06 Şubat 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Yasemin YAŞAR

Malikiyet iddiâsında bulunan insan


A+ | A-

İnsan kendine mâlik değildir. Mâlik olduğu tek şey cüz’i iradesindeki meyildir. Fakat kendisine mâlik nazarıyla bakar. Bunun sebebi, hakiki malikin sıfatlarını, mahiyetini, hudutlarını bilmektir. Yani vahid-i kıyasî yapmak için imânî bir tezahür olarak önce kendi malikiyetinden yola çıkar, sonra Cenâb-ı Hakk’ın malikiyetini anlar. İkinci bir aşamada ise, ‘kendisinin de kendisine mâlik olmadığı, kendisi dahil bu kâinatta ne varsa hepsi Malikü’l-Mülkündür’ düşüncesine ulaşır.

Kendini tanıyan bir insan bakar ki, kendini idare edecek bir kudret ve kuvvete sahip değil. Sofrasına gelen nimetlerin ne evveliyâtında kudret sahibi, ne cesede girdikten sonraki idaresinde fail ve hâkimdir. İnsanın, eliyle kaşığı ağzına götürmek ve dişler değirmeniyle çiğnemekten başka bir dahli yoktur. Hatta Cenâb-ı Hak müsaade etmezse, onu da yapamayacak kadar acizdir.

İnsanın sorması gerekir: Her gün soframızda pek de kıymetini takdir edemediğimiz ekmeğin menşei ve akibeti nasıldır? Ve bizim payımız ne kadardır?

Her şeyden önce o lokmanın ana kaynağı olan toprağı yaratan, buğdayı yaratan ve toprağı ekime müsait hâle getiren kimdir? Sonra o buğdaya çimlenme, başak verme özelliğini öğreten kimdir? O buğdayın başak verme aşamasında toprağın nemini, havayı, güneşi, bulutu, rüzgârı, ışığı seferber eden kimdir? O buğday tanesinin toprak altındaki durumunu, alacağı mineral ve vitamin miktarını belirleyen kimdir? O toprağı sürmeyi, ekip biçip buğday elde etmeyi, onu un haline getirip ekmek hâline getirme ilmini, kuvvetini veren kimdir? Lokmayı ağzına götürüp çiğnemek, sonra vücuda yarayışlı hâle getirmek için el, kol, diş, mide, bağırsak vs. bütün uzuvları yaratan kimdir? O lokmanın tadını ve dile de o tadı alma fonksiyonunu yükleyen kimdir? Daha buna benzer yüzlerce soruyu, bir lokmanın menşei ve nihayeti ile ilgili sorabiliriz.

İşte şu âlemde, kendini kendine malik zanneden insan, cüz’î iradesi en geniş olan insan, en basit fiillerine bile mâlik olamayan insanın, Malikü’l-Mülk’e karşı kafa tutması ve sahip olduğunu zannettiği nimetlere mâlikiyet iddiâsında bulunması ne kadar gülünçtür.

Nimetlenme konusunda bu kadar fakir olan insan, hadsiz düşmanlarına karşı da bir o kadar zayıf ve âcizdir. Gözle görülmeyen bir mikrop yüzünden dünya ayağa kalkmakta, en son teknolojiler seferber edilmekte ve insan o küçücük mikroptan korkusuyla paranoyak hâle gelmektedir.

Üstelik insan sosyal bir varlıktır. Kâinatın her bir cüz’üyle alâkadardır. Alâkadar olduğu bu kâinatta yolunda gitmeyen hadiseler, ona acı veren haller yaşamakta ama elinden bir şey gelmemektedir. Her şeyin istediği gibi gitmemesi ve Malik-i Hakiki’den gafleti acılarını daha da arttırmaktadır. O halde aklı başında olan insanın beyhude ıztıraba düşmemesi gerekir. Mülk başkasınındır. Üstelik mülkün hakikî sahibi hem kudretli, hem merhametlidir.

Bu yüzden mülkü sahibine teslim etmekten başka çare yoktur. Mülk sahibi de mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Bu düşünceye ulaşmayan insan hem kendini kendine malik zanneder, hem de sahibinin rızası dışına tasarruf etmeye başlar. Bu ise insanı hem maddî, hem manevî hastalandırır. Bu gün günah dediğimiz fiillere bakıldığında bu bilincin kaybolarak, Malik-i Hakiki’den gaflet hâllerinde işlendiği göze çarpar. Ya da “Bu vücut, akıl, kalp… vs. benimdir, istediğimi yaparım” düşüncesiyle her türlü sefahete atılır.

İnsanın, “Mülkün hakikî sahibi Allah’tır” düşüncesine ulaşması için önce Allah’tan başka ilâh olmadığına, O’nun şeriki olmadığına iman etmesi gerekir. Sonra Malikü’l-Mülk inancı gelir. Ve sonrasında da hamd edilen, hayat veren, öldüren ve O’nun bâkî olduğu inancı takip eder. Bediüzzaman, 20. Mektub’da bu silsilenin iman-ı billaha, iman-ı billah içindeki marifetullaha ve onun içindeki muhabbetullaha ve zevk-i ruhaniye götüren bir süreç olduğu mukaddemesiyle başlar. Devamında da, “Bu âvâre nev-i beşer, bu perişan fani dünyada sahibini tanımazsa, malikini bulmazsa ne kadar bîçâre sergerdan (şaşkın) olduğunu herkes anlar.” tesbitinde bulunmuştur.

İnsan hayatında garip bir çelişki ki, hem kendinin, hem âlemin Malikü’l-Mülk’ünü kabullenmek istemez, hem de başkalarının vücudu üzerinde tasarrufuna müsaade eder. Bugün, ‘Nasıl görünmek gerekir, insanı etkileme san'atı, güzel ve çirkin kavramları, güzel kadın, güçlü erkek tipleri nasıl olmalıdır?’ gibi, kişisel gelişim kavramlarıyla Bir olana veremediği duygu, düşünce ve vücudunu milyonların yönetmesine izin vermektedir. Bir’inin memlûku olmayı kabul etmeyenlerin, binlerin kölesi hâline geldiğine şahit olunmaktadır. Kılık kıyafet uygulamaları, moda rüzgârı hep bu milyonları köleleştirme çabası ve faaliyeti değil midir?

Hâsılı, Malikü’l-Mülk’ten gaflet, insanı günahların kucağına atmakta ve insanı hızla kişiliksiz yapmaktadır. Sağlam bir inanç sahibi, Yaratıcı bağlantısını dikkate alarak ‘Düşüncelerim, vücudum, duygularım benim meselemdir’ diyebilen insandır. Böyle bir insana da, hiç kimse, hiçbir şey dayatamaz, köleleştirip, kişiliksiz yapamaz.

06.02.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

İnsanî yaklaşım


A+ | A-

Kanunsuz ve keyfî olarak uygulanan ‘başörtüsü yasağı’ belki de çıkmamak üzere yeniden gündeme gelmiş bulunuyor. Bu yasak da diğer konular gibi gündemden düşecek, ama inşaallah bu düşüş, ‘sona erme’ şeklinde olacak!

Her defasında söylüyoruz, bir defa daha tekrarlayalım: En başta üniversite öğrencilerini mağdur eden başörtüsü yasağı hem kanunsuzdur, hem de insafsız! Şunu da ifade edelim ki, itiraz noktamız sadece yasağın ‘kanunsuz olması’ değildir. Temel insan haklarını ihlâl eden bir yasak, ‘kanunlu da olsa’ itirazı hak ediyor ve itiraz edilir.

Türkiye’nin önünü tıkayan ve ufkunu karartan kanunsuz başörtüsü yasağının yeniden gündeme gelmesi, Başbakan Erdoğan’ın hanımının GATA’ya ‘ziyaretçi olarak’ dahi girememiş olmasının ortaya çıkmasıyla oldu. Tabiî ki ‘başörtülü ziyaretçiye yasak’ kararı sadece Erdoğan’ın hanımına uygulanmadı. Farklı nüanslarda olsa da benzer uygulama başkalarını da mağdur etti ve etmeye devam ediyor.

Pek çok kişinin benzer hatıraları var. Başörtülü olduğu için milletvekilliği bile iptal edilen Merve Kavakçı da bir GATA hatırası anlatmış. 5.5 yıl önce yaşanan hadisede, anneannesinin yanıbaşında ezberinden Kur’ân okuyan (muhtemelen Yâsîn Suresi) Kavakçı’yı GATA’daki görevli doktorlar “Lütfen okumayın, diğer hastalar korkuyor” diye men etmiş. (Vakit, 5 Şubat 2010)

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, Başbakan Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’ın başı örtülü olduğu gerekçesiyle GATA’ya alınmamış olması konusunda, ‘’Keşke olmasaydı. Keşke bu olay yaşanmasaydı. İnsanî boyuttan bakarsak bu olayı bugün savunmamız mümkün değil’’ demiş. (Hürriyet, 5 Şubat 2010)

İşin püf noktası burası: İnsanî boyut. Bu değerlendirmeye itiraz edecek değiliz. Fakat hemen diğer sorular sökün ediyor: Genelkurmay’ın savunamadığı ‘başörtülü ziyaretçi yasağı’nın bir benzeri olan ‘üniversitelerdeki başörtüsü yasağını’ kim nasıl savunabilir? “İnsanî boyut”tan bakıldığında üniversitelerdeki başörtüsü yasağı da savunulamaz.

O halde yapılacak iş bellidir: Bir gün dahi boşa geçirmeden mevcut kanunsuz ve keyfi yasağın sona ermesi gerek.

Şunu merak ediyoruz: Mevcut üniversitelerin her hangi biri başörtüsü ile gelen öğrencileri derse alsa ve eğitim bu şekilde devam etse buna kim ve neye dayanarak itiraz edebilir? Öğrencilerin başörtüsü takmasını engelleyen herhangi bir kanun yok. O halde bu ‘korku’, bu ‘keyfilik’, bu ‘insanlık dışı’ uygulama nasıl devam eder? GATA hadisesinde “insanî boyuttan bakanlar” acaba üniversitedeki başörtüsü yasağına da “insanî boyuttan” bakmayı düşünmezler mi?

Dünya bu hadiselere insanî boyuttan baktığı için başörtüsünü problem olarak görmüyor. Bizdeki yasakçılar ise hadiseye insanî boyuttan bakmayı unutmuş, ideolojik boyuttan bakmayı tercih ediyorlar. Bu şekilde hem kendilerine hem de ülkeye yazık ediyorlar.

Başörtülü öğrencilerin bugün itibarıyla hâlâ üniversite kapılarından döndürülmesi ayıptır, yazıktır, günahtır! Kanunsuz yasağı sürdürenlere “insanî yaklaşım” nasip etmesini Yüce Mevlâ’mızdan niyaz ediyoruz.

06.02.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Gaz, paslaşma ve cayma…


A+ | A-

En son “balyoz harekâtı”yla uç veren vâhim darbe plânlarına karşı kamuoyunda yükselen demokratik taleplerle gündeme getirilen düzenlemelerde kırılma alâmetleri baş gösteriyor.

Genelkurmay Başkanı’nın “Protokole gerek yok, zaten yetki veren yasa var” ifâdesinin adından yürürlükten kaldırılan “Emasya protokolü”nün yerine bizzat Başbakan tarafından Genelkurmay’la mutabakatla bir “yasa”dan sözedilmesi, dikkatleri çekti.

Görünen o ki “protokol” kalktı ama aynı “işlevi” gören “kanun” düzeltilmiyor…

Keza “irtica”ın “iç tehdit”ten çıkarılacağı söylenen yeni “kırmızı kitap” Millî Güvenlik Siyaset Belgesi’nin de “tehdit alanları”nın yeniden MGK Genel Sekreterliği, Genelkurmay ve MİT’ten gelen görüşlerle yazılıp MGK’nın onayıyla hükûmete sunulacak olması, bu “revize”nin de gözboyamadan öteye bir işe yaramayacağı izlenimini veriyor. Tıpkı hükûmetin beş yıl önce sözkonusu iki belgeyi bugünkü haliyle kabul edip yürürlüğe koyması gibi…

Gerçekten Erdoğan’ın son grup toplantısında “devlet kurumlarını gaza getirmeyi, bizi devlet kurumlarıyla çatıştırmayı hedefleyenler var; gaza gelmeyiz, Genelkurmay Başkanı’yla, kuvvet komutanlarıyla olumlu bir şekilde paslaşıyoruz” çıkışı, henüz açığa çıkmamış demokratikleşmeden caymanın işâretleri mi?

Her defasında “cayma”yla sonuçlanan “paslaşmalar” ve irâde zaafıyla son yedi yılda çıkarılan bir düzine “uyum yasası”na rağmen, Ankara’nın taahhüd ettiği AB müktesebatına uyum ve uygulamada kayda değer bir ilerleme kaydedilememesi, bu soruyu sorduruyor.

ÖZGÜRLÜK KISITLAMALARI…

Zira “cayma”nın en bâriz örneği, özgürlüklerin genişletilmesi amacıyla Eylül 2004’da değiştirilen yeni Türk Ceza Kanunu’nda hak ve özgürlüklerde geriye gidilmesi oldu. Meselâ, düşünceyi ifâdeyi yasaklayan eski “lastikli kanun” 163. maddenin yerine konulan 312. madde güya tâdil edildi. Ancak ikame edilen 216’da da “kamu güvenliği açısından açık ve yakın tehlike” tanımıyla inanç ve ifâde “suç” sayılmaya devam edildi.

Aynen sâbık madde gibi bu madde ile de inancı gereği Kur’ân âyetleri ve Peygamberimizin hadisleri ışığında umumî musîbetlerin dinî ve mânevî boyutunu izâhla depreme “İlâhî İkaz” yorumu yargılanıp üç yıla kadar hapis cezâsı öngürülüyor. Peşinden gelen 218. madde ile görüş ve kanaatlerini yazan ve yayan gazeteciler ve düşünürler, ilâveten yarı oranında ceza arttırımıyla cezalandırılıyor.

Yine bu dönemde 219. maddede, din görevlilerinin vazifelerini ifâ sırasında alenen devlet kanunlarını, hükümet idâresini takbih ve tezyifi halinde hapis ve adlî para cezası ile cezalandırmasına hükmolundu.

Buna göre, meselâ bir devlet kurumu Tekel’in ürettiği içkinin dinen haram olduğunu ya da Millî Piyango İdâresi’nin şans ve talih oyunlarını, toto ve lotoyu kumar görüp camide cemaati sakındıran bir imam, hatip veya vâiz, “hükûmetin icraatını ve dairelerden birine ait olan vazife ve salâhiyeti takbih ve tezyif suçu”yla cezalandırılabilecek. Üç aydan iki seneye kadar hapse mahkûm, müebbeden veya muvakkaten vazifeden menedilebilecek.

Yine 122. madde ile “12 Eylül darbesi anayasası”nın zırhı ve teminatı altına alınan “devrim kanunları”ndan fiilen kadük “Şapka iktisaı kanunu”yla “Türk harflerinin kabul ve tatbiki kanunu”nun koyduğu yasaklara veya yükümlülüklere aykırı hareket edenlere iki aydan altı aya kadar hapis cezası getirildi.

Ayrıca 301. maddede, hiçbir demokratik ülkede rastlanmayan “Türklüğü ve devletin kurum ve organlarını aşağılama” gibi mevhum ve oldukça te’vile açık bir ibâre ile yanlış uygulamalarının kınanması “cürüm” sayıldı. Altı aydan üç yıla kadar hapis cezası öngörüldü.

En garibi, yeni Ceza Yasası’nın 263. maddesinde “kanuna aykırı olarak eğitim kurumu açanlar, çalıştıranlara ve öğretmenlerine altı aydan üç yıla kadar hapis cezası verileceği ve ilgili yerlerin kapatılacağı” hükmü ilâve edildi. Evinde, mahalle çocuklarına ve komşularına meccânen dinlerinin temel kitabı Kur’ân’ı öğretenler ya da dinî sohbet yapanlar, bu ceza maddesiyle suçlu sayılabilecek…

POLİTİK POLEMİKLERE SIĞINMA!

Özetle, varılan vartada AKP hükûmetinin özellikle demokrasi, hukukun üstünlüğü, inanç ve ifâde özgürlüğü, din eğitimi ve öğretimine dair el attığı her meseleyi yüzüne gözüne bulaştırıp daha da içinden çıkılmaz hale sokması, son düzenlemelerin de “yetersiz” ve “şeklî” kalacağı endişesini haklı kılıyor.

Kulislerde “askerin yıpratılması karşı yeni yasal tedbirler”den bahsedilmesi, Başbakan’ın son zamanlarda tekrarladığı “gaza getirme!” tepkisinin arkasında “sakın yeni yasaklı TCK gibi olmasın!” endişesiyle “yine mi ric’at var?” istifhamına sebebiyet verdiriyor.

Askıya alınan “demokratik sivil anayasa”nın yerine konulan 10-15 maddelik Anayasa değişikliği “mini demokratikleşme paketi” için “referandum”dan vazgeçileceği söylentileri ortasında, Başbakan’ın “Zor bir şey, herkes aynı kanaatte olmaz” deyip iktidar partisi grubunda bile “fire” tedirginliğini dile getirmesi, bunun bir belirtisi.

İktidar-muhalefet topyekûn siyasetin Meclis’teki yumruklu kavga ve atışma arbedesine abanıp ülkenin gerçek gündeminden, darbelerin ve darbe teşebbüslerin hesâba çekilmesinden, demokratikleşmeye dair ciddî düzenlemelerden kaçınması, politik polemiklere sığınılması, garip sinyalleri veriliyor.

Akıbeti hayrola…

06.02.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Sadece GATA mı?


A+ | A-

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın üç sene önce GATA’da eşiyle ilgili bir olayı gündeme getirmesi yıllardır çözülemeyen başörtüsü sorununu bir kez daha gündeme getirdi.

Erdoğan’ın geçtiğimiz hafta sonu bir televizyon kanalında (TRT-Enine Boyuna) 2007 yılında yaşadığı olayı şöyle anlatmıştı: “Nejat Uygur GATA’da hasta yatıyor. Eşim ziyarete gitmek istiyor. Nejat Uygur’un hanımı (Nejla Uygur) arıyor ve diyor ki, ‘Ne olur biz sizinle dışarıda buluşsak... Siz buraya gelmeseniz... Burada yetkililer sıkıntı doğabilir, gelmemesi isabetli olur diyor.’ Ben bunu o dönem en üst düzeyde gündeme getirdim. ‘Nedir bu hal ya, ne yaptıklarının farkında mısınız?’ dedim…”

Konu Meclis Genel Kurulunda MHP’li milletvekili Osman Durmuş tarafından gündeme getirilmiş ve kavgalara sebep olmuştu.

Burada küçük bir not düşelim: Geçtiğimiz dönemlerde MHP milletvekili olan Nesrin Ünal, başörtüsünü çıkararak Meclis’e girmişti. Ünal, bir televizyon kanalına verdiği beyanatta, kendisinin GATA’ya başörtülü olarak bir milletvekilini ziyarete gittiğini anlattı. GATA’da şöyle bir uygulama yapılıyor. Bizim de şahit olduğumuz uygulamaya göre başörtüsünü eğer iğne ile bağlıyorsan giremiyorsun. İğneyi çıkartıp düğüm atarsan, yani çene altından bağlarsanız ancak öyle girebiliyorsunuz. Eski milletvekili Ünal da başörtüsünü çene altında düğüm yoluyla bağladığı için bu yüzden engel olunmamış olabilir.

Emine Erdoğan’ın GATA’ya hasta ziyaretinin başörtüsü yüzünden engellenmesi konusunda konuşan (Hürriyet, 5.2.2010) Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, “Özel bir durum, keşke yapılmasıydı” demiş. Org. Başbuğ’un bunu söylerken bir genelleme yapmadığı, sadece “başbakan eşi” olduğu için böyle bir yorum yaptığı anlaşılıyor. Zira, “Açıkça söyleyeyim, bu özel bir durum. Altını çizmemiz lâzım. Bu nedenle de, bu özel durumlarda olaylara insani boyuttan bakmak doğru olur diye düşünüyorum. Dolayısıyla bu olay, tabiî bu kapsamda özel de olduğu için gerçekten insanî boyut içeriyor. Keşke o olay yaşanmasaydı. Bu çok özel bir olay genellenecek bir olay değil…” derken bunun sadece “başbakan eşi” olduğu için söylediği ortaya çıkıyor.

Erdoğan bu tartışmalarla ilgili hem genel kurulda hem de başka toplantılarda fikirlerini söylemeye devam ediyor. Üç senedir bu olayı anlatmadıklarını söylüyor. “Biz bu işin üzerine gidemez miydik, giderdik, ama orada biz sadece eşimin gözyaşlarına mahkûm kaldık” diye konuşuyor.

Peşinde de, “Söyleyecek çok daha şeyler var ama ben ülkemde gerilim istemiyorum” diyor ve ekliyor. “Bu konuda yaşadığımız başka şeyler de var. Bunları belki biraz daha zaman kazanacak, ondan sonra belki siyasetten çekildikten sonra kaleme olarak belki gündeme getireceğim. Ama ülkem bunları kaldıramaz…”

Başbakan’ın bu safhadan sonra yaşadıklarını açıklaması gerekmez mi? “Ülke gerilecek” endişesi ile 72 milyonluk bir ülkenin başbakanının bunları açıklamaması doğru olmaz diye düşünüyoruz. Çünkü artık bu yasak çok canlar yakıyor ve yasakçılar bir bir ortaya dökülmeli. Artık kimse gözyaşlarına mahkûm kalmamalı.

Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasından sonra Köşk’te yaşananlar da bunun benzeri. Köşk’te verilen resepsiyonlarda “eşli-eşsiz” formül bulunarak ancak mesele çözülebiliyor! Askerin olduğu programlara Gül’ün eşi katılamıyor. Bu yıl içinde düzenlenen üç törende de bunu gördük.

Org. Başbuğ aynı röportajda “Olayda Sayın Başbakan’ın eşi de üzülmüştür. Belki de en çok üzülen Uygur’un eşidir” de demiş. Ancak GATA’da bu her gün yaşanmaya devam ediyor. Sadece Başbakan’ın eşi üzülmüyor, hasta ziyaretine giden hasta yakınları da üzülüyor.

Yıllardır süren başörtüsü sorununu görmezden gelinip, çözümü yolunda ciddî adımlar atılmıyor. Hâlâ başörtülü öğrenciler okullarına giremiyor, memurelerin başörtüleri ile çalışmalarına izin verilmiyor. Mağduriyetler yıllardır devam ediyor. Bugün de Türkiye’nin birçok ilinde bu kanunsuz yasağın kalkması için eylemler yapılacak. Yüzlerce haftadır bu eylemler sürüyor. Hiçbir yetkili gidip “kardeşim sizin derdiniz nedir, ne istiyorsunuz?” diye sormuyor?

28 Şubat sürecinden sonra katılaşan yasak hâlâ çözülmedi. Gündeme gelen bu konu fırsata dönüştürülüp yasağa dikkat çekilmelidir. “Ülke kaldıramaz” endişesi ile ülkenin yönetiminde bulunanlar çözüme katkı sağlamak için bildiklerini, yaşadıklarını, gördüklerini anlatmalı ve meseleyi çözmelidir. Milletin beklentisi budur.

Artık bu kanunsuz yasak bitmeli, mağduriyetler giderilmeli…

06.02.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Derin tuzaklar


A+ | A-

Başbakanın EMASYA için “Gündemden çıkacak, ortadan kalkacak, İçişleri Bakanlığı ve Genelkurmay bunun için ortak çalışma yapıyor” sözünden beş gün sonra ve Genelkurmay Başkanının “Kanunda yetki var, EMASYA’ya gerek yok” mesajının yayınlandığı gün, protokolün yürürlükten kaldırıldığı açıklandı.

Peki, şimdi ne olacak? EMASYA kalktı, ama dayanağını oluşturan İl İdaresi Kanunu 11/D maddesi hâlâ yürürlükte. Ve EMASYA sonrasında bu maddenin etkinleştirileceği ifade ediliyor.

Oysa bu maddenin Refahyol hükümetince değiştirilen ve hâlâ o şekliyle devam etmekte olan halinde yine gayet sıkıntılı düzenlemeler mevcut.

“Askerî kuvvetin müstakilen görevlendirilmesi durumunda; verilen görev askerî kuvvet tarafından kendi komutanının sorumluluğu altında ve onun emir ve talimatlarına göre TSK İç Hizmet Kanununda belirtilen yetkiler ile kolluk kuvvetlerinin genel güvenliği sağlamada sahip olduğu yetkiler kullanılarak yerine getirilir” gibi.

Yine aynı fıkrada yer alan ve EMASYA protokolünü netice veren cümle de aynen duruyor.

4.9.96’da Resmî Gazete’de yayınlanıp yürürlüğe girdikten sonra iptali için CHP’lilerin yaptığı başvuru AYM tarafından küçük rötuşlarla reddedilen bu fıkra bu haliyle uygulamada kalmaya devam ettiği müddetçe işin içinden çıkılamaz.

Ve EMASYA’yı kaldırıp bu maddeyi etkinleştirmek, sıkıntının artarak devamını netice verir.

Dolayısıyla, 11/D’nin de mutlaka ıslahı şart.

Hafta başında katıldığımız Kanal 24’teki “Günün manşeti” programında, gündemdeki konuları birlikte yorumlamaya çalıştığımız Star yazarı Ergun Babahan, EMASYA’nın kaldırılması bahsiyle ilgili daha farklı bir formülden söz etti.

Konunun, “demokratik açılım” projesi kapsamında gündeme getirilen ilk madde olan Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı çerçevesinde hallinin düşünülüyor olabilebileceğini söyledi.

Bu müsteşarlıkla ilgili ihtirazî kayıt ve endişelerimizi evvelce bu köşede defaatle dile getirmiş; “Yeni birimin, devlet işleyişinde askere evvelce nüfuz edemediği alanlara daha fazla müdahale imkânı vermesinden kaygı duyuluyor” demiştik.

(13.1.10 tarihli “Açılıma tuhaf start” yazımız.)

Bu müsteşarlıkla ilgili çalışmaların devam ettiği süreçte, “askerî unsurlarla Millî Eğitim, Sağlık ve Adalet Bakanlıkları arasındaki kopukluğu giderecek” mekanizmalardan söz edilmesi (Adem Yavuz Arslan, Bugün, 30.10.08), kaygıları güçlendiren işaretlerden biriydi ve bu iddia için de şu soruları yine burada şöyle kayda geçirmiştik:

“Askerî unsurlarla bu bakanlıkların ne ilgisi var ki, ‘aradaki kopukluğu gidermek’ için böyle bir birime ihtiyaç olsun? Ve bunun, terörle mücadelenin koordinasyonu için kurulacağı söylenen bir yapıda gündeme gelmesinin anlamı ne? Bunun, terör bahanesiyle askerî vesayeti daha da koyulaştırmaktan başka bir izahı olabilir mi?”

(5.11.08 tarihli “Terör ve vesayet” yazımız.)

AB sürecinde gündeme getirilen uyum ve demokratikleşme paketlerine bile “demokrasiye suikast”tan başka birşeyle izah edilemeyecek korsan maddelerin sokuşturulabildiği bir ülkede her adımı dikkat ve teyakkuzla izlememiz gerekiyor.

Nitekim Medenî Kanunu AB’ye uydurma adı altında yapılan değişikliklerin içine, vakıfları yeni baskı ve tuzaklara muhatap kılacak maddeler dahil edilmedi mi? Keza TCK da aynı mantıkla yenilenirken, tek parti ve ihtilâl devirlerinde bile görülmeyen birşey yapılıp, devrim kanunlarına aykırı hareketler cezaî yaptırıma bağlanmadı mı?

Yasalara tuzak maddeler sokuşturma konusundaki mahareti tescilli olan derin bürokrasinin benzer marifetleri EMASYA’yı kaldırıp yerine daha sıkıntılı düzenlemeler getirmek suretiyle bir defa daha tekrarlamasına izin verilmemeli.

Üniversitede başörtüsü serbestisi ve askere sivil yargı için yaptığı düzenlemeler AYM’den dönen hükümet, bürokratik şaşırtmacalarla benzer hataları gündemdeki konularda da devam ettirmemeli; aynı tuzaklara tekrar tekrar düşmemeli.

Yoksa hem kendisi, hem de millet kaybeder.

06.02.2010

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Amerika’nın yeni füze deposu: Körfez ülkeleri


A+ | A-

İran’ın nükleer program ısrarına karşı Amerika’nın başlattığı, dört Körfez ülkesine balistik füze savunma sistemi kuracağını açıklaması ve ayrıca körfeze yerleştireceği gemilerine Patriot füzeleri yerleştireceği haberleri, Körfez’deki havayı iyice ısıttı. Amerika Merkez Komutanı General David Petraeus, her ülkeye ikişer tane olmak üzere sekiz Patriot füze bataryasını Körfez bölgesine kurduklarını söylüyor.

Ahmedinecad bu dört ülkeden birisi olan Katar veliaht prensine bu konuda şöyle demiş:

“Batılılar bölgedeki ülkeler arasında dostane ilişkiler istemiyorlar. Onların hayatı ihtilâf ve güvensizlik üzerine kurulu. Düşmanlar kendi siyasal ve ekonomik sorunlarını çözmek için bütün bölgeyi savaş ateşine atmak istiyorlar”.

Bu sözler bir gerçeğin ifadesi elbette. Amerika’nın bölgedeki nüfuzunu kaybetmeme ve hamisi olduğu İsrail’i koruma telâşı, barış ödülü sahibi Obama’yı bölgeyi füzelerle doldurmaya itiyor. Yemen meselesinde de görüldüğü üzere, bölge ülkelerini ayırmanın yeni yöntemini de Şiî-Sünnî ayrılığını körükleme olarak belirledi.

ABD İran’a doğrudan saldırmayı göze alamıyor. Zira nükleer tesisler bir çok yerde ve çok derinlerde. Ayrıca koruma kalkanlarıyla korunuyor. Bu yüzden bir yandan balistik füze savunma sistemleri kurarak, bir yandan da BM Güvenlik Konseyi’nden yeni yaptırım kararı çıkarmaya çalışacak, İran’ı baskı altında tutmaya çalışıyor. Ancak Rusya ve Çin, bu talebe ihtiyatlı yaklaşıyorlar.

Aslında İran’ın nükleer programı ve füzelerinden en çok korkan İsrail. Ortadoğu’yu çok iyi gözlemleyen uzmanlardan olan George Friedman, İsrail’in bütün şehirlerini vurabilecek 2000 km menzilli Şahap füzelerinden, bu ülkenin çok korktuğunu o yüzden Amerika’ya baskı yaptığını belirtiyor. Yazara göre “İsrail İran’ın nükleer programının yok edilmesini istiyor, ama bunu yapan kendisi olmak istemiyor”. Ancak Bush yönetiminin aksine Obama İran’ın nükleer programını saldırı yoluyla yok edebileceğine inanmıyor. Bu yüzden de en etkin silâhın savunma sistemi oluşturmak olduğunu düşünüyor. Böylelikle körfez ülkelerinin kendisine bağımlılığını da arttırmayı planlıyor.

Körfez ülkelerinin içinde bulunduğu durumun üzücülüğünü fark ediyor musunuz? Bölgeden binlerce kilometre uzaklıkta bir süpergüç yalnızca o bölgedeki varlığını sürdürmek için, Körfez’i silâh deposuna çeviriyor; Müslüman ülkeleri birbirine düşürmeye çalışıyor; ama bu ülkelerin karşı koyma iradesi yok. Bu füzelerin kontrolünün yerleştirildiği ülkelerde olmayacağı; ama sahte bir alarm durumunda bu füzelerin ateşlenmesi halinde, İran’ın verdiği karşılığın hedefinin bu ülkeler olacağını biliyoruz.

İran’ın barışçıl amaçlı nükleer program peşinde olduğu konusunda bizim de kuşkularımız var. Nükleer silâhlanmadan komşusu olarak ülkemizin de zarar görmesi ihtimali her zaman var. Bu yüzden İran’ı bu programı silâh üretme amacıyla kullanmaktan caydırmak herkesin yararına. Öbür yandan Amerika’nın İsrail’i korumak ve bölgedeki hegemonyasını güçlendirmek için, bölgeyi cephaneliğe çevirmesi asla kabul edilebilecek bir durum değil.

Umarız bölge ülkeleri bu işin kendi hayırlarına olmadığını anlar ve tarihlerinde ilk kez süper güce karşı tavır koyarlar. İran da son açıklamasının ardında durur ve uranyum karşılığı nükleer yakıt anlaşmasını kabul eder. Aksi halde bütün bölge her an tutuşmaya hazır cephanelik olmayı sürdürecektir.

06.02.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl