Ali Rıza AYDIN |
|
Türkülerin “mesel”i |
Her beldeden yanık yanık ses gelir. Her birisi folkloruyla beslenir. Kimi ağıt, kimi bozlak, kimi türkü, kimi saz. Çağrışıyor bölgelerden bizlere avaz avaz. Memleketin bir gerçeği buram buram hasret kokan türkülerler. Kimi “han”dan, kimi “can”dan, kimi “yâr”dan söz eder; bazısının âhı semaya gider. Türkü türkü benim güzel Türkiyem. Her kültürün kendine has türküsü, ahvalini anlatan bir kürsüsü. Bu da, başka, kardeşlik görüntüsü… Her lehçenin, her şivenin özü var; ona göre söylenilmiş sözü var. Kimi “Hay”dan medet umar, kimi hayat dersi sunar. Bazısında yürekler yangın yeri, bazıları yiğitlerin minderi. Er meydanı avaz avaz türküler. Bütün bunlar, bu ülkemizin gerçeği!.. Erzurum’da “Kaleli”nin sesi var, Ürgüp’ün de “Başaran” bestesi var. Yozgat’ın çamlığından seslenir “Nida”, Urfa bölgesinden çıkmış bir “Hamza”. “Ahmet Gürses” Aksaray’ın eskisi, sulu sulu Avanos’un testisi. Berber “Ârif” Trakya’nın sünbülü, “Fahri Kaya” Malatya’nın bülbülü. “Bismillahsız el atıyor ekmeğe” dedi durdu “Çobanoğlu”, ömrünce. Velhâsıl: Halkın geleneğini, âdetini, efsânesini, edebiyatını hülâsa; insanların hâlini anlatıyor türküler. Yaşanan hâdiseler, duyulan efsâneler ardından türkü olmuş. O günü, o günün hikâyesini taşımış tâ bugüne. Bunlardan birkaç örnek: “Bitlis’te beş minare”, savaştan sonra doğmuş: Savaş sonrası, şehre dönen baba oğul, Dideban Dağı eteğine gelirler. Baba, oğlunu, ileriye gönderir. “Acaba Bitlis’in ahvali nicedir” diye. Oğul bulunduğu yerden babasına seslenir: “Şehirde hiçbir hayat izi yok; sadece beş tane minare ayakta kalmış” der. Bunu duyan baba, diz çöküp ağlayarak, oğlunu çağırır: “Bitlis’te beş minare! / Beri gel oğlan beri gel, Yüreğim dolu yâre, / Beri gel oğlan beri gel” diyerek hicranını dışa vurur… Bu ağıt, zamanla türkülere konu olur. “Burası Muş’tur” türküsü ise, bir başka hüzne konu: Osmanlı zamanında Muş ilinden birçok genç, orduya katılarak “Ölürsem şehit, kalırsam gazi olurum” diyerek Yemen’e gitmişler. O günün iklim ve savaş şartları neticesinde hiçbiri geri dönememiş, şehit olmuşlar. Kara haber Muş’a gelince, halk arasında “şivan” denilen ağıtlar yakılarak feryatlar yükselir. Gelenek gereği, cenazesi olmayanlar cenazesi olan hanelere yemek pişirip götürmek için ocaklar yakar, kazanlar kaynatırlar. Cenaze sayısının çok oluşundan, şehrin her tarafında, yakılan ocaklardan dumanlar tüter. Nişanlısı “Refil Alayı” ile Yemen’e giden ve henüz kara haberden habersiz olan bir genç kız, ağıt seslerini ve yaz mevsiminde şehrin semasına yükselen duman halelerini görünce: “Havda bulut yok, bu ne dumandır, Mahlede ölüm yok bu ne şivandır?” der. Merak eder, soruşturur; olanları öğrenir. Öğrenir öğrenmesine ama, gönlündeki feveran kabına sığmaz olur: “Bu Yemen elleri ne de yamandır! Ano Yemen’dir, gülü çemendir. Giden gelmiyor, acep nedendir?” diye ağıt yakar, ağlayarak söylenir. Bunlar gibi birçok hikâyeler var. Meselâ: “Şen olasın Ürgüp dumanın tütmez” diye başlayan “Cemalım”ın hikâyesi; “Çayda çıra” Elazığ efsanesi; “Mezar arasından atlayamadım / Döküldü cephanem toplayamadım” mısralarıyla “Kâzımım”; “Hasan Mutlucan”ın söylediği kahramanlık türküleri ve binlerce türkünün yüzlerce öyküsü, başlı başına, bir hayat yansıması. İlginçtir! Türkülerde, Doğu - batı, kuzey - güney birbiriyle barışık. Sevinç-neşe, hüzün-keder hep beraber, karışık. Birbirine “ulak” olur türküler. Kulak verip, dikkat edip dinleyince onları, derinden derine bir enin gelir; “ebed” arzuları böyle seslenir! Ya, alamadığını; ya, kavuşamadığını; ya da, doyamadığını fısıldayıp dururlar. Gönlün “gönlü”, gönül teli türküler… 22.04.2010 E-Posta: [email protected] |