönmenin, bu çıkmazdan çıkmanın bir yolu kalır. Hakikaten demokrat, hakperest, hamiyetperver, adaletperver, samimî, vefakâr, ihlâslı ve inançlı, bilgili ve cesur kadroların iş başına gelmesi..

Zaman olur, bu millet o kadrolara da kavuşur ve kavuşmuştur. Ahrarların yeniden dirilişiyle, demokratların zuhuruyla o yol açılmış, milletin yüzü gülmüştür. Lâkin rejim, kendi içinde kendisiyle çeliştiği için, cumhuriyetin ve demokratik rejimin içi boşaltıldığı için, sivil olmayan argümanlarla donatıldığı için, kaskatı ve resmî bürokrasiye emanet edildiği için, ahrarlarımız ve demokratlarımız muratlarına tam erememişlerdir. Ülke finişe kalkarken, iç ve dış mihraklar harekete geçmiş, darbeler devreye girmiş, geriye dönüş başlamıştır.

Ve zaman olmuş, milletin bağrından, bürokrasi duvarlarının dışından, halkın arasından çıkıp geldiklerine inandıklarına bu millet yeniden teveccüh etmiş, idarelerini onların eline teslim etmiştir. Milletin mesajı ve talebi açık ve net olmuştur. Şöyle ki:

“İşte irade bizden, idare sizden; buyurun yapacağınızı yapın, maddî ve manevî yükselişimizi engelleyen ihtilâl anayasasını değiştirin, haksızlıkları bertaraf edip, gasbedilmiş haklarımızı bize iade edin. Hak ve adaleti temin edip, adalet ve kalkınmayı sağlayın. Adalet ve kalkınmanız isimden ibaret kalmasın.”

Bir paradoks da, milletin bu teveccühünde ve bu talebinde yaşanmıştır ki, ahrarların devamı olan demokratlar kenara itilerek, onların uhdesinde olan misyonu da bu yeni kadrolara yükleyenler olmuştur. Hayfa ki, hayfa ki.. Bırakınız, gasbedilen haklarımızın geri alınmasını, yeni yeni gasplar ve haksızlıklar, milletin ümit bağladığı bu iktidara yaptırılarak milletle alay edilmiş, perde gerisindeki karanlık çehreler kıs kıs güldürülmüştür. İradeyi milletin elinden alıp başkasına kaptıran, kupkuru bürokratik idareyi ancak elinde tutabilen bu iktidar ise, anayasayı değiştirmek yolunda ciddî adımlar atmak yerine, zaman zaman onunla oynamıştır. Bir defa, çiçeği burnunda hükümet iken, başbakanın konumunu düzeltmek için, anayasayla oynanmıştır, bir defa başörtülü bir cümle oraya koymak için oynanmıştır, şimdi de partisini kapattırmamak için oynanıyor, geri tepileceği biline biline...

«««

Haydi biraz da Avrupaî paradokslara değinelim.

Bediüzzaman’ın “bahtiyar” dediği Almanları bağrında barındıran ve sahasındaki ülkelerle bütünleşerek birlik olma hedefini güden, savaş sonrası yaralar sarma ve toparlanma yolunda olağanüstü başarı gösteren Avrupa’nın paradoksları da kendindendir, yerlidir ve orijinaldir. İstikbalin parlak sabahlarına, insanlığın huzur dolu günlerine hizmet edeceğinden habersiz bu kıt’a, yüreğindeki ferahlığın ve içindeki güvenin sırrını kendisi de bilmez. Kıt’anın gizli misyonlarını bilmek için derinliğine bilgi, iman ve basiret lâzımdır. Burada, dinsiz felsefenin de, fen ve bilimin de argümanlarını aynı zaman ve mekânda görmek mümkündür. Okullarında hem din öğretilir, hem dinsizliğe ve sefahete götürecek telkinlere izin verilir. Bir yanda Hazret-i İsa’nın tasarrufu, öte yanda “inkâr-ı uluhiyyet” fikrinin felsefî boyut.. Bir yanda İslâma ve inançlara engin hoşgörü, diğer yanda cahilane hücumlar ve trajikomik tedbirler..




HABER - YORUM - ANALİZ
www.sentezhaber.com

04.03.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet DURSUN

Kent dindarlığı


A+ | A-

“Kent dindarlığı” deyince ne anlıyorsunuz?

Mehmet Altan’ın yeni kitabı “Kent Dindarlığı” günümüz Müslüman tipini sorgulayan ve bu konuda önemli tesbitleri içeren bir muhtevaya sahip. Köşe yazılarında ve verdiği bazı röportajlarda da bu konuya yer yer değinen Altan, “İslâmiyet Şeyh Galip’ten Taliban’a geldi yeryüzünde” vurgusundan sonra “Nedir bu meyil, düzlem kaybetmemizin nedeni nedir? İkisi de Müslüman ise aradaki fark nedir?” diye soruyor ve şu tesbitte bulunuyor. “Bence aradaki fark, o dinin kendi kültürel özelliklerinin, derinliklerinin, yaratıcılıklarının farkına varılmayıp onu siyaseten bir silâh olarak kullanmaktır… Türkiye’de din; sosyolojik, kültürel bir mesele olmaktan ziyade siyasî bir mesele olarak algılanıyor.” Kent dindarlığı meselesinin koordinatlarını veren, Türkiye’deki din algısının sosyolojik temellerine inen ve günümüz Müslüman tipini ve din algısını sorgulayan eser, Kemalist ideoloji ile siyasal İslâm arasında sıkışan Türkiye’nin fotoğrafını çekiyor. Eserin yazarı katılır mı bilmem; çok önemsediğim bu kavram hakkında bazı düşüncelerimi paylaşmak isterim.

Aslında kent dindarlığının tarif ettiği Müslüman tipini Şeyh Galip’ten çok daha geriye giderek, bu ruhun kaynağına inerek bulmak mümkündür. Altan’ın “dünya üzerindeki mücadeleleri sırasında dinden çıkar sağlamaya gerek duymayan, buna gönül indirmeyen, güler yüzlü, medeni, farklılıklara tahammüllü, çoğulculuk üzerine bina olmuş lâtif insanlar” dediği kent dindarları; yüzünden tebessüm eksik olmayan, hiçbir sözünde yalan, hiçbir işinde menfaat bulunmayan, şefkat, sadakat ve doğruluğu ile gayr-i Müslimlerin bile gönlünü fetheden, gösterişten hoşlanmayan, dünyevî menfaatleri elinin tersiyle iten, ihtiraslardan uzak duran, öfkelenmeyen, en güçlü olduğu anlarda bile öç peşinde koşmayan Hz. Peygamberden ve mümtaz sahabelerinden başkası değildir. Bu anlamda medenî dünyanın temeli de Medine’de atılmıştır. Bu tipi ve anlayışı baltalayan ve günümüz Talibanlarının tohumlarını atan hareketin kaynağını ise, İslâm’ı siyasallaştırarak saltanat kavgalarının merkezi haline getiren Emeviler’de aramak gerekir. Bu bağlamda İslâm toplumlarının bugünkü en büyük sıkıntısı, Asr-ı Saadet Müslümanını günümüze taşıyamamasından ve Emeviler’e kadar uzanan bir fay hattında yürümekte ısrar etmesinden kaynaklanmaktadır. Elbette ki tarihî düzlem içerisinde bu fay hattında yaşananlar ayrıca ortaya konulabilir, konulmalıdır da.

Bu fay hattını günümüze uzanan ucundaki tehlikelere de kısaca değinmek gerekir. Bugünkü Ergenekon tartışmaları ve kamplaşmaları içinde din kavramının yer alması, İslâm’ın Asr-ı Saadete bakan sıcak yüzünün perdelenmesi demektir. Bu perdeyi aralayan Risâle-i Nur’un önündeki en büyük engel de —kasden ya da hamakaten—iktidar mücadelesi içine girerek dini siyasallaştıranlar, dinin özünü anlamayıp dini bir sömürü aracı olarak kullananlar, dünyevî ihtiraslarını dindarlık kisvesi altında gerçekleştirmek isteyenlerdir. Dini cami ile kışla arasındaki mücadeleden ibaret sayanlar kadar cemaat kavramının politize olmasına yol açanlar, sadakat mesleğinde bir oraya bir buraya yalpalayarak sadakatsizlik gösterenler ve en temel meselelerde bile dik duramayanlar da bundan sorumludurlar.

Ben, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden başlayarak Kopenhag Kriterleri’ne kadar modern dünyanın insan hak ve hürriyetleri adına yaptığı insan merkezli bütün uygulamalarını, Asr-ı Saadet dönemine ve o döneme Saadet Asrı dedirten Kur’ân hakikatlerine biraz daha yaklaşma çabası olarak görüyorum. Risâle-i Nurları ve hadimlerini de, kent dindarlığı diyebileceğimiz Asr-ı Saadet Müslümanlığının ve bu dindarlığın önünü açacak hürriyet anlayışının günümüzdeki rehberi olduğunu düşünüyorum. Yeter ki sulandırılmasın.




HABER - YORUM - ANALİZ
www.sentezhaber.com

04.03.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Yine “Ermeni soykırımı” kumpası…


A+ | A-

“Ermeni açılımı”nın temelini teşkil eden “Ermeni porotokolleri”nin çıkmaza girmesi ve Türkiye Ermenistan “normalizasyon” sürecinin akamete uğramasıyla 24 Nisan’a doğru yine peryodik “soykırım kumpası” kuruluyor.

Dikkat çekici olan ABD’nin tavrı. Erivan’ın Anayasa Mahkemesi kararını bahane ederek “protokoller”in ana unsurlarından olan “1915 olayları ortak tarih komisyonu”nu reddetmekle süreci sabotesinden sonra, Amerikan Temsilciler Meclisinin “Ermeni soykırımı iddiaları”nı yeniden gündemine alması. Obama’nın “soykırımı tanıma” sözü verdiğinden hareketle Ermeni diasporası ve Yahudi lobisi etkisindeki 139 milletvekilinin “soykırımın tanınması” önergesinin bugün Dış İlişkiler Komitesinde onaylanması… Oylamanın sonucu ne olursa olsun, 1894’ten beri Amerikan Meclisi’ne gelen “soykırım iddiaları”nın Türk-Amerikan ilişkilerinde bir koz olarak kullanılması, Washington ve Yahudi kuruluşlarının Türkiye’ye yönelik komplosunu ele veriyor.

Belli ki Ankara’nın ödediği milyonlarca dolarla güya Türkiye lehinde lobi yapan Yahudi lobisi kuruluşlarıyla Amerikan yönetimleri, “soykırım” üzerinden Türkiye’yle oynuyor…

TÜRKİYE’YE KARŞI “SOYKIRIM

KOMPLUSU”!

Bu taktikle, “soykırım kumpası”ndan politik postlar çıkarılıyor. Bir yandan Türkiye, ABD’nin bölgesel ve küresel çıkarlarına ve hegemonya politikalarına “mecbur” edilirken, diğer yandan “Ermeni iddiaları” uluslar arası arenada bir adım öteye götürülüyor.

Ve bu taktikle Ankara, Filistin’de soykırım, zulüm ve amansız ambargoyu uygulayan İsrail’in yanına itiliyor. Ortadoğu’da aynı inancı ve tarihi paylaştığı Müslüman ülkelere karşı, İsrail’le geniş ekonomik mutâbakat zapıtlarını imzalamaya, savunma sanayii işbirliğine, silâh alımı ihalelerine sürükleniyor…Kısacası, öteden beri değişmeyen stratejiyle başta ABD ve Fransa olmak üzere bazı Batılı devletler, Ankara’nın “soykırım” uydurmasına hassasiyetini, oldukça pahalıya mal ediyor. İşgal ve egemenlik politikalarına âlet ediyor. Yahudi lobisiyle işbirliği içinde Türkiye’ye karşı “Ermeni soykırımı” kartını kullanıyor. İşin rantı peşindeki Ermeni diasporasının tahrikiyle en çok Ermenistan’ı ve Ermeni halkını perişan eden krizi daha da derinleştiriyor… Her 24 Nisan öncesinde olduğu gibi Amerikan temsilciler Meclisi’nde ve Senato’da Yahudi asıllı üyelerle Kongre’nin önemli bir bölümünü kontrol eden Yahudi lobisinin son kumpası bu. Yine Ermenistan’ın “soykırım” tezine destek verilecek, “Telaviv’le bozulan ilişkilerin düzeltilmesinin bedeli” denilerek Ankara “terbiye” edilecek. Türkiye’yi Irak’ta, Afganistan’da, Ortadoğu’da, Orta Asya’da Amerikan-İsrail eksenine çekilme baskısına başvurulacak… İşin ilginç yanı, 28 Şubat postmodern darbesinin başaktörü Em. Org. Çevik Bir’e İbranî ilâhilerle ekmek-şarap eşliğinde “laikliğe hizmetlerinden dolayı ‘liderlik ödülü” veren, Cumhurbaşkanı Gül’le Başbakan Erdoğan’a “cesâret madalyası” takan ADL ve AIPAC gibi önde gelen Yahudi lobisi kuruluşlarının bu işin başını çekmesi… Yıllardır para karşılığı lobi yapan beş Yahudi lobisi kuruluşunun, Türkiye’nin “hayırhahı” kesilip,—sanki şimdiye kadar Türkiye’nin lehine çalışmışlar havasını pompalayarak—, “gerginlik süreci”ni yürütmesi…

“ERMENİ PROVOKASYONLARI”NIN

AMACI…

Yahudi lobisi kuruluşlarının, “Ankara bu kez başının çaresine baksın” bayat oyununu tekrarının amacı bu… Uluslar arası medya üzerindeki etkisiyle, “Bu şartlar altında soykırım tasarısının komisyondan geçmesine kesin gözüyle bakılıyor” propagandası bunun için.Yine kritik oylama öncesi Amerikan CBS televizyonunun “Suriye’de 450 bin Ermeni mezarı var, çölde eşelenen kumda kemik parçaları çıkıyor!” uydurmasına varan Yahudi mahreçli “Ermeni provokasyonları”nın hedefi de bu. Keza Amerika’nın Ankara eski Büyükelçisi Morton Abramoviç’in, “Eğer Obama sürece müdâhil olmazsa Ermeni soykırımı tasarısı bu yıl Kongre’den geçebilir” korkutmasının maksadı da bu…“Ermenilerin çarpıttığı gibi göç sırasında yaşananlar soykırım değil, olayların Osmanlı İmparatorluğu’nun iç sorunu olduğu belgeleriyla ortada” tesbitinde bulunan Amerikalı ünlü Tarih Profesörü Justin McCarthy’in nazara verdiği gibi, “Türkiye’ye, ‘Soykırımı kabul edin ve kurtulun, zaten bir beledi yok’ denilecek. Ancak peşinden isnat edilen “soykırım suçu” üzerinden “soykırım tazminatı” ve “toprak talepleri” dünyanın gündemine sokulacak…

Ve Ankara’nın Amerikan Kongresi’nde bir defa daha örselenmesinin ardından “Ermeni açılımı”nı Ankara’ya öneren Obama devreye girip, Ankara’nın “Ermeni protokolleri”ni Erivan’ın istediği gibi “soykırımlı’ kabul etmesi” telkiniyle politik kıskaç uygulanacak…

Kumpas bu. Bakalım Bush’un “stratejik müttefikliği”nden sonra Obama’nın “model ortağı” olan Başbakan Erdoğan bu kumpasa karşı “one minute” çıkışında bulunacak mı?




HABER - YORUM - ANALİZ
www.sentezhaber.com

04.03.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Yargı düzelsin, huzur gelsin


A+ | A-

Sloganlarla bir yere varılamaz, ama bazı hadiseleri özetlemek için sloganlara da ihtiyaç duyarız. Yargı sisteminin sıkıntılarla yüz yüze olduğu, adaletin geciktiği, personel ve maddî imkânlar noktasında yetersizlikler olduğu herkesin malûmu.

Ara sıra neticelenmeyi bekleyen dâvâ dosyalarıyla ilgili istatistikî bilgiler açıklanıyor ve sıkıntının büyüklüğü görülüyor. Konu bir müddet tartışıldıktan ve çözüm çağrıları sıralandıktan sonra yine unutuluyor. Bu kısır döngü yıllardan beri devam edip duruyor.

Yargıdaki sıkıntı sadece hükümet ya da muhalefet tarafından dile getirilmiyor. Konuları ayrı da olsa yargıda bir tıkanma olduğu noktasında ortak kanaat var. Zaten adliyelere işi düşen herkes bunun farkında. Bu problemler uzun süreli bir program ve plan çerçevesinde ancak aşılabilir.

Demokrasi ve Özgürlük İçin Yargıçlar ve Savcılar Birliği (Demokrat Yargı), ‘Erzincan-Erzurum İnceleme Raporu’nu hazırlamış ve bu vesile ile yargının karşı karşıya olduğu sıkıntılarını da gündeme taşımış.

Erzincan-Erzurum hattında süren yargı tartışmalarının temel zeminine bakıldığında Türkiye’deki yargı geleneğinin çöktüğü, bizzat kendi mensupları bakımından dahi öngörülebilir bir gelecek üretemez hale geldiğinin ifade edildiği raporda, “Türkiye’deki yargı geleneğinin üst dereceli mahkemeler ile HSYK tarafından yönlendirilen merkezî bir idare yapısı içinde kendini idame ettirmesi ve tekli bir iktidar tecrübesine alışmış olması dolayısıyla bugün tartıştığımız ve Erzincan-Erzurum hattındaki gelişmeler de dâhil yargıdaki birçok gelişmenin bu geleneğin çöküşü ile doğrudan bir alâkası bulunmaktadır” ifadelerine yer verilmiş.

Sözkonusu raporda, özel yetkili ağır ceza mahkemeleri ile gizli şahitlik müessesesinin de kaldırılması istenmiş. Yargıdaki sıkıntılarla ilgili olarak emekli cumhuriyet başsavcısı Reşat Petek de bazı tesbitlerde bulunmuş ve “Türkiye’de yargı reformunun ötelenemeyecek kadar önem arz ettiği bir döneme girildiğini” hatırlatmış.

Fatih Üniversitesinde düzenlenen ‘’Yargı Reformu’’ seminerinde konuşan Petek, yapılan yargılamanın toplumda adaletin sağlandığı izlenimi vermesi gerektiğini belirterek, aksi halde, yargılama ne kadar adil olursa olsun, toplumun adaletin tecelli ettiğine inanmaması dolayısıyla yararının sınırlı ölçüde olacağını söylemiş.

Yargıdaki sıkıntıya dikkat çeken kişi ve kuruluşların sayısı elbette bunlarla sınırlı değil. Farklı dünya görüşlerine mensup hukukçu, siyasetçi ve iş adamları da benzer durumdan şikâyetçi. Herkes “Yargı bağımsız olsun” diyor, ama maalesef bu ifadelerle farklı beklentiler dile getiriliyor. Bazı kimseler, yargının kendi dünya görüşüne uygun karar almasını (yanlış olduğunu bile bile) itiraz etmiyor. Oysa yargının dikkat etmesi gereken ilk ve son ölçü ‘adil’ olmaktır. Adil olmayan ya da olamayan bir yargının milleti memnun etmesi mümkün olmadığı gibi sıkıntılardan kurtulması da mümkün değil.

Farklı dünya görüşlerine mensup insanlar yargıdaki sıkıntılardan yana şikâyetçi olduğuna göre, bu konunun ciddî olarak gündeme alınması ve çare bulunması gerekir. Aksi halde adalet sistemine güven her geçen gün azalır ve telâfi edilemez noktaya gelir.

Yargıdan başlayan bir düzelme başka sahalara da yansır ve Türkiye huzura kavuşur inşallah.




HABER - YORUM - ANALİZ
www.sentezhaber.com

04.03.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Yine mini paket


A+ | A-

Ağırlıklı olarak yargı reformuna ilişkin düzenlemelerin yer alacağı, ama bunların yanında sittin senedir lâfı edilip de bir türlü hayata geçirilemeyen ve ne olduğu, ne işe yarayacağı hakkında doğru dürüst bilgi verilmeyen ombudsmanlık kurumunun ihdasını da içerdiği belirtilen mini anayasa paketi bir kez daha gündemde. Başbakan, söz konusu paketin en kısa zamanda, farklı alanlarda yasa değişiklikleri öngören bir reform paketinin de Mart sonuna kadar Meclise sunulacağını duyurdu.

Erdoğan’ın anayasa paketi için söylediği “en kısa zaman” ifadesinde de belirsizlik var. Ama diğer yasa paketinde son vadeyi Mart sonu olarak telâffuz ettiğine göre, anayasa paketi için “Eli kulağında, her an gelebilir” demek yanlış olmaz.

Aslında bu paket yeni değil. Evvelce de aşağı yukarı aynı içerikle ve defalarca gündeme geldi.

Ama her seferinde araya başka şeyler girdi ve paket doğru dürüst konuşulamadan rafa kalktı.

Şimdi Başbakan bir kez daha konuyu gündeme getiriyor. Arkasının gelip gelmeyeceğini ise önümüzdeki günlerde hep beraber göreceğiz.

Bu mini paket projesini yine geri planlara itecek başka şok gelişmeler olup olmayacağını da.

Şu bir vâkıa ki, tecrübeler, “Burası Türkiye, her an herşey olabilir” kanaatini sürekli güçlendirip pekiştiriyor. Dolayısıyla, verilen sözler icraata dökülmediği sürece inandırıcı olamıyor.

Verilip tutulmayan sözlerin listesi kabardıkça da, güven erozyonu katmerlenerek büyüyor.

Bu, işin bir yönü. Diğer boyutunda ise, söz konusu pakette hangi hususların yer alacağı meselesi var. Konuyla ilgili haberlere bakılırsa, parti kapatmayı zorlaştırmak için, Yargıtay Başsavcısının hazırlayacağı iddianameye Meclis onayı şartı getirilmesinden, AYM ve HSYK’ya yapılacak üye seçiminde Meclisin de devreye sokulmasına; AYM’den dönen “askere sivil yargı” düzenlemesinin anayasa üzerinden gerçekleştirilmesine ve YAŞ kararlarına karşı yargı yolunun açılmasına kadar bir dizi değişiklik öngörülüyor.

Bunların, ilgili kurumların mutabakatıyla yapılması, hele son yaşananlardan sonra çok zor.

Muhalefetten de yine hayır yok. Nitekim CHP bu konuda da reddiyeci tavrını baştan sergiledi. MHP doğrudan karşı çıkmasa da, değişikliklerin Mecliste oluşturulacak uzlaşma komisyonundan geçmesini şart koşarak, dolaylı yoldan işi yokuşa sürüyor. Geriye kalıyor BDP. O da pakete destek vermek için seçim barajının inmesini şart koşuyor. AKP de buna yanaşmıyor. Kaldı ki, sadece BDP desteğiyle iş görmenin başka sıkıntıları var.

Bütün bunlarla birlikte, hükümet mini paketi gündeme getirir ve referandum yolunu açacak asgarî sayı olan 330’u bulabilirse, paket Meclisten geçer; Çankaya’dan onay da alır; ama referanduma gidinceye kadarki süreçte yine Anayasa Mahkemesine takılabilir mi; orası belli değil.

Elbette gönül arzu ediyor ki, demokrasinin önünü açacak adımlar atılsın ve neticeye ulaşsın.

Ama ülkenin gerçekleri, önce başörtüsü için yapılan iki maddelik anayasa değişikliğini iptal eden AYM’nin, ardından AKP hakkındaki kapatma dâvâsında verdiği kararla birlikte siyaset ve toplum üzerindeki yargı vesayetinin iyice koyulaştığı bir ortamda, kısmî değişikliklerle sonuç alma ihtimalinin iyice zayıfladığını gösteriyor.

Ve yer yer kördüğüme dönüşen sistem tıkanmalarını aşmak için, rötuş, makyaj ve yama niteliğindeki küçük değişikliklerin yeterli olmayacağı; demokratik hukuk devletinin çağdaş ve evrensel ilkeleri çerçevesinde köklü ve radikal topyekûn bir reform yapılmadığı müddetçe işleyişin önünü açmanın mümkün olmadığı kanaati gittikçe yaygınlaşıyor. Tecrübeler bu dersi veriyor.

Bu tecrübeleri olumlu anlamda değerlendirip, ihtiyaç duyulan ve arzu edilen neticelere ulaştıracak bir siyasî iradenin ne zaman oluşacağı ise hâlâ ciddî bir soru işareti olmaya devam ediyor.

Dileyelim, yaşanan sıkıntılar daha da derinleşmeden, o irade ve kararlılık artık ortaya çıksın.


HABER - YORUM - ANALİZ
www.sentezhaber.com

04.03.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Komitede Ermeni Tasarısı oylanırken


A+ | A-

Bugün Amerikan Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesinde oylama var. Sözde Ermeni soykırımını tanıma tasarısı (252 sayılı karar) komitede görüşülüyor.

“Amerikan Başkanını, ABD dış politikasının ABD kayıtlarında yer alan Ermeni Soykırımı ve diğer amaçlara ilişkin insan hakları, etnik temizlik ve soykırımı konularında uygun bir anlayış ve duyarlılığı yansıtmasını sağlamaya çağırıyoruz” deniliyor karar taslağının girişinde. Sonrasında da 1915’ten bu yana olan gelişmelere yer veriliyor karar taslağında ve Amerikan Başkanı 24 Nisan’da sözde soykırımını tanımaya çağrılıyor.

İşte bu karar taslağı bugün oylanıyor. Kabul edilmesi hiç de sürpriz olmayacak. Amerikan milletvekilleri güçlü Ermeni lobisinin desteğini kaybetmemek için ‘evet’ oyu verecekler. Sponsorlar arasında Yunanlılar ve Yahudiler başı çekiyor. Türk lobisinin gayretleri komitede kararın alınmasını engellemeye yetmeyecek.

Dış İlişkiler Komitesinin internet sitesine girdiğinizde, aynı gün görüşülecek ilginç bir konu daha dikkati çekiyor:

“Amerika’nın Dünyadaki İmajını Düzeltmek: Neden Önemli?”

Ne ilginç bir tevafuk değil mi?

Amerika bir yandan Ermeni lobisine direnemeyip, sadık müttefiki Türkiye’yi küstürme pahasına bu tür bir kararın komitede kabul edilmesine ve hatta Temsilciler Meclisi gündemine getirilmesine göz yumarken, öbür taraftan dünyada imajının neden bozulduğunu kara kara düşünüyor. Komite Başkanı Russ Carnahan;

“Ortadoğu’daki güvenlik durumundan, Afganistan ve Pakistan’daki istikrarsızlığa kadar dünyanın her yerindeki olaylar Amerika’yı etkiliyor” diyor. Amerika’nın imajının uluslar arası sorunları çözmede Amerika’nın kimseyi takmadan ‘tek başına’ yürümesi yüzünden bozulduğunu, halbuki ABD’nin dünyanın her yerinde adaleti yüceltme sorumluluk ve yeteneğine sahip tek süpergüç olduğunu” savunuyor. İnsan haklarına saygı, adalet ve demokrasiyi desteklemenin bozulan imajı düzelteceğini düşünüyor.

Obama, Ermenistan’ın sinsice oyunlarla, gerek anayasa mahkemesini gerekse, meclisini kullanarak protokolleri işlemez hale getirmesine seyirci kalıyor. Öbür yandan da Türkiye’nin haklı itirazlarını görmezden gelerek, 24 Nisan kâbusuyla bizi baskı altına almaya çalışıyor.

Peki bu tasarı Temsilciler Meclisinde kabul edilse ne olur?

Hukuken hiçbir şey. Zira bu karar türü Amerikan başkanının imzasını ya da senatonun onayını gerektirmeyen, infaz kabiliyeti olmayan basit kararlardan. Ama siyasal anlamda çok hassas olan tarihi bir sorunda, Ermeni diasporasının zafer kazanması anlamına gelecektir. Öbür yandan da Protokollerin onayının önünü keserek, diasporaya ikinci bir zafer hediye edecektir. Kaybeden ise bizden çok, tecrit edilmiş haldeki Ermenistan olacaktır.

Kısacası; bugün Amerika’da bir siyaset oyununun tekrarı sergileniyor. Obama ise geçen yıl sözde soykırımının Ermenicesi ile işi kurtarmaya çalıştığı 24 Nisan’da bu kez hangi dolambaçlı sözle Ermenileri kızdırmadan, Türkleri küstürmeden konuşacağını düşünüyor. Yani Batı cephesinde yeni bir şey yok.




HABER - YORUM - ANALİZ
www.sentezhaber.com

04.03.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl