Ali Rıza AYDIN |
|
Hakkın Habibi, Gönüllerin Tabibi! |
Onu, Efendimizi (asm) tarif edebilmek elbet harcımız değil de... Buna cesaret bile, haddi aşmak gibi şey! Kusur âlûd tasavvurdan Cenâb-ı Hakk’ın mağfiretine sığınırım. O (asm), dâvâsına inanmış, kat’iyen usanmamış. İnsanları, durmadan, bir İlâh’a çağırmış. Bedeninden uzaklaşan her nefes, “Allah bir!” demiş; sesinin en üst perdesi, vücudunun zerresi hep bu sözle inlemiş: “Allah bir!” Hayatı müddetince rahat döşek görmemiş. Ümmeti için gülmüş, ümmetine üzülmüş. “Dünyaya geldiği dakikada ‘Ümmetî, ümmetî’ dediği gibi, mahşerde herkes ‘Nefsî, nefsî’ dediği zaman, yine ‘Ümmetî, ümmetî’ diyerek en kudsî ve en yüksek bir fedakârlıkla, yine şefkatiyle ümmetinin imdadına koşan bir zat”1 Hz. Peygamberimiz (asm). Öyle ki, gönlündeki şefkati bir yangına dönüşmüş; Kab-ı Kavseyn’de bile, yine “ümmet” düşünmüş. Nebîler Nebîsi (asm), dünya denen şu handa omuzlamış yükünü: “Ümmetim” demiş, taksim etmiş gönlünü. Zifiri karanlık bir çağ: İnsanlık sukût etmiş; kız çocukları diri diri toprağa gömülüyor; haksızlık diz boyu; ahlâk denilen değer, lâşe gibi kokuşmuş! İşte böyle bir devirde emaneti yüklenmiş; risâleti üstlenmiş. Aç kalmış, fakat açları doyurmuş; haksızlığa uğramış, fakat haklıları kayırmış; üzülmüş, fakat üzüleni güldürmüş; incinmiş, fakat hiç kimseyi, evet hiç kimseyi incitmemiş. Gittiği mukaddes yoldan hiç inhiraf etmemiş; hiç kimse döndürememiş. En pahalı tekliflere ehemmiyet vermemiş. Çatlamış çorak toprak yeşillenmiş, hayat bulmuş; paslı ruhlar, inançsız bedenler İslâm’la arınmış, İslâm’a fedâ olmuş, hatta fedaî olmuş; onun (asm) nuruyla, onun (asm) ruhuyla, onun (asm) şefkatiyle… Kur’ân-ı Kerim’de: “Size kendinizden öyle bir peygamber gönderilmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir”2 buyrulmakta ve bu âyetle Peygaber Efendimizin (asm) karakter yapısı tarif edilmektedir. Onun ümmeti olarak bize sadakat düşer? Allah’a “kul” olmanın yanında, Resûl’üne (asm) ümmetiz. Rabbimiz’in ihsanı, Müslüman bir milletiz. Onun (asm) yolunda, onun (asm) izinde gitmek şerefiyle, şeref-yâbız hepimiz. Bizi, Kendine kul, Habibine ümmet eylediği için, Allah’a (cc) kâinattaki bütün zerrât adedince hamd ve senâlar olsun. Onun (asm) yolundan gitmek; fiilî ve kavlî sünnetlerine uymak ve bunları hayat tarzı yapmakla olur. Çünkü: Risâle-i Nur’da “Sünnet-i seniyeye ittibâı kendine âdet eden, âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevaptar yapabilir”3 deniyor. Yani, Peygamber Efendimiz’in (asm) yaptığını, yapış biçimini düşünerek, tasavvur ederek atılan her adım, uygulanan her fiil ibadete dönüyor. Dahası, İslâm ve İslâm’ın getirdiği her ulvî değer, ezcümle insan olma payesi, Onunla kazanılıyor. Güllerin gülü, gönüllerin bülbülü Hz. Peygamberimiz (asm) hakkında çok şeyler yazılabilir, çok şeyler çizilebilir; fakat hiçbiri “salâvat”a ulaşmaz. Ona salâvat getirmeyi dillere yerleştirmeli. Dertte, tasada, sıkıntıda, mutlulukta; onun (asm) adı anılınca; onun (asm) adı yazılınca; onun (asm) adı okununca salâvatı demeli gönülden, göndermeli… Ayrıca, salâvat, sırtındaki hamûleye ümmet desteği demek.4 Bunun içindir ki, Cenâb-ı Hak: “Peygambere Allah rahmet eder, melekler de duâ eder. Ey iman edenler, siz de ona teslimiyetle salât ve selâm getiriniz”5 buyuruyor. Melâikeler ona, her salâvatı ulaştırır. Mekân mesafe, uzak yakın fark etmez. Hatta melekler, “Filân kişi size şöyle şöyle diyor”6 diyerek, isimlerden bahseder. Ne saâdet, ne kazanç! İsim ile gidivermek, huzurda “söz” edilmek, bir büyük rüçhaniyet, ulaşılan bir safâ’. Fakat bunların hepsi, edep dairesinde olmalı, edebi elden bırakmamalı; onu anarken, ondan bahsederken, onun makamını yani, kabr-i şerifini ziyâret ederken; velhâsıl, hayatın her ânında… Saâdet Asrında sahabe, onunla (asm) konuşurken sesini alçaltır, yanından ayrılırken ise, geri geri huzuru terk edermiş. Bugün de, ziyâretinden geri geri çıkılır. Ona olan hürmetin, ona karşı edebin bir gereği olarak. Her konuda olduğu gibi, edep konusunda da bize rehber olan Hz. Peygamberimiz (asm): “Rabbim bana edebi güzel bir sûrette ihsan etmiş, edeplendirmiş”7 diyor. İllâ ki edep! Madem söz edebe geldi, iki örnek verelim: 17. asrın divan şairlerinden Urfalı Nâbi, hacca gitmek üzere, bir kısım devlet erkânıyla birlikte uzun yollar aşarlar. Kafile, Medine-i Münevvere’ye yaklaşır. Vakit ise, henüz gece. Resûlullah Efendimize (asm) bir an önce kavuşmak özlemiyle, Nâbi’nin gözüne uyku girmez bir türlü. Fakat kafilede bulunan bir devlet adamı, hem de ayaklarını kıbleye doğru uzatmış, horul horul uyuyor. Peygamberimizin (asm) beldesinde, bu mukaddes toprakta edebe aykırı böyle bir gaflet hâlini bir türlü hazmedemeyen ve çok üzülen Nâbi, içinden kaynayan bir ilhamla; “Sakın terk-i edepten, kûy-i Mahbûb-i Hüdâdır bu / Nazargâh-ı ilâhîdir, Makâm-ı Mustafâ’dır bu” diye başlayan meşhur na’tını kaleme alır; o an, orada. Yani, yanındaki gafil kişiye: Edebi terk etme sakın! Zira burası, Allah-ü Teâlâ’nın sevgilisi olan Peygamber Efendimizin (asm) bulunduğu yerdir. Bu makam, Hak Teâlâ’nın nazar ettiği, Resûl-i Ekrem’in (asm) makamıdır mânâsında, ikazda bulunur. Kafile, fecir vakti Medine-i Münevvere’ye girdiği esnada, Ravza-i Mutahhara’nın minarelerinden okunan sabah ezanı, semâvâta yükselir. Müezzin, ezanın ardından, Türkçe bir kaside okumaya başlar. Nâbi, dikkatle dinleyince, okunan kasidenin kendisinin yolda yazdığı na’t olduğunu anlar. Hemen minarenin kapısına koşar. Müezzine: “Allah aşkına, okuduğun kasideyi nereden öğrendin” der. Müezzin şöyle cevap verir: “Bu gece rüyamda Efendimizi (asm) gördüm. Bana dedi ki: ‘Ümmetimden Nâbi adında bir şair, benim hakkımda şu kasideyi yazdı. Hoşuma gittiği için bunu bana okumanı arzu ediyorum’ dedi. Ben de rüyamda Efendimizden (asm) öğrendiğim beyitleri aynen okudum” der. Peygamber sevdalısı Nâbi, “Yâ! Bana, ‘ümmetim’ mi dedi?” der ve sevincinden bulunduğu yere düşer, bayılır. Yakın tarihte yaşanan ve edeple alâkalı hüsn-i hâlin başkası: Umre ziyaretine giden bir zât, Mekke-i Mükerreme’de vazifesi bittikten sonra Medine-i Münevvere’ye gelir. Yerleştiği otel odasının penceresindeki perdeyi açtığında bir de görür ki: Ravza-i Mutahhara, tablo gibi gözlerinin önünde, makbere-i saadet orada! İrkilir. Tufan kopar ruhunda! Ne o gün, ne de onu takip eden günler karyolasına ayaklarını uzatıp, yatamaz; Peygambere (asm) hürmetinden, ona karşı edebinden. Belki herkes, bu duygu yoğunluğunda olamayabilir. Ama, gayrete de mani yok. Onu (asm), hakikî mânâda sevmek, onu (asm) taklitle olur. Muhabbeti, duymak için, ruha massetmek gerek. Yarın hesap gününde, şefaati umulur; hatta, umudumuzdur. Gönüller Sultanına bin kere binler salât, bin kere binler selâm olsun. İki Cihan Serveri Efendimize (asm)… .... Kendini garip sanma, her derde tabip o (asm) var, Kalp yüzünü ona (asm) dönder… Tek, bir tek Habib o (asm) var!..8
Dipnotlar:
1- Said Nursî, Lem’alar (yt), 505. 2- Tevbe Sûresi, 28. 3- Said Nursî, Lem’alar (yt), 174. 4- Said Nursî, Barla Lâhikası (sy), 151, (Mesele-i Müteferrika). 5- Ahzab Sûresi, 56. 6- Kâdı İyaz, Şifa-i Şerif Tercümesi, 36. 7- Said Nursî, Lem’alar (yt), 181. 8- Mustafa Necati Bursalı. 29.04.2010 E-Posta: [email protected] |