M. Latif SALİHOĞLU |
|
Tekâmülün manileri |
Milletin tekâmülü, ancak hukuk ve kànun dairesinde kalmakla mümkün olur. Aksi halde, sağlıklı ve huzurlu bir gelişmeden söz edilemez. Söz edilse bile, bununla övünülemez. Gelişmenin, tekâmülün merkezinde "insan" unsuru olacak. Tıpta, teknolojide, kültür ve medeniyet sahasındaki bütün gelişmelerde, öncelik insana ait olacak. Zira, başka türlü gelişmelerin, yani insanı merkeze almayan, ya da ferdî hakları geri plâna iten arayış ve tekliflerin tadı tuzu olmaz. Bunlarda nur olmadığı gibi, huzur da bulunmaz. Demek ki, öncelik "insan" unsurunda olmalı. İnsan, her türlü tekâmülün merkezine alınmalı. İnsanlar arasındaki münasebetler ise, kànun hakimiyetine dayanmalı. Herkes kànun önünde eşit olduğu gibi, aynı zamanda başkasına karşı da hür ve serbest olmalı. İnsan, kendisine ve başkasına zarar vermemek şartıyla, şahane bir şekilde hür ve serbest hareket edebilmeli. Kabiliyetlerin gelişimi, istidatların tekemmülü, ancak bu sûretle mümkün olur. Esasında, hayatın haz ve lezzeti de yine bu sûretle alınabilir. Yaratılıştaki sır ve hikmet, insanda mevcut kabiliyetlerin iradî bir serbestlik içinde inkişaf etmesini gerektirir. Fıtratın kànunları, "taallüm ile tekemmülü" icap ettirir. Yaratılışın sırr–ı hikmetini bilmeyen gafiller ise, bu fıtrî tekâmülü engellemeye çalışır. Fıtrî gelişmenin önüne takoz koyar. Sosyal hayat çarklarının uyum içinde dönmesini zorlaştırır. Hatta, bazan bu çarkların dişlilerini kırmaya kadar işi ileri götürür. Böyle yapmakla, bunlar hem kendilerine, hem de içinde bulundukları topluma büyük zarar verirler. Hayvanlarla bitkilerin dizginleri Yaratıcı'nın elinde. Bunları serbest bırakmamış. İnsanlar ise, dizginsiz bırakılmışlar. Bu sebeple, insanın vahşisi, vahşi bir canavardan bile çok daha muzır ve tehlikelidir. Böyledir insan: Meleklerin de üstüne çıkabilir, hayvandan da yüz derece aşağıya düşebilir. İşte, sosyal ve toplumsal tekâmülün önündeki bu muzır mahlûkların etkisi, zaman zaman çok ileri boyutlarda olabiliyor. Hatta, tarihin dönüm noktası teşkil edecek kadar da etkili olup ileri gidebiliyor. Meselâ, 1909 Nisan'ında İstanbul'a girerek darbe yapan, devlet ve hükümet birimlerinin tamamını zapt eden Hareket Ordusunun yaptıkları, yakın tarihimizin bir dönüm noktasını teşkil ediyor. Bu derme çatma ordu bozuntusunun bir de görünmeyen yüzü vardı ki, inisiyatifin asıl merkezi orasıdır. Yüzünü açıkça göstermeyen bu "derin odak", kendince hem bahane üretti, hem de fırsatı ganimete çevirerek, hukuk ve kànun hakimiyetine dayalı hakikî tekâmülün dinamiklerini kırdı. Bu fitne ve fesat odağı, Meşrûtî sistemi kabul etmesine rağmen, Sultan II. Abdulhamid'i devirdi, harem–i ismetine girdi, Yıldız Sarayını yağma ettirdi ve o velî Padişahı Selanik'e sürgün etti. Keza, vahşî canavarlara rahmet okutan bir ceberrut yönetim kurdular. Muhalif gördükleri herkesi kuvvet ve şiddet yöntemiyle bertaraf etmeye çalıştılar. Meselâ, İttihad–ı Muhammedî Cemiyeti üyeleri ile ana muhalefetteki Ahrar Fırkasının bütün mensuplarına yönelik olarak bir "toptan cezalandırma" cihetine gittiler. Onlarca kişiyi darağacına gönderirken, yüzlerce masumu da hapishanelere tıktılar. Üstelik, bütün bunları sözde Meşrûtiyet adına yaptılar. Oysa, herkesten fazla Meşrûtiyeti isteyen ve savunan Üstad Bediüzzaman'ı bile idam talebiyle yargıladılar. Şayet, ellerinde bir tek delil, bir tek gerekçe olsaydı, Said Nursî'yi de darağacına göndermekten asla çekinmeyeceklerdi. Bunlar, Selanik komitacılarıydı... Şimdi, tam da burada, dikkatinizi bir noktaya çekmek isteriz: Selanik komitacıları, Said Nursî'yi ömrünün sonuna kadar takip ve tarassut altında tuttular. Hayatının hiçbir döneminde onu rahat bırakmadılar. Üstad'ın kendisi de "Selaniklilerin mutlak istibdadı"ndan söz ederek, şahsına çektirilen "elim sıkıntılar"ın arkasında yine bunların olduğunu beyan eder. (Emirdağ Lâhikası, s. 134) İşte, bu dehşetli komitanın hedefinde sadece Sultan Abdulhamid ile Üstad Bediüzzaman yoktu. Onların şahsında, bütün Osmanoğulları ile ehl–i İslâmın bütün dinamikleri vardı. Nitekim, ilerleyen zamanlarda, bu dinamiklere de yöneldiler ve bir bir kırmaya, yıkmaya başladılar. Meselâ, nazenin Meşrûtiyeti "şiddetli istibdat"a çevirerek, insanlarımızı bu içtimaî nimetten soğutmaya çalıştılar. Keza, Cumhuriyeti "mutlak istibdad" sûretinde tatbik ederek, bütün bir milletin (cumhurun) Cumhuriyete olan sadâkatini kırmaya ve hatta ona bir nevî düşman hale getirmeye azm û cezm û kast eylediler. Terakkinin, tekâmülün en kuvvetli, en müşevvik unsuru, haktır, hukuktur, hürriyettir... Selanik komitacıları, her türlü insanî hürriyeti katledip ortadan kaldırdılar. Bu durumda, terakki, gelişim, nasıl olacak? Hiç mümkün mü? Evet, 1909 yılı olayları, tarihimizin bir dönüm noktasını teşkil ediyor. Saf ve muhakemesiz dindarları oyuna getiren komitacılar, 101 yıldır benzer oyun ve bahanelerle bu vatan ve milletin tekâmülüne mani olmaya çalışıyor. Ne var ki, artık kuvvetleri azaldı; takattan iyice düşmek üzereler. Zaman zaman hissedilen sarsıntılı gelişmeler, adeta bu vahşi canavarın can çekişmesi ve sekeratının habercisi gibidir. Dinde hassas, muhakemesi zayıf kimseler yeniden oyuna getirilmediği takdirde, inşaallah, bu dehşetli komitanın sonu gelecek ve Meşrûtiyetin hakikî cemâli pek yakın bir zamanda meydân–ı zuhûra çıkacaktır.
15.03.2010 E-Posta: [email protected] |