Hüseyin EREN |
|
Yaşıyor olduğumuz gerçeklikle seni anlamak |
Seni anlamak ve anlatmaktan ne kadar uzak olsak da sen şefkatin ve ünsiyetinle bize o kadar yakınsın. İdrak sınırlarımızın, fehim derecemizin, kavrama kabiliyetimizin çok üzerinde olmanla birlikte anlayışın, sevgin, ilgin, merhametin bütün sınırları kaldırıveriyor; bizden biri kılıveriyor seni… Öyle olmasan bize nasıl örnek ve önder olabilirdin; hidayeti ve dalâleti, nuru ve nârı nasıl ayırır da sırat-ı müstakîme erişirdik. Elest Meclisinde “Belâ” cevabını vermeseydin yokluğa yuvarlanmaktan kurtulabilir miydik? Hamd zikrin olmasaydı o mecliste, kâinat mükevvenâtıyla varlığa merhaba der miydi? Atomun etrafında mevlevîvâri dönen her elektron, galaksilerin merkezi etrafında sa’y eden her yıldız; coşkuyu zikrinden ve nurundan almıyor mu? Yine sen hasta oluyorsun bizim gibi, üşüyorsun, acıkıyorsun, söküklerini dikiyorsun, ailenle problem yaşıyorsun. Küçümseniyorsun kavmince, alaya alınıyor, hafife alınıyor, belki de ağlıyorsun gizlice… Bir kadını seviyorsun—Hz. Hatice—, o kadın da sana âşık… Zaman ötesine, mekân dışına çıkıyor, ebediyetlerde geziyorsun; cenneti cehennemi görüyor, bizim gayben inandığımızı bizatihî müşahede ediyor, hakkalyakîn görüyorsun. Rabbü’l-Âlemîn olan Cemîl-i Zülcelâl ve’l-ikramla perdesiz ve hicapsız görüşüyor, bütün isim ve sıfatlarına bütünüyle âyine oluyorsun… Yine sen elinde kılıç, ashabınla beraber savaşa gidiyor, yaralanıyorsun, dişin bile kırılıyor. İstişarede görüşün çoğunluğun karşısında kalınca çoğunluğa uyuyorsun. Ya Taif, kim dayanabilir ki buna. Yine de “Bilmiyorlar deyip” bedduâda bulunmuyorsun. Ufacık bir diken batınca dünyayı velveleye veren bizlere başka nasıl örnek olurdun? Küçük bir sözden öfkeye kapılan bizleri de dışarıda bırakmayışın; şefkatinin genişliği ve derinliğinden. Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın isimlerinin yansımasıyla kâinatın her zerresinde, zamanın her ânında nurun var. Beşer olarak öldün; her insan gibi, her nefis gibi. Ölümsüzlük adresini bıraktın giderken. Kâinatın kalbini okuyan Kelâm-ı Ezelî sana indi, senin kalbine, senin hayatına… Ama sen ümmîsin. Ümmîliğinle bütün milletlere muallim oldun; ne güzellik erişmişse insâniyete senden yansıma, nurundan bir şûle. Seni sevmeyi aşk ifade edebilir mi? Aşk nedir ki seni sevmenin yanında? Seni anlamak, idrak duvarlarının ötesinde olsa da bu aklımız, bu kalbimiz, bu latifelerimizle anlayabildiğimiz kadarıyla anlıyor, sünnetine ittibâ ediyoruz. Cüz’î mi cüz’î bir irade var elimizde, iktidarımız kısa; şefkatin ve nurun yetişmese yine karanlıklarda, yine yokluklarda yuvarlanıyor olacağız. Bazen olur ki bilemediğimiz, ifadelendiremediğimiz bir sıkıntı doğar içimizde; senin nurundan uzaklaşmamızdan olsa gerek. Yine aynı sıkıntı birden kayboluverir; ümit güneşi doğar, bütün kâinatı avuçlarımızın içinde, kalbimizin kıyısında buluruz. Bütün kâinatı aydınlatan nurun aklımızı, kalbimizi, duygularımızı da aydınlatmıştır… Şefkatindir yetişen, re’fetindir ünsiyet veren. Kâinat emrindeyken ashabına kalkıp su dağıtman; kâinat dolusu hamd getirmeli, zerrat adedince salât ve selâm getirmeli böylesi Peygamber’e (asm) ümmet olduğumuzdan… Semavat ve arz nurunla ayakta duruyor; bize de şefaat et ki imanımız da ayakta dursun, ey Allah’ın Elçisi, ey Rahman’ın Habibi (asm)… Dünya kazuratlarından kurtulalım, hidayet rızkıyla rızıklanalım, af ve afiyete erişmekle şifa bulalım. Yaşıyor olduğumuz gerçeklikle senin hakikatini anlamamız mümkün değil; bizi bu hâlimizle ümmetinden eyle; dünya ve ahiret sıkıntılarımızda himmetin, şefaatinle yanımızda ol; ey “Ol” deyince her şeyin oluverdiği Kadir-i Külli Şey ve Cemal-i Bakiye’ye en yakın olan… Kâinatın zerratı adedince ebede kadar salâtü selâm senin ve ashabının üzerine olsun… Seni sevenlerin sana ettiği bütün salâtü selâmları aynıyla takdim ediyoruz… Ebeden dâimen…
16.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Nurullah AKAY |
|
Barla Lâhikası’nı okurken... |
Defalarca okuduğum Barla Lâhikasını yeniden ve yeni bir heyecanla tekrar okumaya başlamıştım. Adeta, yeni ve ilk olarak hissettiğim ulvî duyguların terennümü altında, ruhumda oluşan büyük mânevî hazların resmigeçidini seyretmeye başlamıştım. Okudukça okumak ve o mektupların satırları arasındaki hakikatlere ulaşmak istiyordum. Sanki bu mektupları ilk defa okuyordum. Nefsim daha önceleri bu mektupları anlaşılmaz olarak göstermek istemişti. Rabbime şükrediyorum ki, lâhikaların satırları arasında bana yepyeni manalar görünmeye başlamıştı. İslâm nurundan mahrum bir nesil oluşturmak isteyen zındıka komitelerinin karanlık planları tatbik sahasına konulmuş ve Anadolu’nun üstünde kapkara ve rahmetsiz bulutların gezindiği gözükmeye başlanmıştı. Ama Kâinatın Rabbi, nurunu şeytanlara söndürtmeyecekti. Şeytanların sevinçleri kursaklarında kalacak ve imânsızlık cereyanına bel bağlayan kezzabların çırası sönecekti. Rabbin ehl-i İslâm’ın imdadına gönderdiği zat, “Kur’ân’ın söndürülemez bir nur olduğunu âleme ispat edeceğim” demişti. İşte o kudsî görev yerine getirilmeye başlanmıştı bile, kuş uçmaz kervan geçmez Barla dağlarında... İmânsızlığı yayanlar büyük bir yanılgı içinde idiler. Onlar Kur’ân’ın söndürülemez nurunun Barla semalarında parlamaya başladığının farkında değillerdi. Barla’da parlayan nur huzmeleri imânlı kalpleri sürura gark etmeye başlamıştı. Sahabe mesleğinin yüceliğini, yirminci asırdaki temsilcilerinin satırlarında bulmaya başlamıştı o yüce ruhlu insanlar, o fukara kıyafetindeki melikler... Aman Allah’ım, ne müthiş bir imâna ve Kur’ân hakikatlerine susamışlık örneğidir o mektuplar... Ele geçen her bir risâle kalplerdeki ümit nurunu daha da parlatmıştı. Eline kalemi alan başlıyor iman hakikatlerini çoğaltmaya... Ve arkasından Üstadlarına yazdıkları mektuplarla o yüce hissiyatlarını dile getiriyorlardı. Asır karanlık, zaman vahşîlerin hükmü altında. İnsanlar bu karanlık vadilerden kurtulmak için Kâinatın Rabbinden bir nur bekliyor. Boyunlar bükük, kalpler kırık, gözler yaşlı, ruhlar bitap düşmüş bir vaziyette... Ve böyle bir zamanda beşerin zulmünden kaderin parlak nurları Barla civarında etrafı aydınlatmaya başlıyor. Asrın görevlisini sürgüne gönderip yok etmeyi düşünenler, aslında onun iman ve Kur’ân nurlarını telif etmek için o topraklara gönderildiğini bilmiyorlardı. Büyük kafalar zafer sarhoşluğuyla istibdadın en şenîsini yaşattılar masum insanlara o dönemde. Kur’ân okunmayacak, Allah denilmeyecek, İslâm nuru kalplerden silinecekti. Plan böyleydi. Onlar acizliklerine bakmadan kendilerini güç ve kudret sahibi olarak görüyorlardı. Onlar sarhoşane bir şekilde ölüme meydan okumakla ölümü öldüreceklerini sandılar. Onlar kırık cam şişelerini, ahmakça elmaslara tercih etmişlerdi. Onların hem dünya hayatı, hem de ahiret hayatları karanlıklara bürünmüştü. Ve istiyorlardı ki herkes onlar gibi olsun, herkesin imanı çalınsın, herkes hayvanca bir hayattan medet umsun... Onlar gafletle ve zulmetle hayatlarını devam ettirirken Barla’da nurlar çoktan parlamaya başlamıştı bile. Gündüzleri bağında bahçesinde çalışan imâna susamışlar, geceleri uykularını feda ederek titrek ışıkların altında imân hakikatlerini yazmaktaydılar. Kimisi çırayı tutuyor, kimisi yazıyor, kimisi de yayıyordu nurları... Barla Lâhikasındaki mektupları okurken, saff-ı evvel olan o ihlâslı nur talebelerinin halet-i ruhiyelerinin yüceliğini biraz daha anlamaya başlamıştım. Beni de o imân âbidelerine kardeş etmesi için Rabb-i Rahimime bütün samimiyetimle yalvarmak istedim. “Ya Rabbim, Resûl-i Ekrem’in (asm) hürmetine beni Asrın Âlimi Bediüzzaman’a talebe ve talebeleri olan Isparta kahramanlarına arkadaş eyle...” diye duâ etme ihtiyacını duydum... Ve biz, kendimizi anlıyor ve biliyor zannediyoruz. Koca koca mektepler bitirmiş, ardı ardına diplomalar almışız. İsterseniz Barla Lâhikasındaki mektupları okurken kendi yazdıklarımızı o ümmî insanların yazdıklarıyla karşılaştıralım. Göreceğiz ki bizim yazdıklarımızda maddeci felsefenin tesirleri varken, o mektep görmemiş insanların yazdıklarında ise Kur’ân nurlarının parıltıları bulunmaktadır. Bizlerin yazdıklarında gururun, enaniyetin izleri bulunurken, onların satırlarında ihlâs ve samimiyet şuâları açık bir şekilde görülmektedir. “Nurun Saff-ı Evvelleri” gibi olmak, onlar gibi serapa ihlâs olan mektupları yazabilmek ne büyük mazhariyet olacaktı bizler için... Bir kere daha anladım ki, Lâhikaların satırları arasında büyük hakikatler saklıdır. Onlar okunmadan, onlar anlaşılmadan Risâle-i Nur hakikatlerinin manalarına lâyıkıyla ulaşabilmek, Nurların ve Muhterem Müellifinin gerçek mahiyetini anlamak çok zor...
16.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Korku hissini dengeli kullanmalı |
İnsanın en hassas, en zayıf, en mühim, en esaslı bir hissi de, korkudur. Dessas zâlimler bu korku damarından çok istifâde etmektedirler. Onunla, korkakları gemlendiriyorlar. Kendini dünyaya verenlerin ajanları ve dalâlet ehlinin propagandacıları, halkı ve bilhassa âlimleri korkutuyorlar, evhamlarını tahrik ediyorlar...1 Dindarları ve hizmet ehlini çeşitli hile ve oyunlarla korkutarak kendi kulvarlarına çeker, istediklerini yaptırır, pis emellerine âlet eder veya en azından tesirsiz hâle getirmeye çalışırlar. Korku duygusunu nerede ve nasıl kullanacağız, zararlarından nasıl kurtulacağız? Pozitif veya negatif duygularımız; şiddet derecelerine göre bir dalga yayarlar. Yapılan araştırmalara göre, köpek, insanın yaydığı “korku kokusunu” alıyormuş ve korkakların üzerine üzerine gidiyormuş. Korkmayanlar, cesaretle köpeği tersleyenlerden ise kaçıyorlarmış. Demek, insanın korku duygusunun çıkardığı bir koku veya bir dalga varmış, bunu köpekler alıyor, hissediyor ve ona göre davranıyormuş. Aynı hissi insan da duyuyor olmalı ki, korkak olanları hissediyor ve ona göre korkakların üzerine gidiyor ve gemlendiriyor! Özellikle, bu konularda ihtisas sahibi olmuş ve “alıcısı” kuvvetli olan dessas zâlimler... Şu halde, cesaretin, ihlâsın, samimiyetin, muhabbetin de yaydığı bir koku ve ve dalgaboyu olması gerekir. Onun derecesine göre, muhataplar etkileniyor! Şüphesiz ki, onlar da alıcılarının derecesine göre tesir altında kalıyorlar. Korkuların en güzeli, en mükemmeli “Allah korkusu”dur. Anne ve babadan duyulan korku; tatlı bir korkudur. Çünkü, koruyucu bir korkudur. Anne şefkati ve sevgisi, Allah’ın yeryüzüne inmiş bir damla sevgi ve rahmetinin, bütün annelere ve şefkat sahibi kişilere dağılmasının bir parçasıdır! Şu halde; Onun sonsuz koruyucu korkusuna sığınmak gerekmektedir. O, sonsuz kudret, merhamet, sevgi sahibi, sonsuz isim ve sıfat sahibi ve korkutanların da dizgini Kendisinin elinde olduğuna göre; onlardan korkmak beyhude değil mi? Kur’ân, kimden korkup-korkmayacağımızı şöyle beyan etmektedir: “...Şu halde, eğer imân etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.”2 Savaşta veya kavgada, en çok yara alanlar, siperini korkarak terk edenler, en az yaralananlar ise siperinde sebat edenlerdir. Korkarak kaçanlar, korktuklarıyla daha çabuk kucaklaşırlar! Aslında korku, gerekli bir histir. Eğer korku olmasaydı; hayatımızı bir gün bile devam ettiremezdik. Aslanla pençeleşir, yüksek yerlerden atlar; herkesle kavgaya tutuşurduk! Burada kavrayamadığımız, dengeleyemediğimiz mesele şudur: Cenâb-ı Hak korku damarını hayatı korumak için vermiş, hayatı tahrip için değil. Ve hayatı ağır, müşkül, elîm ve azap yapmak için vermemiştir. Korku iki, üç, dört ihtimalden bir olsa, hattâ beş altı ihtimalden bir olsa, ihtiyatkârâne bir korku meşrû olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimalle korkmak evhamdır, hayatı azâba çevirir.3
Dipnotlar:
1-Mektûbât, s. 403. , 2-Kur’ân, Âl-i İmrân, 175., 3-Mektûbat, s. 404.
16.03.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
"Roman"tik takılmadan |
Bu ülkenin horlanmış, dışlanmış, itilmiş–kakılmış sosyal tabakaları arasında hiç şüphesiz ki Romanlar da var. Bazı yörelerde "Çingene" de denilen Roman vatandaşların, uzun yıllardan beri "ikinci sınıf vatandaş" muamelesine tabi tutulduğu da bir gerçek. Oysa, böylesi bir ayrımcılığın ne hukukta yeri var, ne insanlıkta, ne de Müslümanlıkta. Ne var ki, bu vatanda ezilen, dışlanan, horlanan sadece Romanlar değil. Bilhassa son seksen–doksan yıllık süreçte "kendi gibi", yani olduğu gibi görünmek ve yaşamak isteyen hemen bütün kesimler zalimâne pençeler altında ezilmiş, horlanmış itilip kakılmışlardır. Bir tek dönmeler, masonlar ve Sabetaycılar hariç... Etnik ayrım yapılmaksızın, dindar Müslümanların, yani camisine, mescidine, Kur'ânına, ezanına, örfüne, an'anesine, tekke ve medresesine bağlı olan mutlak ekseriyetin tamamı dayanılmaz zulümlere, baskılara mâruz bırakılmışlardır. Bunlardan sayılamayacak çok vatandaşı asmış, kesmiş, hapis, zindan ve sürgün ile cezalandırmışlardır. Bu genellemenin haricinde, ayrıca katliâma varan mezalime uğrayan kesimler vardır ki, onları da şöylece sıralamak mümkün: Kürtler, Aleviler, Rumlar, Ermeniler... Çeşitli sebep ve bahanelerle bunları ezip sindirmeye çalışmışlardır. Zahirî gerekçe Türklük, Türkçülük... Hakikatte ise, bunların tamamını Türk'e düşman ederek, o büyük İslâm unsurundan intikam alma maksadı güdülüyor: Bin yıl müddetle İslâma bayraktarlık seviyesinde hizmet etmiş olmasının intikamı... Romanların durumu ise, diğerlerinden biraz farklılık arz ediyor. Hükümetler, doğrudan Romanları hedef alarak onlara yönelik baskıcı politikaları gütmüş, uygulamış değil. Hükümetlerin bu meseledeki zaafı ve ihmali, diğer vatandaşlar tarafından horlanan, dışlanan Romanlara sahip çıkmaması, onların temel insanî hak ve hukukunu muhafazaya çalışmaması noktasında karşımıza çıkıyor. Evet, Romanların en büyük sıkıntısı, cemiyetin diğer sosyal tabakalarından mâruz kaldıkları dışlayıcı, küçümseyici nazar ve gördükleri bed muameledir. Yerleşik medenî hayata uyum sağlama zorluğu çeken Romanların en büyük handikapı ise, aralarında barınan bazı ferd ve ailelerin hırsızlığı meslek edinmeleridir. Etraftan, mahallelerden atık eşya (kâğıt, metal, plastik...) toplama bahanesiyle, ne yazık ki bazı Romanlar düpedüz hırsızlık yapıyor. Hem de gayet şirret bir şekilde. Tıpkı, yavuz hırsız misâli. Bizzat şahit olduğum için, bu derece kesin ve net konuşuyorum. Ancak, bu durum, bütün Romanları bağlamaz ve bağlamamalı. Bir askerin hata yapması, bir memurun rüşvet alması, nasıl bulundukları camiayı karalamayı gerektirmiyorsa, bazı Romanların hırsızlığı da, bütün bir camiayı karalama gerekçesi sayılamaz. Üstelik, bugün hırsızlık yapan sadece Romanlar değil. Ülkenin her yerinde türemiş öylesine profesyonel, hatta canavarlaşmış öyle hırsızlar var ki, Romanlara rahmet okutacak cinsten. O halde, bu gibi meselelere bakarken "Roman"tik takılmadan, objektif bir nazarla bakıp ona göre değerlendirme yapmak lâzım. Aksi halde, bir kesimin hakkını savunalım derken, bir başka kesimi rencide edebilir, yahut bir başka kesimin hukunu çiğneme hatasına düşebiliriz.
Tarihin yorumu 16 Mart 1921
Moskova Antlaşması ve ötesi...
Ankara hükümeti ile Moskova hükümeti arasında yapılan ilk resmî antlaşma 16 Mart 1921'de imzalandı. Türk heyetini Ali Fuat Paşa, Dr. Rıza Nur ile Yusuf Kemal Bey temil ediyordu. Rus heyetinin başında ise Dışişleri Komiseri Çiçerin vardı. (Çiçerin'in yardımcılarından biri Türk asıllı bir diplomattı.) Bu tarihten evvel de iki ülke arasında birtakım temaslar kuruldu; ancak, istenen ve umulan netice bir türlü sağlanamadı. Rusya, İstiklâl Harbinin en sıkıntılı günlerinde, yani Ankara hükümetinin en sıkışık olduğu dönemde, anlaşmaya yanaşmıyordu. Kafkas Bölgesindeki bazı şehirlerin Ermenilere verilmesini şart koşuyordu. Bunun üzerine harekete geçen Karabekir Paşa, Kars, Ardahan, Artvin, Batum ve Iğdır'ı Ermeni Taşnaklardan temizleyerek, onları Gümrü'ye kadar geriletti. Burada 3 Aralık 1920'de imzalanan antlaşma ile, sınır tesbiti yapıldı. Bu muzafferiyetten sonra, Moskova nezdinde Rusya ile yeniden temaslar kuruldu. Batum'un Gürcistan'a (dolayısıyla SSCB'ye) terk edilmesi karşılığında, 16 Mart 1921'de anlaşma sağlandı. Buna göre, Rus hükümeti Ankara hükümetine silâh ve para yardımında bulunacak. Yardımlar, Kurtuluş Savaşının sonlarına kadar kademeli şekilde parti parti gelmeye devam etti.
Kabiliyetler biçildi
Ermenilerle yapılan Gümrü Antlaşmasının kahramanı, 15. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir'dir. Millet Meclisi adında diplomaside kazanılar ilk zaferdir. Rusya ile yapılan Moskova Antlaşmasının kahramanları ise, Ali Fuat Paşa ile Dr. Rıza Nur'dur. İşte, gerek askeriye ve gerekse diplomasideki bu kabiliyetli kahramanlar ile onlarla birlikte hareket eden İstiklâl Harbinin bütün gerçek kahramanları, 1924'ten itibaren teker teker ve gruplar halinde biçilmeye başlandı. Bu şöhretli isimlerden kimi siyasetten, kimi Ankara'dan, kimi de Türkiye'den uzaklaştırılarak hayatları karartıldı, ikbâl ve istikbâlleri söndürüldü.
16.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
“İnşâallah” kelimesi üzerine |
Said Bey: “İnşallah’ın mânâsı ve önemi nedir? ‘Allah nasip eder inşallah’ gibi bir cümlede yanlışlık olabilir mi?”
İnşaallah kelimesi, Allah’ın geleceğe dönük cümlelerimiz arasında ve üslûbumuz içinde kullanmamızı istediği bir vahiy kelâmıdır. İnsan her ne kadar cüz’î irade sahibi ise de, Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle “âlemin en mükemmel meyvesi ve arzın halifesi ve emanet-i kübrânın hâmili olan insanın sergüzeşt-i hayatiyesi, her şeyden ziyade, kaderin kanununa tâbidir.”1 Yarınımızın planlamasını yaparız; fakat planımızı yürütmek için gerekli adımları Allah’ın inayetiyle atarız, işimizin sağlıklı ve verimli yürümesi için Allah’a dayanır, Allah’a tevekkül ederiz. Bu duru ve samimi inancımızı “inşâallah” kelimesi ifade eder. Yahudi ve müşriklerden bazıları Peygamber Efendimiz’e (asm) mağarada üç yüz yıldan fazla yatan gençlerin hikâyesinin ne olduğunu, Zülkarneyn hakkında ne bildiğini ve ruhun ne olduğuna dair sorular sormuşlardı. Peygamber Efendimiz (asm) de o an cevap vermemiş, her gün kendisine gelerek âyetler indirip duran Cebrâil’in (as) bu sorularla ilgili de derhal âyetler indireceği kanaatiyle, “Yarın gelin, cevap vereyim” deyivermiş, ancak “inşâallah” dememişti. Fakat Cebrail’in inmesi ve vahyin gelmesi haftalarca gecikti. Peygamber Efendimiz (asm) bundan müteessir oldu. Nihayet haftalar sonra Hazret-i Cebrâil (as) gelince Peygamber Efendimiz (asm) bunun sebebini sordu. Hazret-i Cebrâil (as) de sırayla Meryem Sûresi’nin 64. âyetini, Kehf Sûresi’nin 23. ve 24. âyetlerini ve Duhâ Sûresi’ni indirdi. O an indirilen âyetleri buraya alalım: “Biz ancak Rabbinin emriyle ineriz. Gelecek olan, geçmiş olan ve ikisi arasında bulunan ne varsa O’nun ilminde ve kudretindedir. Rabbin hiçbir şeyi unutmuş değildir.”2 “Hiçbir şey hakkında ‘Yarın bunu muhakkak yapacağım’ deme. Ancak ‘İnşâallah’ deyip, Allah’ın dilemesi şartına bağlarsan müstesnadır. Unuttuğun zaman da, yine Rabbini an ve ‘Umulur ki, Rabbim beni bundan daha hayırlı ve doğru bir yola eriştirir’ de.”3 Görüldüğü gibi Cenâb-ı Allah, gelecekle ilgili konuşmalarımızda “Allah dilerse, Allah izin verirse, Allah nasip ederse...” gibi mânâlara gelen “İnşâallah” kelimesini söylememizi şart koşuyor. Çünkü gelecek bizim elimizde değil. Gelecek Allah’ın takdirindedir. Gelecekte nasıl bir tecellî gerçekleşeceğini bilmiyoruz. Sadece olmasını arzu ettiğimiz şeyler söz konusu. İşte bunları konuşurken Allah’ın dilemesi şartına bağlayarak konuşmamız gerekiyor. Ki, “İnşâallah” kelâmı bize bunu sağlıyor. Bu pencereden bakınca, “Allah nasip eder inşallah” cümlesinden şu manayı çıkarmak mümkün: “Allah dilerse nasip eder”. Öte yandan bu cümle ile kastedilen, Cenâb-ı Hakk’ın nasip etmesini büyük bir arzu ile istemekse, bunda da bir yanlışlık yoktur elbette. Burada önemli olan, bu kelime ile, gelecekle ilgili bir şeyler yapmayı kendi üzerimizden atan bir tembelliği veya kendi yapabileceğimiz şeyleri Allah’a havâle eden vurdumduymazca bir havaleciliği kastetmemeye dikkat etmeliyiz. Yani bu kelimeyi, içerdiği mânevî kuvveti sarsıcı şekilde kullanmamalıyız. “İnşâallah” kelimesi kararlılığımıza gölge düşürmüyor. Bilakis, “Allah’ın dileği ile örtüşmesi halinde ben kararlıyım” mânâsını içeriyor. Oysa bazen kararsız olduğumuz ve hattâ olumsuz düşündüğümüz bir meselede de-–sırf muhataptan kaçmak için—“inşâallah” deyip geçiyoruz. Bu yanlıştır. Çünkü bu durumda bu kelâmı bir kaçış cümlesi olarak kullanıyoruz. Muhatabımız da çileden çıkıyor. “İnşallah’la maşallahla olmaz!” gibi nezaketsiz sözler sarf ediyor. Bu nezaketsizlikte bizim de payımızın olduğunu unutmamalıyız.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 434 2- Meryem Sûresi: 64 3- Kehf Sûresi: 23, 24
16.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Herkes işini yapsın |
Yine normal olmayan hadiselere şahit oluyoruz. Komutanlar, davet ettikleri “akredite basın” mensupları aracılığı ile Türkiye’ye ‘düzen’ vermeye çalışıyorlar. Pazar günkü Milliyet’le başlayan ‘önemli açıklamalar’ aynı gazetenin dünkü nüshasıyla da devam etti. Milliyet’in yayını yetmemiş olacak ki kartelin büyük gazetesi Hürriyet de aynı konuda (15 Mart 2010) yayına başladı. “Milliyet Genelkurmay karargâhında” üst başlığıyla verilen manşet haberde “Karşılaştığımız en ciddî olay Balyoz” deniyor. Haberin ‘özet’inde de şu bilgiler var: “Genelkurmay Başkanı (...) aylardır TSK’ya ilişkin olarak ortaya atılan ve Türkiye gündemini işgal eden konularla ilgili Fikret Bila’nın sorularını açıklıkla yanıtladı.” (Milliyet, 14 Mart 2010) “Açıklıkla yanıtladı” deniyor, ama yapılan her açıklama yeni soruları da gündeme getiriyor. Bir defa komutanların hemen her gün bu şekilde ‘önemli’ açıklamalar yapması demokrat bir ülkede normal karşılanabilir mi? Hepimiz biliyoruz ki, AB üyeliği yolunda ilerlemeye çalışan Türkiye uluslararası toplantılarda en çok bu konuda eleştiriler alıyor. Bu bilindiği halde, ikide bir bu yönde açıklamalar yapılması nasıl mazur görülür? Hem de iki gün üst üste! Milliyet’teki açıklamalar yetmemiş gibi dün de aynı konuya Hürriyet dahil olmuş. Hürriyet, Milliyet’i mı kıskandı, yoksa onu da diğer ‘akredite gazeteler’ mi takip edecek? Dünkü gazetelere bakıldığında komutanların ‘açıklama yapmış olması’ndan ziyade neler söylediğinin konu edildiği görülüyor. Neymiş, komutanlar “Karşılaştığımız en ciddî olay Balyoz”dur (Milliyet, 14 Mart 2010) demişler. İyi de bu söz hangi mânâda söylenmiş? “Balyoz iddiâları çok ciddi. TSK’da hiç kimse darbe gibi şeylere tevessül edemez. Öyle planlar yapanları içimizde tutmayız, hukuka havale ederiz” anlamında mı söylenmiş? Yoksa “Bu kadar ciddî iddialarla ilk defa suçlanıyoruz, ama bu suçlamaları kabul etmeyiz, reddederiz, bunu da savuştururuz” anlamında mı söylenmiş, tam belli değil. Meselâ, Hürriyet’teki ‘önemli açıklamalar’ şu manşetle duyurulmuş: “(Karargâhta Erzincan açıklaması) Gerçeğin arkasındayız.” (15 Mart 2010) Başka hiç bir bilgiye sahip olmayan kişiler, yapılan bu açıklamaları okumuş olsa belki bir mânâ ifade eder. Ama aylardır gündemi meşgul eden hadise, bilgi ve açıklamalar eşliğinde bu sözler okunduğunda pek de inandırıcı gelmiyor. “Gerçeğin arkasındayız” diyenlere şu sorulur: Hangi gerçek? Gündeme gelen bütün iddiaların baştan sona ‘yalan’ olduğuna inanmamız mı isteniyor? Zaten bu açıklamaları daha önce de parpa parça duyuyorduk. Gerek internet sitelerinde yer alan açıklamalar, gerekse ‘haftalık bilgilendirme toplantıları’ ve bunlar yetmediğinde de yine ‘akredite basın’ kanalıyla benzer açıklamalara şahit oluyorduk. Kim olursa olsun, ‘açıklama yapan’lar inandırıcı olmak istiyorlarsa ‘sözde gerçekler’in değil, ‘özde gerçekler’in arkasında durmak mecburiyetindedirler. “Önemli açıklama”lardan ziyade, “önemli keşif”lerin manşet olduğu Türkiye’yi de görürüz inşaallah.
16.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Dine ve mânevî değerlere samimiyet… |
ABD’den sonra İsveç’in de Türkiye’ye “soykırım bühtanı”nda bulunması, sazlı-sözlü “Roman açılımı”na varan ve Anayasa değişikliği “mini paketi” ile “yargı reformu” tartışmaları ortasında, oldukça önemli gelişmelerin üzerinde durulmadı. Mersin’de partili bazı kadınların simgesel olarak “çarşaf yırtma gösterisi”ne CHP’nin gösterdiği tepki, bunlardan biri. Baykal’ın parti grubunda, “Herkes çok iyi bilmelidir ki; CHP’lilerin yırtma, yakma gibi siyasî bir üslubu yoktur, olamaz da. CHP’nin hiç kimsenin giyim-kuşamına, ahlâkına, kültürüne müdahale ve hükmetme hakkı yoktur. Herkes inancında, yaşayış biçiminde, giyiminde özgürdür” çıkışı, siyasetin dine saygısının son bir örneği oldu. Sözkonusu eylemi yapanların niyetlerinin çarşaf yırtmak olmadığına dair “pişmanlık beyânları”na rağmen haklarında disiplin davası açıldı… Bilindiği gibi son mahalli seçimler öncesi Baykal partisine katılan başörtülülere törenle rozet takmış, partinin Kocaeli Belediye Başkan adayı ise açacağı mahalle evleri bünyesinde isteyenlere Diyanet’in kontrolünde Kur’ân kursu verileceğini vaad etmişti. Bütün vaziyet, tek parti döneminden kalan zihniyet ve itiyatla “laiklik” gerekçesiyle dinî özgürlüklere soğuk bakan ve her darbe ve ara dönemde “irtica” bahanesiyle başörtüsü ve tesettüre karşı gelen partide ciddî tartışmalara yol açmıştı. Parti yönetiminin bu tavrı içeriden sorgulanmış, özellikle İstanbul il yöneticilerine “Çarşafı meşrulaştırdınız!” tepkileri yükselmişti. Baykal’ın bütün bunlara karşı, İslâm inancının icâbı tesettürün bir parçası olan çarşafı Türkiye’nin bir gerçeği olarak kabul edip “Kimsenin özel yaşamında nasıl giyineceğine karışmaya hakkımız yok; hoşgörülü olun; düşmanlık yapmayacaksın kardeşim yapmayacaksın” açıklaması, hangi sâikle olursa olsun hayra alâmet sayılmıştı…
TAHRİBATI TÂMİRE ÇALIŞMASI… Gerçek şu ki Baykal’ın, “Benim çarşafı ne ‘meşrulaştırmaya’, ne de ‘gayr-ı meşrulaştırmaya’ gücüm yetmez. Bu Türkiye’nin toplumsal bir parçasıysa bunu herkesin doğal karşılaması lazım” görüşü, siyasetin toplumun gerçeklerini anlama ve ona göre siyaset yapma hususunda fevkalâde bir gelişme. Gelinen noktada son olay üzerine Baykal’ın ve parti yönetiminin “çarşaf yırtıcıları”nı disipline verme işlemine karşı hemen hemen hiçbir tepkinin verilmemesi, şüphesiz siyasetin milletin değerleriyle barışmaktan başka çaresinin olmadığının açık bir işareti olmakta. Ve CHP’nin siyasî tarihindeki dinî değerlere karşı bigâne kalışını sorgulayan bu gelişme, Bediüzzaman’ın daha tek partinin sonlarına doğru daha önce İçişleri Bakanlığı da yapmış olan dönemin Halk Partisi Kâtib-i Umumîsi (Genel Sekreteri) Hilmi Uran’a yazdığı mektuptaki “dine ve mânevî değerlere saygı ve hizmet” ikazının önemini hatırlatmakta. Bin sene Kur’ân’ın bayraktarlığını yapmış bu vatana ve millete hizmet iddiasında bulunan siyasetin, “medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usûlleri muhâfaza ve üç-dört şahsın inkılâp namında yaptıkları icraatı esas tutma” tavrından artık vazgeçmesi ve inkılâpların zoruyla yapılan tahribatların “bilhassa an’ane-i diniye hakkında” tamirine çalışılmasının ehemmiyetini ortaya koymakta. (Emirdağ Lâhikası, 191) Türk milletinin dünyanın her tarafında Müslüman olduğunu ve milliyetinin İslâmiyetle imtizaç etiğini, ondan ayırmanın mümkün olmadığını, ayırmasıyla mahvolacağını nazara veren Bediüzzaman’ın, daha Cumhuriyetin ilk yıllarında din ve fen ilimlerinin beraber okutulacağı üniversite teklifine, “dinde çok lâkayd ve Garblılaşmak taraftarı” bir kısım mebusların itirazlarına verdiği cevaptaki temel tespitlerin milletin birliği ve bütünlüğü için hayatiyetini te’yid etmekte…
HANGİ SÂİKLE OLURSA OLSUN… “Siz, farz-ı muhâl olarak hiçbir cihette ihtiyaç olmazsa da, ekser enbiyânın (Peygamberlerin) Asya’da, Şark’ta zuhuru ve ekser hükemânın ve feylesofların garbda gelmelerinin delâletiyle Asya’yı hakîki terakkî ettirecek, fen ve felsefenin tesiratından ziyâde, hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak ‘Garblılaşmak’ nâmıyla an’ane-i İslâmiyeyi (İslâmî esas ve kültürü) bıraksanız ve lâdînî (din dışı sistemi) bir esas yapsanız dahi, millet ve vatan selâmeti için dine, İslâimyetin hakikatlerine, katiyen taraftar olmak size lazım ve elzemdir” dersinin değerini bir defa daha ortaya koymakta. (Emirdağ Lâhikası, 348-349) Meclis’teki ilk beyannâmesinden devlet ve hükûmet makamlarına gönderdiği mektuplara ve mahkemelerdeki müdafaalara kadar bütün yazılarında, devleti, partileri ve siyasetçileri milletin değerlerine saygıya davet eden Bediüzzaman, bunun içindir ki bütün partileri dini değerler üzerinden siyaset yapmaktan sakındırır. “Umûmun mâl-ı mukaddesi (ortak değeri) olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslektaşlarına (siyasî partisine) daha ziyâde has göstermekle, kavi (büyük) bir ekseriyette, dine aleyhtarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek” olan “siyasî tarafgirlik tahriki”ne dikkat çeker. Hangi endişeyle olursa olsun, millet nezdinde itibar görme kaygısıyla siyasetleri için de olsa partilerin ve siyasilerin dine saygılı olmalarını ve mânevî değerlere hizmette yarışmalarını önerir. Siyasetin bu kulvara girmesinin, rekâbet hissiyle günübirlik siyasî hesaplara ye da politik kıskançlıklara ve kavgalara kurban edilmemesinin gereğini belirtir. Dine ve mânevî değerlere samimiyet, hangi kimden ve nereden olursa olsun dine saygıdan memnun olmayı gerektirir…
16.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
Türkiye’nin arka sokakları |
Türkiye’nin sosyolojisine hakim olmadan temel meseleleri çözümü kavuşturmak iddiasında bulunmak ütopik bir yaklaşımdır. Muasır millet anlayışının Müslüman bir toplumda “Allahsız” bir hayat tarzıyla gerçekleşeceği zannıyla toplumu kuşatmak, bu yönde dönüşüme zorlamak nasıl ki Türkiye’nin genetiğini bozmuştur; bugün de toplumu sarsan olayların temeline inememek, Türkiye gerçeğinden habersizce meselelere çözüm aramak bu hastalıkların kronikleşmesine yol açacaktır. Türkiye gerçeğini Ankara’nın hakim tepelerinden görmek oldukça zordur. Türkiye sosyolojisi, Türkiye’nin arka sokaklarında gerçekleşen hazin hikâyelerde, kahredici gerçeklerde gizlidir. Türkiye yanıyor; bu yangın daha çok Türkiye’nin arka sokaklarında cereyan ediyor. Şatafatın, şamatanın ve kargaşanın hakim olduğu Türkiye’nin ön yüzü, yavuz hırsız pişkinliğiyle bütün çirkinlikleri örtme telaşında. Forbes’in dünyanın en zenginleri arasında saydığı zenginlerimizin, Ergenekonlara odaklanmış ekabirimizin, tepelere göz dikmiş ütopist siyasetçimizin bu yangını görmesi, böyle bir yangından haberdar olması, olsa da müdahale etmesi çok zor. Bu tür yangınları söndürmek “Karşımda müthiş bir yangın var… İçimde evlâdım tutuşmuş yanıyor…” diyebilenlerin işi. Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye hattında ortaya koyduğu kültürel yozlaşma, kültür ve medeniyet buhranının doğurduğu dualite, bugün Vezneciler’den herhangi bir yöne yaptığınız kısa yolculuklar esnasında bile daha korkunç haliyle karşınıza çıkıyor, yaşadığınız toplumdan utandırırcasına insanı üzüyor. Eskilerin “Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin” diyerek tebcil ettikleri, fazilet ve medeniyet üstadı insanımızdan eser yok sanki. Hürmet, muhabbet, sadakat ve şefkati uzak diyarlara sürgün eden bir toplum… Türkiye’nin arka sokakları yanıyor. Eğittiğimizi sandığımız çocuklarımız artık bizim değil, bünyemizi kemiren sefilliklerin esiri… Dünyevî ve uhrevî geleceği tehdit eden bir esaret… Müziğini, estetiğini, onu değerli kılacak tüm değerlerini yitirmeye yüz tutmuş gençliğimiz… Kendine kimlik arayan gençlerimize kimlik biçen çok. Gençliğimizin kalplerindeki boşluğu dolduramayanlar ise, lolipop kandırmacasıyla bir ülkenin geleceğine ipotek koyuyorlar. Sonra Türkiye’nin bütün meselelerini çözüyoruz diye hava atıyorlar. Türkiye’nin arka sokaklarında derd-i maişet yüzünden çözülen aileler var. İnsanca yaşamak, bir yudum mutluluk tatmak hevesiyle kurulan, sonra tüm insani hasletlerden uzaklaşılarak darmadağın edilen aileler… Hukuksal yetkinliğe erişmeyen çocuklarını bile üçer beşer şirketlere ortak edenlerin sadece oylarıyla ilgilendiği masum aileler… “Müslümanlar bir vücudun azaları gibidir...” hadisini işlerine gelince hatırlayanların kendinden saymadıkları aileler… Türkiye’nin arka sokakları yanıyor. Bu yangından berî olduklarını sananlar “düm tek, düm tek, düm teke tek” vur patlasın çal oynasın hoplayıp zıplıyorlar. Ehl-i dünyanın “çok güzel hareketler bunlar” diyerek alkışladığı sefih medeniyetin başlarını yiyeceğini tahmin edemiyorlar. Bediüzzaman’ın “en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var” diyerek işaret ettiği “kalp” dairesindeki vazifeyi anlamsız görenler, “surda bir gedik açmak” için çıktıkları mukaddes yolculukta yollarını bulamıyorlar, çıkmaz sokaklarda oyalanıyorlar. Arka sokaklar, bekleşmedeler. Şimdilik…
16.03.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Irak’ta rüşvet zengini olan Amerikalılar |
Irak seçim sonuçlarını beklerken, ortaya çıkacak tablonun zor bir dönemi başlatacağı görünüyor. Ancak bugünkü yazımızda ancak bu ay sonuna kadar tamamlanacak seçim sonuçlarını değil, Amerikalıların Irak’taki rüşvet hikâyelerini ele alacağız. Irak’ın yeniden yapılandırılması projelerinin ihalelerinde yetkili Amerikalıların, bu ihaleleri Iraklı firmalara vermek için yüz binlerce dolar rüşvet aldığına ilişkin her gün yeni dâvâlar açılıyor. Bu konuda son altı ayda açılan dava sayısı 50. Amerikalılar bu rüşvetlerle kumar borçlarını ödüyor, lüks arabalar alıyor ve hatta estetik ameliyat yaptırıyormuş. Bazıları Gana, İsviçre, Hollanda ve İngiltere’de açtırdıkları hesaplara bu rüşvetleri yatırmışlar. Bir kısmı ise bavullarla getirip evlerindeki kasalara doldurmuşlar. 2008 yılında bir Amerikan subayı 225.000 dolar rüşvet aldığını açıklayıp, sonra intihar etmişti. Aynı şekilde geçen Ekim ayında bir dışişleri bakanlığı görevlisi on binlerce dolar rüşvet aldığı için tutuklanmıştı. Rüşvet olayları iki yönlü işliyor. Hem Amerikan firmaları Iraklı firmalara aldıkları işlerde verdikleri taşeronluk karşılığında milyonlarca dolar rüşvet alırken, öbür taraftan Iraklı sivilleri öldüren özel güvenlik şirketi Blackwater örneğinde olduğu gibi, suçlarını kapatmak için 1 milyon doları bulan rüşveti Iraklılara veriyorlar. Hatırlanacağı üzere; Siemens firmasının da Irak’ta ihale almak için kamu görevlilerine 1,7 milyon dolar rüşvet dağıttığı, bu yolla 124 milyon dolarlık ihale aldığı ortaya çıkmıştı. Irak’ın yeniden yapılanması için Amerikan Kongresinin onayladığı yardım tutarı 53 milyar dolar. Uluslar arası kuruluşlardan ve özellikle de BM’nin el koyduğu petrol gelirlerinden gelen paralar hariç. Bu kadar büyük bir pastanın dağıtımı Amerikalıları, hem bizim gibi ülkelerin klasik hastalığı olarak adlandırılan rüşvet ve yolsuzluğun pençesine düşürmüş. Tabiî bu durum Irakla sınırlı değil. Afganistan’da da aynı kurallar geçerli. Siz Karzai’nin kardeşinin Afganistan’daki haşhaş üretimini, Amerikalılara rüşvet vermeden yürütebileceğine inanıyor musunuz? Dünya Şeffaflık Örgütünün 2009 Rüşvet Algılamaları İndeksine göre; rüşvette Irak ve Afganistan son sıralarda yer alıyor. 180 ülke arasında Türkiye’nin 61. sırada olması ise üzücü. Ancak şimdi yapılan soruşturmalar aslında Amerikalıların Irak ve Afganistan’da verdikleri ve aldıkları rüşvetlerin ülkelerinin endeksine yansımadığını gösteriyor. Irak’ta yalnızca Amerikalıların değil, çok sayıda Türk inşaat firmasının da iş yaptığı dikkate alındığında, bu çarpık sistemden bizim de etkilendiğimiz aşikâr. Bu ortaya çıkan durum insanlığın ahlâkî yozlaşmasının refah düzeyi ile azalmadığını, aksine medeniyetin arttırdığı ihtiyaçlarını karşılamak için gelişmiş ülke vatandaşlarının daha çok yolsuzluğa bulaştığını gösteriyor. İşin acı tarafı ise; bu işler için Irak ve Afganistan gibi, uzun yıllar süren işgal, iç çatışma ve sistem çöküşü yaşanan ülkeleri kullanmaları. Şunu unutmayalım ki; demokrasi ve hukukun üstünlüğünün geçerli olmadığı, kamunun şeffaf olmadığı yerlerde, yozlaşma ve rüşvet de çok kolay yayılabilmektedir. Avrupa Konseyi’nin Başbakanlık Kamu Görevlileri Etik Kurulu ile ortaklaşa gerçekleştirdiği Yolsuzluğun Önlenmesi Projesi çerçevesindeki araştırmada özellikle tapu sicil müdürlükleri ve poliste rüşvetin –önceki yıllara göre azalmakla birlikte- hâlâ yaygın şekilde görüldüğü ortaya çıkmıştı. Umarız Irak, en kısa zamanda demokrasi ve hukukun üstünlüğünün egemen olduğu bir ülke haline gelir ve toplumsal hayatı zehirleyen bu hastalıktan kurtulur. Tabi aynı dua bizim için de geçerli. 16.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Kısır döngü |
Zaten bir türlü rayına oturmayan gündem yine dağılma işaretleri verirken, hemen hiçbiri sonuca ulaştırılmayan konuları takipten yorgun düşen Türkiye yerinde saymaya devam ediyor. Ve temel ve kronik sorunlardaki çözümsüzlük, yeni tıkanmaları getiriyor. Yaşadığımız son örneklerde görüldüğü gibi. Bunlardan biri, Ermeni meselesindeki gelişmeler. Önce ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesinde, ardından İsveç Parlamentosunda Ermeni tasarılarının birer oy farkla kabulü üzerine Türkiye yine eski reflekslerine döndü. Hamaset yüklü tepki açıklamaları yapıldı, büyükelçiler çağrıldı, yanlış düzeltilmediği müddetçe geri gönderilmeyecekleri ilân edildi, v.s... ABD’deki oylamada sonucun böyle çıkmasında, komitenin Yahudi Başkanı ile Yahudi üyelerinin tavırları belirleyici rol oynarken, Türkiye beklenen tepkiyi vermek suretiyle tuzağa düştü. Ve dış politika açılımları, başından beri izlenen yanlış politikalarla “yumuşak karnımız” haline getirilen Ermeni meselesinde duvara çarptı. Temeldeki esaslı yanlışları düzeltmeden imzalanan protokoller ise, yol açtıkları itibar zedelenmesini geride bırakarak, rafa kalkmak üzere. Böyle bir tabloda, soykırım tasarısının farklı mahfillerde kabul gördüğü her ülkeye aynı tepkileri verip büyükelçilerimizi geri çağıracak olursak, yine “dünyanın en yalnız ülkesi” konumuna döner ve Ankara’daki Dışişleri binasında “merkez diplomatları”na yer bulamaz hale geliriz. Onun için, stratejiler temelden değişmeli. Özellikle de, kendi tezimizi sağlam vesikalara bağlayarak dünya kamuoyunda mâkes bulacak şekilde her platformda seslendirmeli; bilhassa akademik zeminleri ve medyayı çok iyi kullanmalı; lobi çalışmaları için, bizi her an “satabilecek” mahfillere düdnyanın parasını akıtıp bel bağlamak yerine kendi lobimizi oluşturabilmeliyiz. Az gidip uz gidip, geriye baktığımızda bir arpa boyu bile yol alamadığımızı gördüğümüz alanlardan biri de askerî cenah. Ve orada, çok küçük ve sıradan bir alt başlık muamelesi görmesi gerekirken, aylarca gündemin ilk sırasını işgal eden ve daha da edecek gibi görünen ıslak imza. Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ’un, İkinci Başkanıyla Adlî Müşavirini yanına alarak Milliyet’e yaptığı detaylı açıklamalar bunun işareti. Hatırlanacağı gibi, Albay Çiçek imzalı belgede ortaya çıkan son durum, Jandarma Kriminal Dairesi tarafından verilen ve ıslak imzanın Çiçek’e ait olduğunu teyid eden rapor sonrasında, “Asker de nihayet kabul etti” kanaati uyandıracak şekilde, Askerî Savcılığın Çiçek hakkında suç duyurusu yaparak tutuklama talebinde bulunması, ama mahkemenin bu talebi reddetmesi idi. Başbuğ’la müşavirinin sözleri, işi bu raporla bitirmeyip, parmak izi, tarih tesbiti, ıslak imza makinası, mürekkebin Genelkurmay’da kullanılana uyup uymadığı gibi detayları da kapsayan etraflı incelemelere koyulduklarını gösteriyor. Bu demektir ki, ıslak imza tartışması bitmedi. Yakın zamanda bitecek gibi de görünmüyor. Peki, Başbuğ’un, hakkında soruşturma veya dâvâ açılan komutanların açığa alınması bahsinde topu Millî Savunma ve İçişleri Bakanlarına atarken, ertesi gün Jandarma Genel Komutanıyla birlikte Hürriyet’e yaptığı açıklamada “Saldıray Berk’in arkasındayız” demesinin anlamı ne? Hükümete, kaba tabirle “Sıkıysa alın,” yargıya da “Sıkıysa mahkûm edin” mesajı mı veriliyor? Bunlar olup biterken, geçen hafta iki askerimiz daha “mayın şehidi” oldu. Ve bir türlü çözemediğimiz mayın bilmecesi, bir kez daha varlığını hatırlattı. (Yeri gelmişken soralım: Geçen yıl hararetli tartışmalardan sonra Meclisten geçip bazı maddelerinin yürürlüğü AYM tarafından durdurulan mayın temizleme kanunu ne oldu?) Şemdinli’deki o iki mayın şehidinden sonra Yüksekova’dan da “Teröristlerin açtığı ateş sonucu bir uzman onbaşı şehit oldu” haberi geldi. Yani, aynı fâsit daire dönmeye devam ediyor.
16.03.2010 E-Posta: [email protected] |