Nejat EREN |
|
Masaldan hakikat dersi çıkarmak |
En büyük faziletlerden birisi de küçüklerden ders almaktır her halde. Son iki haftada, tatilden istifade ile torunlarımı ziyaret için Karadeniz Bölgesindeki şirin ilimiz Zonguldak’a uğradım. İlkokula bu yıl başlayan torunum Muhammed Furkan’la “okuma geliştirme” faaliyetlerini küçük Ayşe Sude’min refakatinde üçlü bir grupla yapıyoruz. Birlikte hissiyâtımızı paylaşmaya çalışıyoruz. Kitap okumalarımıza ek olarak, Furkan’ımın kendi isteğiyle ve rızasıyla namazları birlikte kılarak olayı taçlandırıyoruz. Masum bir çocuğun içten gelen bir coşku ile namaz kılma psikolojisi çok önemli. Ebeveynler bu konuda çocuklara kesinlikle zorlama yapmamalıdırlar. Aksi takdirde bu tür zorlamalar çocukların şuur altına menfî olarak işler ve ilerleyen yaşlarda tam aksi tesir yaparak, olumsuz davranışlara ve tepkilere dönüşür. Yedi yaşındaki masum bir çocuğun kendi isteğiyle ve iştahla benimle birlikte abdest alıp, birlikte namaz kılması ve tesbihat yapması, gerçekten dünyadaki en büyük zevklerden birisi. Bu güzel tatbikat beni elli beş sene öncelere götürüyor. Annemi küçük yaşta kaybetmiş ve onu hiç görememiş, masum ve öksüz bir çocuk olarak Toros Dağlarının zirvelerine yakın olan ilçemizde babaannemin kucağında ve onun yanında, seccadesinin köşesinde onunla yaptığım rükûlar, secdeler ve onu taklit ederek kıldığım namazlar ve birlikte yaptığımız duâlar… Bütün bunlar bir anda gözlerimde canlandı. Altmış sene önce atılan bu kudsî çekirdek ve tohumdur ki, kaderin sevki ve Rabbimin inayetiyle beni böyle muhteşem bir dâvâ, harika bir külliyat, mümtaz bir Üstad ve cihan değer bir camiayla buluşturdu. Bu benim için daima takdir edip, şükrettiğim hayatımdaki en tatlı ve harika bir duygu! Bu hâlet-i ruhiyeyi yaşatan Allah’a ne kadar şükretsem azdır. Furkan’ımın; “Küçük Beylere Masal Keyfi” adlı bir masal kitabı var. Yazarı bizim Mutfaktan yetişmiş değerli bir arkadaşımız Demirhan Kadıoğlu. Her gün bu kitaptan birkaç masalı birlikte okuyoruz. Dünkü konumuz “Büyük Toplantı” başlığını taşıyordu. Masalda, Mustafa’nın bütün organlarının yaptığı toplantıdan bahsediliyor. Birlikte takip edelim: “Mustafa’nın bütün organları toplantı yapmaya karar vermişler. Göz, ağız, burun, kulak birinci bölgeyi; sağ, sol ve gövde ikinci bölgeyi; bacak ve ayaklar ise üçüncü bölgeyi temsil edecek şekilde isimlendirilmiş. Birinci bölgenin uzuvlarından ‘ağız’ söze başlayarak: ‘Birlikte yaşamamız için bizim bölgenin uzuvları daha değerlidir. Biz olmasak diğerlerinizin önemi yoktur’ demiş. İkinci bölgenin temsilcisi vücut da: ‘Asıl bizim önemimiz daha büyük. Çünkü kalp, mide ve hayatî organlar burada’ demiş. “Bu arada üçüncü bölgede olan uzuvlardan olan bacak ve ayaklardan itiraz gecikmemiş: ‘Biz olmasak siz bir yere gidemez ve hareket edemezdiniz’ demişler. “Nihayet derinlerden bir ses onların hepsini susturmuş: ‘Uzuvlar! Hepinizin ayrı ayrı vazifesi var. Biriniz olmasa, diğerinizin hiçbir anlamı yok. Her biriniz bir makinanın dişleri gibi birbirinizi tamamlıyorsunuz. Biriniz olmasa diğerinizin vazifesi yarım kalır. Sizin için olmazsa olmaz şart ‘ruh’ tur. “İşte bundan sonra organlar birbirlerine bakmışlar ve bu doğru karşısında lüzumsuz münakaşa, tartışma ve rekabete son vermişler. Kendi vazifelerinin başına dönmüşler.” Hikâye böyle bitiyor. Çocuğa eğlendirme masalı okurken bir cemaat ferdi olarak mutlaka tatbik edilmesi gereken “birlik, beraberlik, tesanüd, istikamet ve makuliyet dersi”ne hayalim gitti. Hikâyede geçen konuşmalar, beni, içinde bulunduğum “büyük dâvânın” müntesipleri arasındaki uhuvvet ve samimiyet; irtibat ve âlâka; sadakat, sıdk ve muhabbet münasebetlerine götürdü. Bin yıldan fazla İslâm’a beşiklik yapan bu Anadolu ve âlem-i İslâm’daki Müslümanlar arasındaki münasebetleri dimağımda analiz etmeye çalıştım. Bu topraklarda bir asra yaklaşan bir zaman diliminde bütün insanlığa örnek olmuş bir Kur’ânî duruşun serencamı ve bu günkü durumu hayalimde geçit yaptı. Peygamber varisliğinin sembollüğünü en üst seviyede temsil eden bir mukaddes dâvânın mensuplarındaki ortak sorumluluğu düşündüm. Şahs-ı mânevînin bireyleri arasındaki uhuvvet, samimiyet, ihlâs, gayret, fedakârlık, himmet, hoşgörü, bağışlamak ve âlicenaplığın geçmişteki ve hâlihazırdaki takdire değer hallerini hatırlamaya çalıştım. İslâm coğrafyasında ve camia içerisinde kaderin fetvasıyla; zaman, zemin, farklı mizaçlara, olaylara bağlı olarak meydana gelen ve gelebilecek istenmeyen hadiseleri düşündüm. Bunlardan uzak kalmanın, başa gelince de çare olabilmenin yollarını aradım. Tek çarenin yukarıda bazılarını sayabildiğim ulvî prensiplerin bire bir nefislerde tatbikatına bağlı olduğuna kanaat getirdim. Şahsî, ailevî, toplum, millet ve insanlık hayatının buna bağlı olduğu tesbitini bütün kalbimle bir defa daha tasdik ettim. İslâm dâvâsının geleceğinin, şahs-ı manevinin sarsılmazlığının, milletin birlik-beraberliğinin, insanlığın daha kötüye gitmemesinin buna bağlı olduğuna inandım. Elbette ki küçüklerin büyüklerden alacağı çok dersler olduğu gibi, büyüklerin de küçüklerden alacağı çok dersler vardır. Aynen onun gibi; büyük dâvâlarda da küçük sanılan konular zaman zaman arızalara sebep olabiliyor. Bunlardan gerekli dersleri çıkarıp, kalp ve gönül yapmaya önem vermek gerekiyor. Aksi takdirde fabrikanın “çarkları” üretime değil, tüketim, hasar ve tahribata çalışıyor. Bizler, nefis taşıdığımız, melek olmadığımız; insan olduğumuza göre, fıtratımızda olan ve “imtihan sırrı” gereği, insafsız ve gaddar nefsin her an kuracağı tuzak ve oyunlara yenik düşme tehlikesiyle karşı karşıyayız. Bunun sebeplerini iyi tahlil edip; azgın ve gaddar nefsin ve onun yardımcıları olan asabiyet, kör hissiyat, heves… vb. hislerin tesirinde kalarak olumsuz hareketlerinden kaynaklanan fiilleri doğrudan doğruya o fiili yapan mü’min kardeşlerimizin zatına değil de bu hislere verirsek daha insafla yaklaşmış oluruz. Böylece hem isabet etmiş olur, hem de İslâmî hayatın sağlıklı devamına katkıda bulunmuş oluruz. Bütün bunların yanında en büyük siperimiz ve dayanağımızın ise, hiç ön şartsız, mü’minin mü’mine karşı gaybî ve vicâhî duâ etmesidir. Cenâb-ı Hakkın inayet ve hıfzıyetine sığınmaktır. Ruh, kalp ve ulvî hislerimizi devamlı besleyerek, vücut sarayında maneviyâtı kuvvetlendirip, nefs-i emmarenin kötülüğe meyletmesine fırsat vermemektir. Cüz’î irademizi müsbete kullanarak, içinde bulunduğumuz camianın fertlerine karşı sorumluluğumuz;-–her ne olursa olsun—samimiyet, uhuvvet, sadakat, afüvkârâne muâmele, nezaket, sabır göstermek ve birbirine katlanmaktır. Cenâb-ı Hak bu tür imtihanlardan hepimizi yüz akıyla çıkarsın. Bütün Müslümanlar arasındaki uhuvvet ve samimiyeti arttırsın İnşallah. (Âmin). 05.02.2010 E-Posta: [email protected] |