Hüseyin EREN |
|
Yaşıyor olduğumuz gerçeklikle seni anlamak |
Seni anlamak ve anlatmaktan ne kadar uzak olsak da sen şefkatin ve ünsiyetinle bize o kadar yakınsın. İdrak sınırlarımızın, fehim derecemizin, kavrama kabiliyetimizin çok üzerinde olmanla birlikte anlayışın, sevgin, ilgin, merhametin bütün sınırları kaldırıveriyor; bizden biri kılıveriyor seni… Öyle olmasan bize nasıl örnek ve önder olabilirdin; hidayeti ve dalâleti, nuru ve nârı nasıl ayırır da sırat-ı müstakîme erişirdik. Elest Meclisinde “Belâ” cevabını vermeseydin yokluğa yuvarlanmaktan kurtulabilir miydik? Hamd zikrin olmasaydı o mecliste, kâinat mükevvenâtıyla varlığa merhaba der miydi? Atomun etrafında mevlevîvâri dönen her elektron, galaksilerin merkezi etrafında sa’y eden her yıldız; coşkuyu zikrinden ve nurundan almıyor mu? Yine sen hasta oluyorsun bizim gibi, üşüyorsun, acıkıyorsun, söküklerini dikiyorsun, ailenle problem yaşıyorsun. Küçümseniyorsun kavmince, alaya alınıyor, hafife alınıyor, belki de ağlıyorsun gizlice… Bir kadını seviyorsun—Hz. Hatice—, o kadın da sana âşık… Zaman ötesine, mekân dışına çıkıyor, ebediyetlerde geziyorsun; cenneti cehennemi görüyor, bizim gayben inandığımızı bizatihî müşahede ediyor, hakkalyakîn görüyorsun. Rabbü’l-Âlemîn olan Cemîl-i Zülcelâl ve’l-ikramla perdesiz ve hicapsız görüşüyor, bütün isim ve sıfatlarına bütünüyle âyine oluyorsun… Yine sen elinde kılıç, ashabınla beraber savaşa gidiyor, yaralanıyorsun, dişin bile kırılıyor. İstişarede görüşün çoğunluğun karşısında kalınca çoğunluğa uyuyorsun. Ya Taif, kim dayanabilir ki buna. Yine de “Bilmiyorlar deyip” bedduâda bulunmuyorsun. Ufacık bir diken batınca dünyayı velveleye veren bizlere başka nasıl örnek olurdun? Küçük bir sözden öfkeye kapılan bizleri de dışarıda bırakmayışın; şefkatinin genişliği ve derinliğinden. Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın isimlerinin yansımasıyla kâinatın her zerresinde, zamanın her ânında nurun var. Beşer olarak öldün; her insan gibi, her nefis gibi. Ölümsüzlük adresini bıraktın giderken. Kâinatın kalbini okuyan Kelâm-ı Ezelî sana indi, senin kalbine, senin hayatına… Ama sen ümmîsin. Ümmîliğinle bütün milletlere muallim oldun; ne güzellik erişmişse insâniyete senden yansıma, nurundan bir şûle. Seni sevmeyi aşk ifade edebilir mi? Aşk nedir ki seni sevmenin yanında? Seni anlamak, idrak duvarlarının ötesinde olsa da bu aklımız, bu kalbimiz, bu latifelerimizle anlayabildiğimiz kadarıyla anlıyor, sünnetine ittibâ ediyoruz. Cüz’î mi cüz’î bir irade var elimizde, iktidarımız kısa; şefkatin ve nurun yetişmese yine karanlıklarda, yine yokluklarda yuvarlanıyor olacağız. Bazen olur ki bilemediğimiz, ifadelendiremediğimiz bir sıkıntı doğar içimizde; senin nurundan uzaklaşmamızdan olsa gerek. Yine aynı sıkıntı birden kayboluverir; ümit güneşi doğar, bütün kâinatı avuçlarımızın içinde, kalbimizin kıyısında buluruz. Bütün kâinatı aydınlatan nurun aklımızı, kalbimizi, duygularımızı da aydınlatmıştır… Şefkatindir yetişen, re’fetindir ünsiyet veren. Kâinat emrindeyken ashabına kalkıp su dağıtman; kâinat dolusu hamd getirmeli, zerrat adedince salât ve selâm getirmeli böylesi Peygamber’e (asm) ümmet olduğumuzdan… Semavat ve arz nurunla ayakta duruyor; bize de şefaat et ki imanımız da ayakta dursun, ey Allah’ın Elçisi, ey Rahman’ın Habibi (asm)… Dünya kazuratlarından kurtulalım, hidayet rızkıyla rızıklanalım, af ve afiyete erişmekle şifa bulalım. Yaşıyor olduğumuz gerçeklikle senin hakikatini anlamamız mümkün değil; bizi bu hâlimizle ümmetinden eyle; dünya ve ahiret sıkıntılarımızda himmetin, şefaatinle yanımızda ol; ey “Ol” deyince her şeyin oluverdiği Kadir-i Külli Şey ve Cemal-i Bakiye’ye en yakın olan… Kâinatın zerratı adedince ebede kadar salâtü selâm senin ve ashabının üzerine olsun… Seni sevenlerin sana ettiği bütün salâtü selâmları aynıyla takdim ediyoruz… Ebeden dâimen…
16.03.2010 E-Posta: [email protected] |