Yasemin YAŞAR |
|
Malikiyet iddiâsında bulunan insan |
İnsan kendine mâlik değildir. Mâlik olduğu tek şey cüz’i iradesindeki meyildir. Fakat kendisine mâlik nazarıyla bakar. Bunun sebebi, hakiki malikin sıfatlarını, mahiyetini, hudutlarını bilmektir. Yani vahid-i kıyasî yapmak için imânî bir tezahür olarak önce kendi malikiyetinden yola çıkar, sonra Cenâb-ı Hakk’ın malikiyetini anlar. İkinci bir aşamada ise, ‘kendisinin de kendisine mâlik olmadığı, kendisi dahil bu kâinatta ne varsa hepsi Malikü’l-Mülkündür’ düşüncesine ulaşır. Kendini tanıyan bir insan bakar ki, kendini idare edecek bir kudret ve kuvvete sahip değil. Sofrasına gelen nimetlerin ne evveliyâtında kudret sahibi, ne cesede girdikten sonraki idaresinde fail ve hâkimdir. İnsanın, eliyle kaşığı ağzına götürmek ve dişler değirmeniyle çiğnemekten başka bir dahli yoktur. Hatta Cenâb-ı Hak müsaade etmezse, onu da yapamayacak kadar acizdir. İnsanın sorması gerekir: Her gün soframızda pek de kıymetini takdir edemediğimiz ekmeğin menşei ve akibeti nasıldır? Ve bizim payımız ne kadardır? Her şeyden önce o lokmanın ana kaynağı olan toprağı yaratan, buğdayı yaratan ve toprağı ekime müsait hâle getiren kimdir? Sonra o buğdaya çimlenme, başak verme özelliğini öğreten kimdir? O buğdayın başak verme aşamasında toprağın nemini, havayı, güneşi, bulutu, rüzgârı, ışığı seferber eden kimdir? O buğday tanesinin toprak altındaki durumunu, alacağı mineral ve vitamin miktarını belirleyen kimdir? O toprağı sürmeyi, ekip biçip buğday elde etmeyi, onu un haline getirip ekmek hâline getirme ilmini, kuvvetini veren kimdir? Lokmayı ağzına götürüp çiğnemek, sonra vücuda yarayışlı hâle getirmek için el, kol, diş, mide, bağırsak vs. bütün uzuvları yaratan kimdir? O lokmanın tadını ve dile de o tadı alma fonksiyonunu yükleyen kimdir? Daha buna benzer yüzlerce soruyu, bir lokmanın menşei ve nihayeti ile ilgili sorabiliriz. İşte şu âlemde, kendini kendine malik zanneden insan, cüz’î iradesi en geniş olan insan, en basit fiillerine bile mâlik olamayan insanın, Malikü’l-Mülk’e karşı kafa tutması ve sahip olduğunu zannettiği nimetlere mâlikiyet iddiâsında bulunması ne kadar gülünçtür. Nimetlenme konusunda bu kadar fakir olan insan, hadsiz düşmanlarına karşı da bir o kadar zayıf ve âcizdir. Gözle görülmeyen bir mikrop yüzünden dünya ayağa kalkmakta, en son teknolojiler seferber edilmekte ve insan o küçücük mikroptan korkusuyla paranoyak hâle gelmektedir. Üstelik insan sosyal bir varlıktır. Kâinatın her bir cüz’üyle alâkadardır. Alâkadar olduğu bu kâinatta yolunda gitmeyen hadiseler, ona acı veren haller yaşamakta ama elinden bir şey gelmemektedir. Her şeyin istediği gibi gitmemesi ve Malik-i Hakiki’den gafleti acılarını daha da arttırmaktadır. O halde aklı başında olan insanın beyhude ıztıraba düşmemesi gerekir. Mülk başkasınındır. Üstelik mülkün hakikî sahibi hem kudretli, hem merhametlidir. Bu yüzden mülkü sahibine teslim etmekten başka çare yoktur. Mülk sahibi de mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Bu düşünceye ulaşmayan insan hem kendini kendine malik zanneder, hem de sahibinin rızası dışına tasarruf etmeye başlar. Bu ise insanı hem maddî, hem manevî hastalandırır. Bu gün günah dediğimiz fiillere bakıldığında bu bilincin kaybolarak, Malik-i Hakiki’den gaflet hâllerinde işlendiği göze çarpar. Ya da “Bu vücut, akıl, kalp… vs. benimdir, istediğimi yaparım” düşüncesiyle her türlü sefahete atılır. İnsanın, “Mülkün hakikî sahibi Allah’tır” düşüncesine ulaşması için önce Allah’tan başka ilâh olmadığına, O’nun şeriki olmadığına iman etmesi gerekir. Sonra Malikü’l-Mülk inancı gelir. Ve sonrasında da hamd edilen, hayat veren, öldüren ve O’nun bâkî olduğu inancı takip eder. Bediüzzaman, 20. Mektub’da bu silsilenin iman-ı billaha, iman-ı billah içindeki marifetullaha ve onun içindeki muhabbetullaha ve zevk-i ruhaniye götüren bir süreç olduğu mukaddemesiyle başlar. Devamında da, “Bu âvâre nev-i beşer, bu perişan fani dünyada sahibini tanımazsa, malikini bulmazsa ne kadar bîçâre sergerdan (şaşkın) olduğunu herkes anlar.” tesbitinde bulunmuştur. İnsan hayatında garip bir çelişki ki, hem kendinin, hem âlemin Malikü’l-Mülk’ünü kabullenmek istemez, hem de başkalarının vücudu üzerinde tasarrufuna müsaade eder. Bugün, ‘Nasıl görünmek gerekir, insanı etkileme san'atı, güzel ve çirkin kavramları, güzel kadın, güçlü erkek tipleri nasıl olmalıdır?’ gibi, kişisel gelişim kavramlarıyla Bir olana veremediği duygu, düşünce ve vücudunu milyonların yönetmesine izin vermektedir. Bir’inin memlûku olmayı kabul etmeyenlerin, binlerin kölesi hâline geldiğine şahit olunmaktadır. Kılık kıyafet uygulamaları, moda rüzgârı hep bu milyonları köleleştirme çabası ve faaliyeti değil midir? Hâsılı, Malikü’l-Mülk’ten gaflet, insanı günahların kucağına atmakta ve insanı hızla kişiliksiz yapmaktadır. Sağlam bir inanç sahibi, Yaratıcı bağlantısını dikkate alarak ‘Düşüncelerim, vücudum, duygularım benim meselemdir’ diyebilen insandır. Böyle bir insana da, hiç kimse, hiçbir şey dayatamaz, köleleştirip, kişiliksiz yapamaz. 06.02.2010 E-Posta: [email protected] |