Faruk ÇAKIR |
|
Gözyaşlarına mahkûm olamayız |
Kanamaya devam eden bir yaramız var: Başörtüsü yasağı. Bu öyle bir yasak ki, 7’sinden 70’ine, genç kızlardan yaşlı ninelere, annelerden teyzelere, öğrencilerden memurlara herkesi etkiliyor, yaralıyor, küstürüyor. Demokratik açılım, EMASYA, anayasa değişikliği gibi ‘önemli’ konuların tartışıldığı esnada bu konunun yeniden gündeme gelmesi, TBMM’de yaşanan bir ‘kavga’ sonrası gerçekleşti. Hatırlanacağı üzere MHP’li bir vekil güya AKP’yi tenkit edeyim derken başörtüsü yasağını savunanların tarafına geçmişti. Bir dönem kamuoyunu meşgul eden, fakat tarafların ‘suskunluğu’ tercih ettiği önemli bir skandal yaşanmıştı. Ünlü komedyen Nejat Uygur hastalanıp tedavi için GATA’ya (Gülhane Askerî Tıp Akademisi) kaldırılmıştı. Uygur’u hasta yatağında ziyaret etmek isteyen Başbakanın eşi Emine Erdoğan, “Başörtülüsün, bu kıyafetle GATA’ya gelme” anlamında sözlere muhatap olmuş ve neticede bayan Erdoğan hasta ziyaretçisi olarak GATA’ya gidememişti. Bu hadisenin yaşandığı günlerde konu tartışıldı, ama taraflar tatmin edici bir açıklama yapmamıştı. Aradan epey zaman geçtikten sonra hadisenin şahidi olan Nejat Uygur’un eşi konuştu ve bayan Erdoğan’ın başörtülü olarak GATA’ya gelmemesi konusunda kendisinin ikaz edildiğini, bunu da bayan Erdoğan’a söylediğini itiraf etti. İşte MHP’li vekilin alaycı bir üslûpla konuyu meclis kürsüsünde dile getirmesi üzerine tartışma yeniden alevlendi. Şimdiye kadar bu konu hakkında konuşmayan Başbakan Erdoğan, “Bu işin üzerine gidebilirdik, ama eşimin gözyaşlarına mahkûm kaldık. Söyleyecek çok şey var. Ama ülkemde gerilim istemiyorum” demiş. (Sabah, 4 Şubat 2010) Doğrudur, söyleyecek çok söz var. Ama bu sözlerin bir kısmı da bu yasağı kaldırması gerekenler hakkında olmalıdır. Tabiî ki bayan Erdoğan’a yapılan hakareti haklı görmek, kabullenmek ve sineye çekmek mümkün değil. Bu ve benzeri bütün yasakçı uygulamaları kökten reddederiz. Fakat aynı zamanda bu yasağı sona erdirmek için “tek başına iş başına” gelenlerin de sorumluluğu olduğunu hatırlatırız. Bu konulardaki sıkıntıları sona erdirmek için milletten yetki alanların çaresizliğini de kabul edemeyiz. Elbette “söylenecek çok şey var” ama aynı zamanda bunları söyleyecek olanların sayısı da fazladır. Başörtüsü yasağının mağduru olmuş binlerce, belki de onbinlerce öğrenci var. Aynı zamanda bu öğrencilerin aileleri de var. Hâliyle kanunsuz başörtüsü yasağıyla muhatap olanların kendilerine göre bir hikâyesi, anlatacak dertleri var. Bütün bu dertlerin çaresi de ve çözümü de—sebepler tahtında—Türkiye’yi idare edenlere bağlıdır. Bu bakımdan, çözüm mevkiinde olanların, çaresizlik içinde olduklarını ifade etmelerine itiraz edilmelidir. Dikkat edilirse “Aman gerilim olmasın” diyerek başörtüsü yasağını ve neticelerini kamuoyunun gündeminden uzak tutmak isteyenler, aksiyle tokat yiyor. Onlar bu konuları örtmek istedikçe, belki de kaderin cilvesiyle bu konu gündeme taşınıyor. O halde en az EMASYA protokolunün kaldırılması kadar öncelikli olarak bu konunun da halledilmesi gerektiği ortaya çıkıyor. Bakınız, EMASYA protokolünün berheva olduğu ilân edildi. Ne oldu? Kıyamet mi koptu? Aynı şekilde başörtüsü yasağı da “yağdan kıl çeker gibi” sona erebilir. Tek şartı var: Kararlılık, kararlılık, kararlılık! Unutmayalım: EMASYA bir şekilde kanuna dayanıyordu, başörtüsü yasağı kanuna bile dayanmıyor. O halde yarından tezi yok, keyfî olarak uygulanan bu yasak yok olsun gitsin! Sahi, başörtüsü ile üniversiteye giden öğrencileri okula alan yöneticilere kim, hangi kanuna dayanarak “Bu öğrencileri alma!” diyecek? Ne Türkiye’yi idare edenler ne de sessiz milyonlar, gözyaşlarına mahkûm değildir vesselâm... 05.02.2010 E-Posta: [email protected] |