Mikail YAPRAK |
|
Avusturya gündeminden |
Mektubumuz Avusturya’dan olduğuna göre, arada bir burada olup bitenlere şöyle bir bakmamıza nazar-ı müsamaha ile bakılır zannederim. Gerçi bu girizgâhı, bir önceki siyasî yazıdan da önce bir "geçiş yazısı“ olarak arz etseymişim, diyorum. Ama zaten her yazı herkese açıktır da, herkes her yazıya gözünü, gönlünü açmayabilir. Böyle şeylere ilgi duymayan, "Biz nere Avusturya nere, biz kim Avrupa kim“ deyip göz ucuyla geçiştirecek olan sevgili okurlarımızı da saygıyla, sevgiyle selâmlarım. Hele hele "Türkiye siyasetinden bıkkınlığımız yetmiyormuş gibi, bir de Avrupa siyasetine mi bakacağız?“ diyerek yüz çevirecek olanlara da hassaten hak veririm. Böylesi yazılar da ilgililer ve ilgi duyanlar için olsun... Kaldı ki, git gide artık burası orası kalmayacak artık. "Yok aslında birbirimizden farkımız, ama biz Osmanlıyız“ reklâmında olduğu gibi, Avrupalılar da bize dönüp, "Yok aslında birbirimizden farkımız, ama biz Avrupalıyız“ deseler yeridir. Bunu, Türkiye AB adayıdır diye söylemiyorum. Coğrafî yönden Avusturya ne kadar Avrupa’nın ortasındaysa; hukuken, siyaseten, insaniyeten ve medeniyeten Türkiye de Avrupa’nın o kadar merkezindedir. Koskoca yüzyılımız, Avrupalı olma sevdasının hamleleriyle, merhaleleriyle doludur. Gün olmuş, Avrupa’ya yöneliş gözlerimizi o kadar bürümüş ki, yönümüzü de şaşırmışız. Tarihimizi, mazimizi ve kimliğimizi bile unutur hale gelmişiz. Bedeli bu kadar pahalı olan Avrupa sevdasının karşılığı da buna lâyık olmalı. Ve gidişat da bunu gösteriyor. Adımlar buna uygun atılıyor. Yani kader planı bu yönde işliyor. Resmî ideoloji ve sinsi planlar aksi yönde işletilse bile. İşte Türkiye kökenli Avusturya vatandaşı olarak bu satırları yazıyor olmamız da bunu gösteriyor. *** Ve işte Avusturya gündeminden.. 25 Nisan Pazar günü (sessiz sedasız) yapılan cumhurbaşkanlığı halk oylaması geride kalırken, yeni tartışmaları da ülke gündemine getirdi. Seçim öncesi ve seçim ânı ne kadar sessiz geçtiyse de, seçim sonrasının tablosu uzun süre tartışılacağa benziyor. Halkın yüzde 79’unun yeniden onayını alan SPÖ’lü sosyal demokrat Cumhurbaşkanı Heinz Fischer’in sevinçten içi içine sığmıyor, başparmaklarını dik tutup iki yumruğunu sıkarak, "yyah, işte bu“ diyorsa da, her taraftan hücum ile neş’esi kursağında bırakılmak isteniyor. Bilhassa ikinci büyük parti ÖVP, aday göstermemekle, mevcut cumhurbaşkanını desteklemiş olduğunu, SPÖ’nün bu başarıyı seçim malzemesi olarak kullanmaması gerektiğini ifade ediyor. Cumhurbaşkanı da gürültüye pabuç bırakmadan, herkesten önce davranıp "reform“ diyor, bilhassa cumhurbaşkanlığı seçim sisteminde değişikliği o da istiyor. "Artık cumhurbaşkanları ikinci defa seçilmesin, bir defa sekiz yıllığına seçilsin“ görüşünü o da benimsiyor. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin, parlamento seçimleriyle beraber bir çırpıda bitirilmesini tavsiye edenler de var. Bu tartışma öyle iktidar-muhalefet arasındaki kısır bir kavga gibi gözükmüyor. Sosyologlar ve siyaset uzmanları da düzeyli ve muhakemeli bir üslûp ile tartışmaya katılıyorlar. Fischer de, reformların 2013 yılına kadar tamamlanacağını söylüyor. Anlaşılan, reform tartışmaları Avusturya’yı bir süre meşgul edecek.. Bilhassa, seçime katılımın azlığı, ülke için kafa yoranları iyice düşündürdü. İki seçmenden birinin sandığa gitmemesi, seçime ilgi duymaması, Avusturya basınında "halkın grevi“ olarak yorumlanıyor. Seçim günü, ülkede seçim olduğunu bilmeyenler bile varmış. Bizzat sandığa giderken, tanıdık bir seçmene oy kullanmayı hatırlattığımda, "Bugün seçim mi varmış, iyi ki hatırlattın“ demesine de şahit olduk. Ayrıca aday göstermeyen bazı muhaliflerin, taraftarlarına sandığa gitmemelerini ya da geçersiz oy kullanmalarını telkin etmeleri iddiası da ciddî bir krizin emaresi olarak yorumlanıyor. *** Rusya Devlet Başkanı Putin’in Viyana ziyareti de gündemlik konulardandı. Nabucco boru hattına rakip olması için South Stream (Güney Akımı) adlı boru hattının bir kısmının yapımı için Avusturya ile anlaşma imzalandı. Böylece Avusturya her iki boru hattına da ortak olmuş oldu. Hazar Denizi üzerinden Türkiye’ye, buradan da Rusya’ya uğramadan Avrupa’ya ulaşacak ve 2014’ten itibaren gaz naklini başlatacak olan Nabucco projesi tabiî ki Rusya’nın işine gelmiyor. Putin, Güney Akımı üzerinden gaz alınması için ikna çalışmaları yapıyor. *** Ve nüktemiz: “Avrupa’nın, Putin’in gazını alması lâzım.” 29.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Şarkılar Sen’i söyler... |
Yıllar önce, neyzen ve ses san'atçısı dostum Ender Doğan’ı bir sohbetimize dâvet etmiştim. Haznedar’daki öğrenci evinde sohbetin ardından, bir yandan çaylarımızı yudumlarken bir yandan da kardeşlerin talebi üzerine udumuzla bazı eserleri çalıp seslendiriyorduk. Bir ara Fehmi Tokay merhumun Beyâti makamındaki;
“Benzemez kimse sana, tavrına hayran olayım Bakışından süzülen işvene kurban olayım Lûtfuna ermek için söyle perişan olayım Hüsnüne ermek için söyle perişan olayım” şarkısını söyledik.
Ender Doğan, şarkı bittikten sonra araya girip dedi ki; “Geçenlerde biz de bir dost ortamında eser icra ederken bu şarkıyı da söylemiştik. O an toplantıda bulunan bir karı koca çift, ağlamaklı olmuştu. Ne oldu diye sorduğumda, “Ender, biz bu şarkıyı ne zaman duysak veya söylesek hep Peygamber Efendimiz aklımıza gelir, hüzünlenir ağlarız” demişti. Ender Doğan dostumuzun anlattığı bu küçük hatıra, bu şarkıyı her dinlediğimizde artık bize de o gün bugündür aynı mânâları çağrıştırır olmuştu artık. Evet, zâhiren sanki bir sevgiliye yazılmış, bestelenmiş gibi görünse de ve gerçekte de öyle bile olsa, o şarkılar bazı gönüllere Peygamber sevgisini muhabbetini anlatıyor olabilir. Doğrusu ben de Dede Efendi’nin Rast makamındaki bir şarkısını çok severim. Şarkının sözleri şöyle:
“Yüzündür cihânı münevver eden Fedadır yoluna bu cân-ı ten Senin çün yandığım nedendir neden Senden midir benden midir Dilden midir bilmem neden?”
Dede Efendi gibi bir ehl-i tarik ve bestekârlığın zirvesinde dolaşan bir gönül ehli her halde Peygamber aşkı ile dolup bu besteyi yazsa ve yapsa gerek. Bir başka zirve isim, Hacı Arif Bey. Onun bir nihavend şarkısı var ki eminim sizler de severek dinliyorsunuzdur: Hani;
“Vücûd ikliminin Sultânı sensin Efendim derdimin dermânı sensin Bu cîsm-i nâtûvânın cânı sensin Efendim derdimin dermânı sensin” şarkısı.
Vücuddan kasıt burada varlık olsa gerektir. “Ey varlıklar âleminin Sultanı olan Efendim, derdimin dermanı sensin. Bu güçsüz, kuvvetsiz, aciz cismimin cânı da sensin” derken bu Sultan ve Efendi, Sultan-ı Kâinat Hazreti Muhammed (asm) Efendimizden başka kim olabilir ki? Sadece ilâhilerimizde Peygamber aşkı ve muhabbeti yoktur elbette. İşte şarkı bestekârları da yaptığı bestelerinde bu duyguyu, sevgiyi, aşkı yaşamaya ve yaşatmaya çalışmışlardır. Yeter ki şarkı sözlerini biraz farklı duygularla dinlemeye gayret edelim. Yine bir şarkısında bestekârının dediği gibi: “Şarkılar seni söyler, dillerde nağme adın.”
Mevlid’den
Allâh adın her kim ol evvel anâ Her işi âsan eder Allâh anâ
Âmine Hâtun Muhammed ânesi Ol sadeften doğdu ol dür dânesi
Ol Rebiûl evvel âyın nîcesi On ikinci gîce isneyn gîcesi
Fahri âlem erdi çün kırk yaşına Kondu pes tâc ı risalet başına İndi Kur’ân âyet âyet beyyinat Zahir oldu nice dürlü mu'cizat
Her kaçan yatsaydı ol Fahri Cihan Bir hasır üzre yatardı ol heman Bir gün onun sünnetin terk idevüz Yarın anda varıcağaz n’idevüz
Altmış üç yaşına irdi çün Habib Ol şerif ü ol Hasib ü ol Nesib Vakt erişdi dünyadan kıla sefer Ol güneş yüzlü vü ol alnı kamer
Ümmetinden razı olsun ol mu’in Rahmetü’llahi aleyhim ecma’in.
Nurdan Damlalar
“Demek, herbir nevî mevcudâtın, hattâ yıldızların bir serzakiri ve nurefşân bir bülbülü var. Fakat, bütün bülbüllerin en efdali, en eşrefi ve en münevveri ve en bâhiri ve en azîmi ve en kerîmi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eâmm ve mahiyetçe en ekmel ve sûretçe en ecmel, kâinat bostanında arz ve semâvâtın bütün mevcudâtını lâtîf secaâtıyla, leziz nağamâtıyla, ulvî tesbihâtıyla vecde ve cezbeye getiren, nev-î beşerin andelîb-i zîşânı ve benîâdem’in bülbül-ü zü’l-Kur’ân’ı, Muhammed-i Arabîdir.” Sözler, s. 320. 29.04.2010 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Ali Rıza AYDIN |
|
Hakkın Habibi, Gönüllerin Tabibi! |
Onu, Efendimizi (asm) tarif edebilmek elbet harcımız değil de... Buna cesaret bile, haddi aşmak gibi şey! Kusur âlûd tasavvurdan Cenâb-ı Hakk’ın mağfiretine sığınırım. O (asm), dâvâsına inanmış, kat’iyen usanmamış. İnsanları, durmadan, bir İlâh’a çağırmış. Bedeninden uzaklaşan her nefes, “Allah bir!” demiş; sesinin en üst perdesi, vücudunun zerresi hep bu sözle inlemiş: “Allah bir!” Hayatı müddetince rahat döşek görmemiş. Ümmeti için gülmüş, ümmetine üzülmüş. “Dünyaya geldiği dakikada ‘Ümmetî, ümmetî’ dediği gibi, mahşerde herkes ‘Nefsî, nefsî’ dediği zaman, yine ‘Ümmetî, ümmetî’ diyerek en kudsî ve en yüksek bir fedakârlıkla, yine şefkatiyle ümmetinin imdadına koşan bir zat”1 Hz. Peygamberimiz (asm). Öyle ki, gönlündeki şefkati bir yangına dönüşmüş; Kab-ı Kavseyn’de bile, yine “ümmet” düşünmüş. Nebîler Nebîsi (asm), dünya denen şu handa omuzlamış yükünü: “Ümmetim” demiş, taksim etmiş gönlünü. Zifiri karanlık bir çağ: İnsanlık sukût etmiş; kız çocukları diri diri toprağa gömülüyor; haksızlık diz boyu; ahlâk denilen değer, lâşe gibi kokuşmuş! İşte böyle bir devirde emaneti yüklenmiş; risâleti üstlenmiş. Aç kalmış, fakat açları doyurmuş; haksızlığa uğramış, fakat haklıları kayırmış; üzülmüş, fakat üzüleni güldürmüş; incinmiş, fakat hiç kimseyi, evet hiç kimseyi incitmemiş. Gittiği mukaddes yoldan hiç inhiraf etmemiş; hiç kimse döndürememiş. En pahalı tekliflere ehemmiyet vermemiş. Çatlamış çorak toprak yeşillenmiş, hayat bulmuş; paslı ruhlar, inançsız bedenler İslâm’la arınmış, İslâm’a fedâ olmuş, hatta fedaî olmuş; onun (asm) nuruyla, onun (asm) ruhuyla, onun (asm) şefkatiyle… Kur’ân-ı Kerim’de: “Size kendinizden öyle bir peygamber gönderilmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir”2 buyrulmakta ve bu âyetle Peygaber Efendimizin (asm) karakter yapısı tarif edilmektedir. Onun ümmeti olarak bize sadakat düşer? Allah’a “kul” olmanın yanında, Resûl’üne (asm) ümmetiz. Rabbimiz’in ihsanı, Müslüman bir milletiz. Onun (asm) yolunda, onun (asm) izinde gitmek şerefiyle, şeref-yâbız hepimiz. Bizi, Kendine kul, Habibine ümmet eylediği için, Allah’a (cc) kâinattaki bütün zerrât adedince hamd ve senâlar olsun. Onun (asm) yolundan gitmek; fiilî ve kavlî sünnetlerine uymak ve bunları hayat tarzı yapmakla olur. Çünkü: Risâle-i Nur’da “Sünnet-i seniyeye ittibâı kendine âdet eden, âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevaptar yapabilir”3 deniyor. Yani, Peygamber Efendimiz’in (asm) yaptığını, yapış biçimini düşünerek, tasavvur ederek atılan her adım, uygulanan her fiil ibadete dönüyor. Dahası, İslâm ve İslâm’ın getirdiği her ulvî değer, ezcümle insan olma payesi, Onunla kazanılıyor. Güllerin gülü, gönüllerin bülbülü Hz. Peygamberimiz (asm) hakkında çok şeyler yazılabilir, çok şeyler çizilebilir; fakat hiçbiri “salâvat”a ulaşmaz. Ona salâvat getirmeyi dillere yerleştirmeli. Dertte, tasada, sıkıntıda, mutlulukta; onun (asm) adı anılınca; onun (asm) adı yazılınca; onun (asm) adı okununca salâvatı demeli gönülden, göndermeli… Ayrıca, salâvat, sırtındaki hamûleye ümmet desteği demek.4 Bunun içindir ki, Cenâb-ı Hak: “Peygambere Allah rahmet eder, melekler de duâ eder. Ey iman edenler, siz de ona teslimiyetle salât ve selâm getiriniz”5 buyuruyor. Melâikeler ona, her salâvatı ulaştırır. Mekân mesafe, uzak yakın fark etmez. Hatta melekler, “Filân kişi size şöyle şöyle diyor”6 diyerek, isimlerden bahseder. Ne saâdet, ne kazanç! İsim ile gidivermek, huzurda “söz” edilmek, bir büyük rüçhaniyet, ulaşılan bir safâ’. Fakat bunların hepsi, edep dairesinde olmalı, edebi elden bırakmamalı; onu anarken, ondan bahsederken, onun makamını yani, kabr-i şerifini ziyâret ederken; velhâsıl, hayatın her ânında… Saâdet Asrında sahabe, onunla (asm) konuşurken sesini alçaltır, yanından ayrılırken ise, geri geri huzuru terk edermiş. Bugün de, ziyâretinden geri geri çıkılır. Ona olan hürmetin, ona karşı edebin bir gereği olarak. Her konuda olduğu gibi, edep konusunda da bize rehber olan Hz. Peygamberimiz (asm): “Rabbim bana edebi güzel bir sûrette ihsan etmiş, edeplendirmiş”7 diyor. İllâ ki edep! Madem söz edebe geldi, iki örnek verelim: 17. asrın divan şairlerinden Urfalı Nâbi, hacca gitmek üzere, bir kısım devlet erkânıyla birlikte uzun yollar aşarlar. Kafile, Medine-i Münevvere’ye yaklaşır. Vakit ise, henüz gece. Resûlullah Efendimize (asm) bir an önce kavuşmak özlemiyle, Nâbi’nin gözüne uyku girmez bir türlü. Fakat kafilede bulunan bir devlet adamı, hem de ayaklarını kıbleye doğru uzatmış, horul horul uyuyor. Peygamberimizin (asm) beldesinde, bu mukaddes toprakta edebe aykırı böyle bir gaflet hâlini bir türlü hazmedemeyen ve çok üzülen Nâbi, içinden kaynayan bir ilhamla; “Sakın terk-i edepten, kûy-i Mahbûb-i Hüdâdır bu / Nazargâh-ı ilâhîdir, Makâm-ı Mustafâ’dır bu” diye başlayan meşhur na’tını kaleme alır; o an, orada. Yani, yanındaki gafil kişiye: Edebi terk etme sakın! Zira burası, Allah-ü Teâlâ’nın sevgilisi olan Peygamber Efendimizin (asm) bulunduğu yerdir. Bu makam, Hak Teâlâ’nın nazar ettiği, Resûl-i Ekrem’in (asm) makamıdır mânâsında, ikazda bulunur. Kafile, fecir vakti Medine-i Münevvere’ye girdiği esnada, Ravza-i Mutahhara’nın minarelerinden okunan sabah ezanı, semâvâta yükselir. Müezzin, ezanın ardından, Türkçe bir kaside okumaya başlar. Nâbi, dikkatle dinleyince, okunan kasidenin kendisinin yolda yazdığı na’t olduğunu anlar. Hemen minarenin kapısına koşar. Müezzine: “Allah aşkına, okuduğun kasideyi nereden öğrendin” der. Müezzin şöyle cevap verir: “Bu gece rüyamda Efendimizi (asm) gördüm. Bana dedi ki: ‘Ümmetimden Nâbi adında bir şair, benim hakkımda şu kasideyi yazdı. Hoşuma gittiği için bunu bana okumanı arzu ediyorum’ dedi. Ben de rüyamda Efendimizden (asm) öğrendiğim beyitleri aynen okudum” der. Peygamber sevdalısı Nâbi, “Yâ! Bana, ‘ümmetim’ mi dedi?” der ve sevincinden bulunduğu yere düşer, bayılır. Yakın tarihte yaşanan ve edeple alâkalı hüsn-i hâlin başkası: Umre ziyaretine giden bir zât, Mekke-i Mükerreme’de vazifesi bittikten sonra Medine-i Münevvere’ye gelir. Yerleştiği otel odasının penceresindeki perdeyi açtığında bir de görür ki: Ravza-i Mutahhara, tablo gibi gözlerinin önünde, makbere-i saadet orada! İrkilir. Tufan kopar ruhunda! Ne o gün, ne de onu takip eden günler karyolasına ayaklarını uzatıp, yatamaz; Peygambere (asm) hürmetinden, ona karşı edebinden. Belki herkes, bu duygu yoğunluğunda olamayabilir. Ama, gayrete de mani yok. Onu (asm), hakikî mânâda sevmek, onu (asm) taklitle olur. Muhabbeti, duymak için, ruha massetmek gerek. Yarın hesap gününde, şefaati umulur; hatta, umudumuzdur. Gönüller Sultanına bin kere binler salât, bin kere binler selâm olsun. İki Cihan Serveri Efendimize (asm)… .... Kendini garip sanma, her derde tabip o (asm) var, Kalp yüzünü ona (asm) dönder… Tek, bir tek Habib o (asm) var!..8
Dipnotlar:
1- Said Nursî, Lem’alar (yt), 505. 2- Tevbe Sûresi, 28. 3- Said Nursî, Lem’alar (yt), 174. 4- Said Nursî, Barla Lâhikası (sy), 151, (Mesele-i Müteferrika). 5- Ahzab Sûresi, 56. 6- Kâdı İyaz, Şifa-i Şerif Tercümesi, 36. 7- Said Nursî, Lem’alar (yt), 181. 8- Mustafa Necati Bursalı. 29.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Haber adı altında bomba |
Yaşadığımız asır, fitne ve fesadın atbaşı gittiği, her adımda ‘batma’nın mümkün olduğu tehlikeli bir asır. Öyle ki, sahabeler bile, Peygamberimizin (asm) işareti ve haber vermesiyle; 1400 yıl önce, ‘âhir zaman’ olan bu asırdaki fitnelerden Allah’a sığınan duâlar okumuşlar. Ekonomik ve siyasî dertlerle boğuştuğumuzu zannederken belki de asıl tehlikeyi unutuyoruz. Çocuk, aile ve cemiyetin temel taşlarının tahrip edilmesi her şeyden önce bizi dikkate ve tedbire sevk etmeli. “Sâfî zihinleri idlâl etmemek ve bozmamak için” bahsedilmemesi gereken yüzlerce çirkinlikle karşı karşıyayız. Gazete ve televizyonlara yansıyan ‘çirkin haberler’ cemiyetin temel taşının sarsıldığını ya da sarsılmak üzere olduğunu akla getiriyor. Üzücü olan, mütedeyyin insanların sahipliğini yaptığı bazı medya organlarının da bu tuzağa düşmüş olmasıdır. Bazı gazete, televizyon ya da dergiler “haber veriyoruz” bahanesiyle maalesef çirkinliklerin yayılmasına ve duyulmasına, bir adım sonra da ‘normal görülmesine’ vesile ve vasıta oluyorlar. En tehlikeli olan tavır, ‘hastalığın’ hastalık olarak görülmemesidir. Geriye dönüp baktığımızda, meselâ 10 ya da 20 yıl önce herhangi bir ‘mütedeyyin aile’ reisi, aile fertleriyle birlikte TV izlerken gördüğü ‘çirkin görüntüler’den mahcup olup, ya TV’yi kapatır ya da varsa başka kanala geçiş yapardı. Zamanla bu hassasiyet kayboldu. Artık hangi TV kanalı açık olursa olsun, bütün çirkinliklerin evlerimize doluşmasına müsaade ediliyor. Elbette bu konuda hâlâ hassas olan ve gerekirse evine TV sokmayan aile reisleri vardır. Fakat bunların sayısı bir elin parmağının sayısından daha az duruma gelmiştir. Bir arkadaşımız “Şu hâle bak! Ne kadar çirkin bir haber” diyerek bir gazetenin manşetini gösterdi. Gerçekten de gösterdiği gazetenin manşeti, çirkinlikten de öte bir durumdan ‘haber’ veriyordu. Özür dileyerek hatırlatmak gerekirse, habere göre çocuklara değil, artık ‘bebek’lere cinsel istismar sözkonusuydu. Daha da çirkin olan, bu istismarın ‘çocuklar’ tarafından yapıldığı şeklindeki iddiâydı. Böyle haberler karşısında insanların ‘hiçbir şey olmamış gibi’ davranması, çare arayışına girmemesi mümkün olabilir mi? Aynı gün başka bir dergide de daha çirkin bir ‘okuyucu mektubu’ ve bu mektuba verilen cevabı görmüş olmak derdimize dert kattı. Apaçık bir ‘kıyamet alâmeti göstergesi’ olan ve iffetsizlik kokan bir okuyucu mektubunun ciddiye alınması ve ‘cevap’ verilmesi de insanı yaralayıcı bir durum. Elbette zaman ahir zaman olduğu için her türlü çirkinliğin meydana gelmesi mümkündür. Fakat bunları ‘haber’ olarak dahi vermek, bir anlamda onların yaygınlaşmasına sebep olmaz mı? Bu konuda seçici olunsa ne zararı var? Yanlış anlaşılmasın: ‘Hastalık’ların varlığını inkâr edelim demiyoruz. Hastalıkları bilelim, ama onların çirkinliklerini anlatmak ve yaymak yerine; ‘tedavi’ cihetine gidelim. İslâmın cihanşümul prensipleri her türlü derde çare olduğuna göre, bu güzellikleri insanlara anlatalım. Medyayı da bu iş için vasıta ve vesile olarak kullanalım. Kötülüklerin kötülüğünü anlatarak bir yere varmamız mümkün değil. ‘Haber’ adı altında bize sunulan çirkinliklere karşı da hem dikkatli hem de seçici olalım. Her şeyden önemlisi de 1400 yıl öncesinden sahabelerin bile Allah’a sığındığı ‘âhir zaman fitneleri’nden Allah’a sığınalım ve dört elle ihlâsla duâya sarılalım... Bu çirkinliklerden ve fitnelerden korunmanın başka da çaresi yok... 29.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
Taziye |
Acı kaybımız… Bizi biz yapan, farklı kılan, kıt'alarla birlikte gönülleri fethettiren değerlerimizi, sırlarımızı kaybettik. Fazilet, ahlâk, edep, sadakat, dürüstlük, doğruluk, kardeşlik, sevgi, şefkat ve muhabbet gibi erdemlerimiz zafiyet-i diniye ve zaaf-ı imandan beslenen adavet, hırs, kin, nefret, edepsizlik, ahlâksızlık gibi amansız katillerin pençesinden kurtulamayarak Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Geçtiğimiz günlerde Siirt’te, Manisa’da meydana gelen, insanlığın ve vicdanın tefessühünü gözler önüne seren elim cürmü işleyenler edep, hayâ, ahlâk ve vicdanı; kurdukları sefih medeniyetin üstün başarılarıyla övünen ve bunun sonuçlarını görmezden gelerek devekuşu aymazlığı ile kendini tereyağı gibi üste çıkaran zevat namus ve karakteri; atadan kalma çürük ilkelerle eğitim sisteminin canına okuyarak nesilleri cehaletin kucağında bırakan, “Elif”i mânâsızlaştırarak maddeperest, hayalperest, menfaatperest ve şikemperver nesillerin önünü açan “müellimin-i maarif” eğitim ruhunu ve niteliğini; yasakçı uygulamaları bilimsellik olarak dayatan, saç telini rejim meselesi haline dönüştüren, “İmam hatipli- İmam hatipli değil” ayrımcılığıyla fişleme metodolojisini çağdaş! seviyelere ulaştırarak bilim dünyasını kıskandıran, akademik kurullarını Said Nursî’yi parlatıp parlatmama esası üzerine kuran ordinaryüslerimiz adamlığı, ilkeli davranmayı, araştırma ruhu ve cehdiyle birlikte bilim ahlâk ve şuurunu hâk ile yeksan etmişlerdir. Sevgi ve şefkate muhtaç çocuklarımızın, bir damla huzur için çabalayan gençliğimizin ve bu gençlerimizden muasır medeniyetler yolunda çok işler bekleyen milletimizin başı sağ olsun. Asgarî ücretin açlık sınırının çok altında olduğu bir ülkede, kazandıkları onca paralarla yetinmeyerek maç satan, şike skandallarına karışan devlet üstün madalyalı futbolcular ve aynı familyayı paylaşan, elde ettiği makamını menfaatleri uğrunda kullanmaktan çekinmeyen siyasetçi, bürokrat haramzadeler sıdk, sadakat ve dürüstlüğün ruhuna Fatiha okutturmuşlardır. Bundan başka; Fenerbahçe-Beşiktaş derbisinde Beşiktaş’ın kazandığı penaltı öncesi Fenerbahçeli Bilica; penaltı noktasını maden arama enstitüsünün deneyimli bir elemanı edasıyla kazarak spor ahlâkını; “Şampiyon olmak için her yol mübahtır” anlayışını bir erdem haline getiren, “yanlışa yanlış” diyemeyen, başarısızlıklarını başkalarının kusurlarında arayan ağır abilerimiz ve pragmatist yöneticilerimiz yöneticilik ahlâkını ve duruşunu; yenilen her gol sonrası şike iddialarında bulunan, reyting ve şöhret uğruna iftira atmayı maharet addeden kelli felli spor yorumcuları hakperestliği kasden ve taammüden katletmişlerdir. Baba Hakkıların, Lefterlerin, Süleyman Sebaların Türk futboluna miras bıraktıkları spor ahlâkı ve sporcu kişiliği bu tür vahşi cinayetler sonucu ebediyete intikal etmiştir. Bütün spor camiasının başı sağolsun. Siyaseti kazanç kapısı olarak gören, milletin hissiyatına tercüman olmak yemini ile sahip oldukları oylara sırtını dönen, elde ettikleri makamı kendi hissiyatlarının ve iştihalarının emrine sunan, verilen sözleri çiğnemekte bir beis görmeyen, kanayan yaraları, eriyip giden nesilleri, yok olan aileleri, ülkeyi yangın yerine çeviren zulümleri ve kararan bir geleceği üç maymunu oynayarak görmezden gelen, aslî gündem için bir türlü parmak kaldıramayan maymun iştahlı siyasetçilerimiz “sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiye”de yok olmasına sebebiyet vermişlerdir. Ankara’dan medet uman safdillerimizin başı sağolsun. Din ve inancı skolastik bataklığının değerleri zannıyla milletin kalbinden zorla sökmeye çalışan ve bu değerlerin oluşturduğu sağlam birlik bağlarını kopararak akılcılık, milliyetçilik, modernlik pusulasıyla bin yıldan beri yürüdüğü yoldan çıkarak yönünü kaybeden, dış mihraklı fitne gazına çabucak gelerek Türk-Kürt, laik-antilaik, Sünnî-Alevî çatışmalarına taşeronluk eden “ahmaku-l humaka” millet-i merhumenin kalbine kin-nefret aşılayarak kardeşlik ve muhabbeti telef etmişlerdir. Zavallı milletimize sabr u cemil niyaz eder, bu elim durumdan bir an önce kurtulabilme azmini vermesini yüce Rabbimden niyaz ederim. Şimdilik, hepimizin başı sağ olsun. 29.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Yargı reformu” (2) |
Türkiye’de “yargı sistemi”nin sadece “bağımsızlık ve tarafsızlık” problemi yok; yargının işlevi ve verimliliği, adalet hizmetlerinin demokratik toplumun gereklerine uygun şekilde verilmesi, eksikliklerin başında geliyor… Yargının bağımlılığının ve taraflığının kaynağında önyargıların bulunduğunu belirten AYM Başkanı, “hastalıklı hukuk devleti” olarak nitelediği âdil yargılanma ve sorunlarla dolu illetli işleyişinin kamuoyunda ciddî kaygı, endişe ve şikâyetlere sebebiyet verdiğine dikkat çekiyor. Bu açıdan sistemin öz eleştirisini yapmasının önemini nazara veriyor. AYM Başkanı’nın, insan onuru ve hukukun üstünlüğü temeline oturan tarafsız ve güçlü bir yargı sisteminin “toplumun hayat sigortası” olduğunu söyleyip bu hususta “ifâde özgürlüğü”ne atıfta bulunması; halkın korkularının yıllarca istismar edildiğini, işkencelerin, fâil-i meçhullerin “kurumlar yıpranmasın” mülâhazasıyla ülkeye büyük bedeller ödettirildiğini anlatması, vaziyeti ortaya koyuyor. Yargının elindeki adalet terâzisinin ayarının bozulmasıyla milletin güven duygusunu kaybedeceğini ve hukuk dışı yöntemlerle sorunu çözme eğilimlerini güçleneceği tehlikesinin vahâmetini su yüzüne çıkarıyor. Bunun içindir ki öncelikle adâlet hizmetlerinin uygulamada yeknesaklığın sağlanması; “hukuk devleti”nin benimsetilmesi için “AB hukuku” alanında yargı mensuplarını, kolluk kuvvetlerini ve kamu görevlilerini kapsayacak eğitim programlarının yaygınlaştırılması; halkın insan hakları ve hürriyetlerinde şuurlanması; yargının evrensel hukuk değerleriyle, AİHS ve AİHM içtihadlarıyla uyumu ve uygulaması gerekmekte…
ADALET HİZMETLERİNDE EKSİKLİK… Keza yargının uhdesinde adlî kolluk kuvvetinin kurulması; ceza ve tutukevleri ve nezârethâne şartlarının iyileştirilmesi için Avrupa Konseyi’nin tekliflerinin dikkate alınarak uluslar arası standartlarla uyumlaştırılması, icâb etmekte… İşin özeti şu ki, Türkiye’de adalet sistemi derin zaaflar içinde, işlevini yerine getirememekte. Ceza sistemi, ıslâh kabiliyetinden uzak. Hapisten çıkanlar yeniden suç işlemekte… Gerçek şu ki Adalet Bakanlığı Adlî Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğünün 2009 yılı verilerine göre cezaevlerinde 116 bini aşkın hükümlü ve tutuklu sayısı, Türkiye’nin “suç sicilini” deşifre etmekte. Ancak bu sayının yarısından fazlasının -60 bininin- tutuklu olması, “tutukluluk yöntemi”nin bir “tedbir” değil âdeta bir “cezalandırma” olarak tatbiki, Türkiye’de yargının yetersizliğini açığa çıkarmakta. Bizzat AYM Başkanı’nın ikrarıyla, tutuklu sayısının genel tutuklu ve hükümlülere oranla yüzde 5’te kaldığı demokratik ülkelere kıyasla Türkiye’de yargının ne denli ağır, aksak ve verimsiz kaldığının bâriz bir örneği olmakta… Yargıtay Başkanı’nın itirafıyla bir milyon dosya mahkemenin önüne yığılmış, dâvâ dosyaları raflara sığmıyor. Binlerce hâkim ve savcı eksiği var. Duruşmalar üç aydan beş aya kadar erteleniyor, kararlar yılları, on yılları buluyor. Her ne kadar Başbakan ve Adalet Bakanı, yedi buçuk yılda yaptıkları “adalet sarayları”ndan bahsetseler de, bina eksikliği her tarafta sıkıntılara sebebiyet veriyor. Yer yetersizliğinden aynı salonu, birkaç mahkeme kullanıyor… Bunun içindir ki toplumsal mutabakat metni olan Anayasa değişikliğinde kuvvetler ayrılığına dayanan demokratik sistemin denetim mekanizması olarak “yargı reformu”nda uzlaşmayı başarmalı. “Yargı reformu”nun yalnız iki kurumun (AYM ve HSYK) yapısının değiştirilmesiyle kalmaması, yargının işlevi ve adalet hizmetlerinin verimliliği sağlanmalı.
MAHKEME “GÂYET BÎTARAFÂNE” OLMALI “Yargı reformu”nun, her şeyden önce demokratik hak ve özgürlüklerin yegâne teminatı olan yargıyı siyasallaşmadan kurtaracak, bağımsızlığını ve tarafsızlığını oluşturacak muhtevada olmalı. Mahkemelerdeki iş gücünü azaltacak, adaleti geciktiren engelleri ortadan kaldıracak imkânlarla takviye edilmeli. Bu bakımdan geçen asrın başlarından başlayarak üç devir boyunca, hürriyeti, adaleti, meşvereti ders veren Bediüzzaman’ın, “Hükûmetin (devletin) daireleri içinde en ziyâde hürriyetini (bağımsızlığını) muhâfaza etmeye ve tesirât-ı hâriciyeden (dış etkilerden) en ziyâde bîtarafane (tarafsız), hissiyatsız bakmakla mükellef olan, elbette mahkemedir” ifâdesindeki hukukî müteârifeye kulak vermeli. Bediüzzaman’ın, “adliye memurları, (hâkimler, savcılar), hissiyattan ve tesirât-ı hâriciyeden bütün bütün azâde (bağımsız) ve serbest olmalı” kuralıyla, yargının, devlet, siyasî otorite ve her türlü ideolojiden uzak, bütün etkili mihraklardan bağımsız kalmalı… Yine Bediüzzaman’ın, “Vatandaşların, hürriyetle, hukùk-u hürriyetini müdafaa etme hakkını kullanması ve hakkını araması için gâyet bîtarafâne bir merci lâzım” tesbitiyle, “Adâlet müessesesi hiçbir cereyana kapılmamalı, hiçbir tarafgirliğe girmemeli. Hâkim ve mahkemenin tarafgirlik şâibesinden uzak ve gayet bîtarafâne bakması adaletin birinci şartıdır” tavsiyesi esas alınmalı. Bediüzzaman’ın, gerçek bir adâlet için önşart gördüğü, “mahkemenin hürriyet-i tammesi (tam hür ve bağımsızlığı”nı mutlaka hayata geçirmeli. (Tarihçe-i Hayat, 201-202) Gerçek bir “yargı reformu”nun yolu buradan geçiyor… 29.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
İşkence |
İşkencenin çok çeşidi vardır. Eskiden emniyette bunlar sık sık yaşanırdı. Şimdi şükür bu hâller yaşanmıyor. Ya psikolojik işkenceler? Bunun bile birçok çeşiti vardır. “Bir derman haddinden geçse dert getirir“ diyor Bediüzzaman. Çok söz faydalı dahi olsa insana işkence çektirebilir. Niyeti halis olmayanların bazen nasihati damara dokunur. İnsanın yarım saatten sonra dikkati dağılır, bir-iki saat süren dersler işkenceye dönüşür. Tekrarlar yine işkence olur. Ziyaretler de öyledir. Kalkmak bilmez misafir. Hane sahibi sıkılır, bunu belirtici haller sergiler. Ama misafir fazla kalması ile hâne sahibine işkenceler yaşatır. Böyle bir misafir Bediüzzaman’ı ziyarete gelir. Bediüzzaman ise fazla kalmasına razı değildir. “Sen safa geldin kardeşim” der. Misafir anlamaz. Halbuki misafirin kalmasının işaretidir bu. İkinci defa aynı ikazı yapar. Ama netice değişmez. Misafir bunu yanlış değerlendirir. “İyi ki gelmişim, Üstadım, sık sık ‘Safa geldin’ diyor” diye geçirir içinden. Sonunda ayağa kalkan Bediüzzaman iki eliyle kapıyı göstererek: “Sen safa geldin kardeşim“ der. Ve misafir durumu anlamış ve vedalaşmıştır. .... Vaktiyle medreseyi bitiren bir öğrenci köyüne yaklaştığı anda köylü bir ihtiyara rast gelir. İhtiyar, ilmine hürmeten merkebini öğrenciye verir. Yol uzar, fakat ehl-i mektep bir türlü merkepten inip ihtiyara vermez. Neyse köye varırlar, ihtiyar mektepliye şu ibretli sözü söyler: “Evlâdım sen bir yıl da umur-u hâriciye okumalısın“ der. Bugünkü anlamı ile ”sosyal davranışlar”... Bu da işkencenin başka bir versiyonudur. Hayat böyle devam edip gider. Bin bir işkence çeşitleri ile karşı karşıya kalırız. Borcunu ödemeyen insanlar, Bol yalanlı siyasetçiler, Personeline bin bir çeşit sıkıntı yaşatan idareciler, “Dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan” insanlar, Ailesine zulüm çektiren aile reisleri, Anne ve babasına çile çektiren evlâtlar, Geçimsiz ev hanımları, Evet bunlar hep işkencenin çeşitleridir. Daha niceleri vardır. “Çin işkenceleri” bunun en ilginçleridir. Sabır, bunun tek çaresidir. Fakat bu haller insanı bir kurt gibi kemirir ve bitirir. 29.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Bunalan Batı insanı, hakikati arıyor |
İslâm güneşinin bütün dünyayı ışıklandırmasına ve beşeri nurlandırmasına, özellikle Avrupa’ya yayılmasına mâni olan perdelerin, engellerin bir bir kalktığını görüyoruz. Bediüzzaman, tam bir asır sene önce bunun aklî delillerini, mantıkî belgelerini sunmuştu. İslâm nurunun geçmiş zamanlarda Batı’ya yayılmasına engel olan hususları şöyle sıralamıştı: 1- Cehâlet. 2- Vahşet. (Haçlı seferleri.) Günümüzdeki işgalleri de (Filistin, Irak, Afganistan…) yine ‘vahşet’ yönlerinin nüksetmesi. 3- Tahrif olmuş dinlerine karşı gösterdikleri taassupları. İncil ne diyorsa, daha doğrusu ruhbanlar ne diyorsa onun dışında araştırmaya, düşünmeye gitmemeleri, körü körüne papazları taklit etmeleri. 4- Papazların ve ruhânî liderlerin tahakkümleri. Bir Hıristiyan veya Yahûdî, İslâmiyeti, yâni doğruyu, hakkı araştırmaya kalktığında onu aforoz etmeleri, dışlamaları... Başka bir dini araştırmalarına mâni olmaları. 5- Bizdeki baskı, istibdat. Meseleleri zorla kabul ettirmek. Gerek şahsî dünyamızda, âile hayatımızda, gerekse idârî sistemimizde... Bir de, şeriata aykırı olarak sergilediğimiz kötü ahlâk. İslâmiyetin güzel ahlâkını fiillerimizle göstermeyince ve ona muhâlif hareket edince, onlar da doğruyu, gerçeği bulamadı. Yani, kötü ahlâkımız, doğru İslâmiyetin yaşanmasına ve yayılmasına perde oldu. 6- Fen ve sosyal ilimlerin bazı meselelerinin, İslâm hakikatlerinin zahirine muhalif ve karşı olduğunun vehmedilmesi, yani öyle sanılması, yine Batılıların İslâmiyete girmesine mâni oldu.1 Bugün, iftiharla müşâhede ediyoruz ki, ecnebilerdeki taassup ve cehâlet kırıldı. Artık körü körüne papazları dinlemiyorlar. Hattâ, hiç dinlemiyorlar. Anlattıkları, akıllarını, vicdânlarını ve mantıklarını doyurmuyor. Ferd olarak da, gayet medenî ve hürriyetperverler. Öte yandan Kur’ân’ın, yâni İslâmiyet’in, değil fen ilimlerine muârız olması, bilâkis ilimlerin pederi, reisi ve seyyidi olduğu mânâsı yavaş yavaş anlaşılmaya başladı. Bütün fenlerin temellerini İslâmiyette bulmak mümkündür. Çünkü Kur’ân, “akıl etmemizi, araştırmamızı, düşünmemizi, tahkik etmemizi, her şeyi incelememizi” emrediyor. Fen dâhil bütün ilimler, Esma-i Hüsna’ya (Allah’ın güzel isimlerine) dayanıyor. Böyle tavsiyeleri olan bir din, fen ve sosyal ilimlere nasıl karşı olabilir? Bugün, bizdeki cehâlet, istibdat ve İslâm ahlâkına aykırı davranış ve hareketlerimizden başka hemen hemen bütün mâniler ortadan kalkmıştır. Onları da kaldırırsak, İslâm güneşinin önündeki perdeler tamamen kalkacak, insanlar onun nuruyla ve rahmetiyle kucaklaşacaklar İnşâallah.
Dipnot: 1- Tarihçe-i Hayat, s. 80-82. 29.04.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Siyaset ve demokratlık |
Yazdıklarımızın ancak onda biri "günlük siyaset"le ilgilidir. "Ankara kulisi" kıvamındaki yazıların oranı ise, yüzde bir bile değildir. Buna rağmen, bizi yine de "siyasetle çok ilgileniyor" diye tenkit eden, serzenişte bulunan kardeşlerimiz var. Bu meyanda ayrıca kudsî bir ölçüyü hatırlatıyorlar ki, Tarihçe–i Hayat'ta zikredilen bu ölçü şu sözlerle ifade ediliyor: "Şeriat, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir; yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir. Onu da ulûlemirlerimiz düşünsünler." (Age, s. 59) Burada Hz. Bediüzzaman'ın söz konusu ölçü ve prensipleri ne zaman, niçin, ne maksatla ve hangi makamda ihdas ettiğine bakmamız gerekiyor. İşte kendi ifadesinden iktibas ettiğimiz bir izah tarzı: "Benim otuz seneden beri siyaseti terk ettiğime sebep, bir mübarek âlimin takip ettiği cereyanın tarafgirlik damarıyla, salih ve büyük bir âlimin onun fikrine muhalif olmasından tefsik derecesinde tahkir edip ve cereyanına ve kendi fikrine muvafık meşhûr ve mütecaviz bir münafığı gayet medh ü senâ etti. Ben de bütün ruhumla ürktüm. Demek, tarafgirlik hissine siyasetçilik de karışsa, böyle acip hatalara sebebiyet veriyor diye 'Euzubillahimineşşeytâni vessiyaseti' dedim, o zamandan beri siyaseti terk ettim." (Emirdağ Lâhikası, s. 237) Demek ki, 1910'larda şahit olduğu bir hadise sebebiyle bu sözü söyleyen ve onu "siyaseti terk" etme noktasına sevk eden asıl sebep neymiş, "tarafgirlik hissinin siyasetçiliğe karışması" imiş. Biz böylesi bir tarafgirlikten, o gün olduğu gibi, bugün de, hatta yarın için de şiddetle kaçınır ve Allah'a sığınırız. Bununla beraber, Üstad Bediüzzaman'ın 1948–49'larda "Üçüncü Said" olarak tezahür etmesi ve siyasetle dışarıdan ilgilenmesinin, ömür boyu çekindiği "siyasî tarafgirlik"le hiçbir münasebetinin bulunmadığını bilmek lâzım. "Üçüncü Said" devresi, bizzat kendi ifadesiyle, "vazife–i hakikiye"den saydığı ve "mükellef olduğu bir büyük vazife" şeklinde tarif ve telâkki ettiği, Türkiye'yi, İslâm âlemini ve bütün beşeriyeti alâkadar eden geniş ve şümûllü bir "içtimaî vazifedarlık" devresinin adıdır. (T. Hayat, s. 490) Dolayısıyla, Üçüncü Said'den ve bu dönemin iktiza ettiği içtimaî mevzulardan söz etmek, basit "günlük siyaset" yazıları yazmak anlamına gelmiyor ve gelmemeli. Aynı şekilde, Hz. Bediüzzaman'ın ifade etmiş olduğu "yüzde bir" nisbetindeki siyaset de, Nur Külliyatının yaklaşık "yüzde otuz"u nisbetindeki siyasî ve içtimaî meslek ve meşrebe dair umumî düstûrlar manzumesi şeklinde anlaşılmamalı. Yani, Risâle–i Nur'da siyasî ve içtimaî mevzular (Tarihçe–i Hayat ve Eski Said Dönemi Eserlerinin çoğu kısmı, 11. 12. 13. 14. Şuânın ekseriyeti, 27. Mektup olan lâhikalar, müdafaalar ve sâir mektupların kısm–ı ekserisi), Külliyatın yüzde birini değil, yaklaşık yüzde otuzunu teşkil ediyor. Kardeşlerimizden ricâ ediyoruz ki, bu mühim noktaları nazardan uzak tutmasınlar; günlük siyaset ile siyasetin umumî veçhesini birbirine karıştırmasınlar. * * * Çok mühim bir nokta da şudur: Üstat Bediüzzaman, siyasete ve partilere bir hayır, yahut bir menfaat bekleyerek bakmıyor. Daha ziyade "zarar gelmemek" için ve bilhassa "İttihad–ı İslâmdan olan kardeşlerimiz yanlış basmamak için" baktağını söylüyor. (Beyanat ve Tenvirler, s. 11–12, 1970; yeni baskı s. 307.) İşte, bizler de özellikle bu noktaya dikkat çekip tahşidat yapıyoruz. Sizi temin ederek ifade edelim ki, herhangi bir partiye üye falan değiliz. Hiçbir partiyle maddî, yahut organik herhangi bir bağımız da yok. Bizim feryadımız, din ve dâvâ kardeşlerimizi, yanlış adres olarak bildiğimiz ve inandığımız Türkçü, Kürtçü, halkçı ve dini âlet etme hatasına düşen siyasî cereyanlara karşı uyarmak, yanlış basmalarına mani olmaya çalışmaktan ibarettir. Bunu yaparken de, bir kısım dar görüşlü kimselerden hemen "Haa, siz falan partiyi mi destekliyorsunuz? Yoksa siz şu, şu adamların peşinden mi gidiyorsunuz?" yollu tenkit ve itirazlar gelmeye başlıyor. İstirham ediyoruz: Lütfen, birbirimizi doğru anlayalım. Bizim kimsenin peşinden gittiğimiz yok. Şahıs peşinde giden bir siyasete de asla tenezzül etmeyiz. Başkası bizi kendisiyle kıyaslamamalı... Kaldı ki, bizim kendimize has bir siyasî meslek ve meşrebimiz var, orijinal mahiyette bir dizi ölçü ve prensiplerimiz var. Yanlış olanı, sakıncalı olanı tenkit ederiz. Doğru olanı ise, ardından söyleriz. Zira, "def–i şer, def–i mefasid" önce gelir. En büyük şer ise, bize göre Süfyanizmdir. Süfyanizmle yakınlık içinde olan, dirsek temasında bulunan her kim olursa olsun, bizi karşısında bulacaktır. O dehşetli cereyanla en tehlikeli olan yakınlaşma, dindar kesimden gelen yakınlaşmadır ki, bunu şiddetle reddederiz. * * * Bir okuyucumuz da, "Demokratlar" deyince, bundan "sağcı, muhafazakâr..." mânâlarını anlamış ve bugünkü hükümete de bu mânâları yüklemiş. Heyhât! Nur Külliyatında yüz yerde "Ahrar, Demokrat, Demokratlar, Demokratlık" tâbirleri geçtiği halde, acaba hangi yerde "sağcı, muhafazakâr" mânâları bilittifak kabul edilmiş? Tam aksine, Üstad, Hıristiyan Avrupa'da ortaya çıktığını söylediği "sağ–sol" tâbirini beyne'l–İslâm reddediyor. Siyasetteki "muhafazakârlık" da "tutuculuk ve statükoculuk"tur ki, Üstad, bunun yerine de "ahrar/hürriyetçi demokratlığı" tensip ile tasvip etmiş. Hatta, bu misyonu temsil edenlere duâ ettiği gibi, 1950'lerde neşrettiği bir mektupta da, onların çok büyük bir hizmeti ifâ edeceklerini şu sözlerle haber veriyor: "Onların (Ahrarların) muvaffakiyetine çok duâ ediyorum. İnşaallah, o Ahrarlar istibdad–ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet–i şer’iyeye vesile olacaklar." (Emirdağ Lâhikası, s. 267) İşte, bu mânâdaki siyasetten ve müjdelenen bir kudsî hakikatten söz etmek, herhalde "tarafgir siyasetçilik" yapmak değildir. Sırf başkasının hoşuna gitmiyor diye de, bizim bu istikamette yazılar yazmaktan, yorumlarda bulunmaktan vazgeçmemiz söz konusu değildir. Ne yaptığımızı, Allah'a şükür gayet iyi biliyoruz. Duâ ve temenni ediyoruz ki, dost ve kardeşlerimiz, bizi doğru şekilde anlasınlar, anlamaya çalışsınlar. 29.04.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Endonezya ve Malezya ne tarafa düşüyor? |
Güneydoğu Asya’da hızla büyüyen iki dev ülke var: Endonezya ve Malezya. Bu iki ülke, küresel ekonomik krize rağmen büyümesini sürdürüyor. Endonezya en fazla Müslüman nüfusa sahip olan ülke. 200 milyondan fazla Müslüman yaşıyor bu ülkede. Bu ülkenin diğer ülkelerden ithalatı toplamı 2009 yılında 96,6 milyar dolar. Peki, bu Müslüman ülkeye bizim ihracatımız ne kadar? 284 milyon dolarcık. Halbuki aynı dönemde Japonya 9,82 milyar dolarlık, Singapur ise 9,24 milyar dolarlık ihracat yapmış bu ülkeye. Ticarî ilişkilerimiz o kadar zayıf ki; Dışişleri Bakanlığının internet sitesinde bu ülkeyle ekonomik ve ticarî ilişkilere ilişkin bilgiler 2008 yılında kalmış, güncellenmeye bile gerek duyulmamış. Malezya bölgede büyüyen diğer önemli ülkelerden birisi. Nüfusunun yüzde 68’i Müslüman. dünyanın 29. büyük ekonomisinin 2009 yılı GSMH’sı 207,400 milyar dolar. 2009 yılı ithalatı 119,5 milyar. Bunun yüzde 13,9’unu Çin’den yapıyor. Peki Türkiye’nin bu ülkeye ihracat rakamı ne? 85,8 milyon dolar. Bu rakamlar bu ülkelerle ekonomik ilişkilerimizin hiç de olması gerektiği kadar olmadığını ortaya koyuyor. Kültürel ilişkilerimiz de pek güçlü sayılmaz. 230 milyon nüfuslu Endonezya’dan 2008 yılında Türkiye’ye gelen turist sayısı yalnızca 35 bin. Karşılıklı ziyaretler son derece sınırlı. Bu sınırlı ilişkilerin gerekçesi mesafenin uzaklığı olamaz. Küresel köye dönüşen dünyada mesafelerin önemi yok. Ancak şimdiye kadar bu ülkelerle, ortak İslâm bağına dayalı olarak işbirliği geliştirmeye yönelik bir hedefimiz olmadı. Hatta ülkemizi bile yeterince tanıtamamışız. Bundan yirmi yıl önce İngiltere’de karşılaştığım Malezyalı ve Endonezyalı Müslümanları Türkiye’nin nüfusunun yüzde doksan dokuzunun Müslüman olduğuna bile inandırmakta güçlük çekmiştim. Maalesef geçen bunca zaman durumu pek değiştirmemiş gibi görünüyor. İslâm ülkeleri arasındaki ilişkilerin güçlendirilmesi için İslâm Konferansı Örgütü gibi ortak zeminlerin daha iyi kullanılmasına ihtiyaç var. Endonezya ve Malezya gibi kalkınması ile örnek ülkelerle ilişkilerin geliştirilmesi, İslâm ülkelerinin dünya sahnesinde daha güçlü bir koza sahip olmasının yolunu açabilir. Endonezya ve Malezya kendi demografik ve yapısal sorunlarına rağmen, Ortadoğu ülkelerinin birçoğunda görülen istibdat yönetimlerinden uzak, temel hak ve hürriyetler konusunda daha olumlu gelişmelerin yaşandığı ülkeler. Bu ülkelerdeki Müslümanların dinî hassasiyetleri de oldukça yüksek düzeyde. Hac vazifesini yapanlar, oradaki en disiplinli ve sayıca çok hacı grubunun bu iki ülkeden geldiğine şahit olmuşlardır. Bugün karmaşık gündemlerle daralan ufkumuzu biraz genişletip, dünyanın bir başka bölgesinde İslâm ortak paydasında buluştuğumuz iki ülkeyi nazara vermek istedim. Dünyada önemli bir güç odağı olmayı hedefleyen Türkiye’nin dış politikasının bölgesiyle sınırlı kalmaması gerek. Bu kadar açılımın arasına bir de Güneydoğu Asya açılımı eklenmesinde fayda mülâhaza ediyoruz. Özellikle çok etnik kökenli Malezya’nın demokrasi deneyimi bize iç sorunlarımızın çözümünde de örnek olabilir. 29.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Askerî cumhuriyet |
Millî Eğitim Bakanı Çubukçu, Millî Güvenlik derslerine askerlerin girmemesi yönünde talepler bulunduğunu, uzun süredir bu konuda çalıştıklarını, ama ilerleme sağlayamadıklarını söyledi (Yeni Şafak, 24.4.10). “Sebebi ne olabilir?” sualinin cevabı, her konuda kendisini hissettiren, ancak bu meselede özellikle öne çıkan “asker ağırlığı” faktöründe. Ve bu ağırlığı, 1980'den beri yürürlükte olan Millî Güvenlik Bilgisi Öğretim Yönetmeliğinin 18 maddelik muhtevasında görmek mümkün. Bu maddelerin tek tek irdelenmesi gerekiyor. Meselâ üç fıkradan meydana gelen ilk maddeye göre, yönetmelik ve dersin amaçları şunlar: * TC’yi her türlü koşullar altında her çeşit saldırıya karşı daima artan bir kudret ve kuvvetle korumak ve yüceltmek için Türk gençliğinin tümünde doğal olarak bulunan millî güvenlik bilincini topyekûn harbin isteklerine göre pekiştirmek. * Modern harbin psikolojik, politik, ekonomik ve sivil savunma konuları üzerinde her yurttaşın bilmesi ve yapması gereken görevlerle genel savunma sorunları hakkında öğrencileri aydınlatmak. * Silâhlı Kuvvetleri tanıtmak, gençleri orduya içten gelen sevgi ve özlemle bağlamak, onları Silâhlı Kuvvetlerle yapılan ana savunmanın temel bilgileri üzerinde fikren hazırlamak, böylece Türk gençliğini her an ordu ve sivil savunmanın aktif organlarında görev alabilecek bir düzeye getirmek, birlik ve beraberlik ruhunu yaratmak ve vatansever bir gençlik yetiştirmek... Bunların tamamının detaylarıyla tartışılması; ama bilhassa “millî güvenlik bilincini topyekûn harbin isteklerine göre pekiştirmek, gençliği her an ordu ve sivil savunmanın aktif organlarında görev alabilecek düzeye getirmek” ifadelerinin çok daha özel tahlillerden geçirilmesi gerekiyor. Bu ifadeler, bazılarının dilinden düşmeyen “asker millet” söylemleri ve kışlalarda eğitim gören askerlere hep bir ağızdan söylettirilen “Her Türk asker doğar” sloganlarıyla örtüşse de, “topyekûn harp” psikolojisini yaygın şekilde canlı tutarak, her genci her an ordu ve sivil savunmada görevlendirme isteğini ortaya koymaları cihetiyle “uygunluk denetimi”ne tâbi tutulmalı değil mi? 2. maddeye göre, Genelkurmay, MSB, MEB, bünyesinde bu dersin okutulduğu okullar bulunan bakanlıklar, kuvvet komutanlıkları, Jandarma Genel Komutanlığı, özel ve tüzel kişilere ait okullarla birlik ve kurum amirleri ve dersin öğretiminde görev alanlar, yönetmelik kapsamında. Görüldüğü gibi, Genelkurmay’ın ilk sıraya konulduğu bu listede MEB tâlî bir konuma sahip. Böyle olunca, Çubukçu’nun “Bu dersi askerlerin vermemesi için çalışıyoruz, ama netice alamıyoruz” diye yakınmasında “anormal” birşey yok... 4. maddenin a fıkrasına göre, “Dersin programı, okulların hangi sınıflarında hangi konuların işleneceği, dersin haftada kaç saat okutulacağı hususlarını da kapsayacak şekilde, Millî Savunma ve Millî Eğitim Bakanlıkları ile koordine edilerek, Genelkurmay Başkanlığınca hazırlanır.” Keza derste okutulan kitaplar da Genelkurmay Başkanlığında özel bir komisyonca hazırlanır. Bu hazırlığın MSB ve MEB’in görüş ve önerileri alınarak, kitabın MEB tarafından incelendikten sonra kabul edileceği ifadeleri ise işin garnitürü. Yani, dersin sahibi birinci derecede Genelkurmay. MEB’in, dersle ilgili olarak gerek muhteva, gerekse kimler tarafından ne şekilde verileceği konularında, kendisine uygun görülen görevler haricinde devredışı bırakılmasının sebebi de bu. “Okullar Millî Eğitim Bakanlığına bağlı değil mi?” diye soranlar çıkabilir. Genel yapı, sistem ve işleyişteki “askerî mantık” bir tarafa, sırf Millî Güvenlik dersine ilişkin bu detaylar dahi, sualin cevabını çok açık şekilde gözler önüne seriyor... Yönetmeliğin devam eden diğer maddelerinde de, bu dersteki asker ağırlığını pekiştiren ilginç örnekler var. Onları da gözden geçirdiğimizde oluşan resim, konuyu iyice netleştiriyor: Türkiye hâlâ bir askerî cumhuriyet... 29.04.2010 E-Posta: [email protected] |