Mikail YAPRAK |
|
Müslümanların duâsını alan cumhurbaşkanı adayı |
Müslümanların sadece duasını değil, oylarını da alacak olan bu aday, halihazırda zaten cumhurbaşkanıdır. Hofburg Sarayındaki koltuğunda ülkeyi yöneten devlet başkanıdır. Altı yıldan beridir bu üstün görevi yüzakıyla yürütmüştür. Bu aday zaten seçilmiştir. Bu seçim de seçilmişin seçimi olacaktır. Yükselen bir oy potansiyeli ve güven tazeliğiyle Heinz Fischer makamında oturmaya devam edecektir. Evet, mevcut üç adaydan biri olan bu sosyal demokrat adayın, bir altı yıllığına daha o makamda oturmasını, ölümden başka engelleyebilecek bir sebep gözükmüyor. Mevcut sistem içinde cumhurbaşkanını seçecek olan halkın kararının bu yönde olduğu da oldukça açıktır. Avusturya kanunlarına göre, 34 yaşını dolduran ve 6 bin destekçiden imza toplayabilen her vatandaş cumhurbaşkanlığına aday olabilir. Diğer adaylar bu hususta da, bu sosyal demokrat adayın çok gerisinde kaldılar. Onu yeniden adaylığa dâvet eden 45 bin destek imzası toplandı. Gerek otuz yıllık milletvekilliği döneminde, gerekse altı yıldan beridir yürüttüğü bu üstün görevde hep pozitif performans sergileyen 71 yaşındaki bu adayın, yeniden adaylığını bile halk istemiştir. Hatta ümitlerini, onun aday olmamasına bağlayan birkaç önemli isim, onun adaylığını açıklamasından sonra, adaylıktan çekilmişlerdir. Çünkü Avusturya tarihinde, görevde olan bir cumhurbaşkanı ikinci defa seçime gittiğinde seçimi kaybetmemiştir. Gerek parlamentodaki sandalye sayısı ve gerekse genel oy oranı bakımından SPÖ’den sonra hemen ikinci sırada yer alan ÖVP’nin aday çıkarmamasına bir mantıklı yaklaşımı daha var ki, bizim Türkiye’dekilerin kulaklarına küpe olacak niteliktedir. İşte o mantık: “Cumhurbaşkanlığı seçimi için gereksiz harcama yapmaktansa, partimizin gelecek parlamento seçimlerine odaklanması ve bu masrafı orada yapması daha mantıklı olur.” Halbuki FPÖ, kendi beyanına göre 1,6 milyon euro harcayacak.. Ve kendisi de harcanacak.. Adayının asıl hedefi de cumhurbaşkanı olmak değilmiş (ki zaten olamaz), bir FPÖ adayının bugüne kadar alabildiği en yüksek oy oranını geçmekmiş.. *** Dilerseniz, yazımızın asıl konusunu teşkil eden adayımızdan, yani halihazır Cumhurbaşkanımızdan biraz daha söz edelim. Müslümanların duasını kendisine lâyık gördüysek, bunun kuru bir iddia olmadığını biraz daha izhar etmemiz gerekir. Doğrusu, bir Müslümanın ellerini açarak, “Yâ Rabbî, bu adamın yüzünü bu seçimlerde ak çıkar, onu başarılı kıl” dediğine şahit olmadım. Ama mâlûmunuzdur ki, duaların çeşitleri var. Bir insanın iyiliğinden, güzel sıfatlarından söz etmek de onun hakkında bir duadır. Onun güzel sıfatlarına ve müsbet icraatlarına dair yazmak da duadır. Onun için sandık başına gidip ona oy vermek, onun seçilmesini istemek de fiilî bir duadır. Biz dahi bu Pazar günü bunu yapacağız İnşaallah. Dr. Heinz Fischer’in devlet adamlığı seyir defterinde şimdi güzel bir “tevafuk” da göründü. Kendisi 71 yaşında.. Halkın kendisine oy teveccühü yüzde 71 gibi gözüküyor. Son kamuoyu yoklamasında halkın yüzde 71’i onun cumhurbaşkanlığından memnun olduğunu beyan etti. Fischer, 2004’te seçilir seçilmez ülkede yaşayan göçmenlerle geliştirdiği diyalog sayesinde birleştirici bir rol oynadı. Ramazan ayı ve bayram günlerinde Müslümanları Hofburg Sarayında ağırladı. Kur’ân ve ezan sesini kendi sarayında çınlattı. Müslüman toplumun da, ülkenin bir parçası olduğunu göstermek yolunda önemli adımlar attı. *** Diğer iki adaya gelince, her birisinin kendine has fikirleri ve farklı partilerine rağmen, sadece bir hususta ruh ikizi gibidirler. İslâma karşı tavırlarıyla ve Türkiye’nin AB adaylığına şiddetle karşı çıkışlarıyla aynı bağnazlığı paylaşırlar. İslâm toplumu onları cami düşmanı olarak yakından tanır. Ama Avusturya toplumu onları daha dışlayıcı, daha sert söz ve eylemler ile âdeta kendi radikal ve marjinal kabukları içine mahkûm ediyor. Meselâ, bu iki adaydan birisi için “Avusturya’nın yüz karası” ifadesini kullanan siyasetçiler bile var. Bu iki adayın ilginç iki yönü daha var ki, Müslümanların da dikkatini çekiyor. Bunlardan birisi dört kız babası olup, kürtaja şiddetle karşıdır. Diğeri de on çocuk annesi olarak, bizdeki kürtajcılara on tokat vuruyor. Görüyorsunuz ya, kimlerden neler hâsıl oluyor... Hayretimizi bastırmak için, yine Hazret-i Bediüzzaman’a kulak veriyoruz: “Çünkü onlar Peygamberi inkâr etseler, diğerlerini tanıyabilirler. Peygamberleri bilmeseler de Allah’ı tanıyabilirler. Allah’ı bilmeseler de kemâlâta medar olacak bazı güzel hasletler bulunabilir.” Bunun en bariz örneği Türk solu ile Avrupa solu mukayesesinde göze çarpar. Türk solu kemâlât ve kalite bakımından Avrupa solunun çok gerisindedir. Avrupalı bir solcu, demokrat ve insan haklarına saygılıdır. Sosyal adaletin temini için çalışır. Ya bizdekiler?
22.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet BATTAL |
|
Medenî dediğin... |
Mehmet Âkif merhum, “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” diyordu ya. Medeniyetin kendisinden geriye ne kaldığı kadar, ol medeniyetten bize ne kaldığı da önemli. Size bu gün tam bir “tek diş” hikâyesi anlatacağım. Kurtuluş savaşında—ki bu harbin hakikî adı mücahede-i milliyedir— yedi düveli dize getiren milletimiz, Lozan’la birlikte yeni bir yola girdi, malûm. Bu yeni yolda atılan ilk adımlardan biri “hukuk inkılâbı” adı da giydirilen “kanunlaştırma devrimi”dir. 1925 yılında başlayan ve hepi topu bir yıllık sürede bitirilen tercüme faaliyetinin sonucunda, toplamı üç bin maddeyi bulan üç büyük kanun, 1926 yılında yürürlüğe konuldu. Bunlardan Medenî Kanun İsviçre medenî kanununun hemen hemen aynen tercüme ve iktibas edilmiş halidir. Bu kanunun yapılış amacı, hukukta ve hayatta dinden uzaklaşmak ve batılılaşmak olarak açıklandı. Kanunun Esbab-ı Mucibe Layihasının (Genel Gerekçesinin) hemen başlarındaki bazı cümleleri şöyle idi: “Hali hazırda Türkiye Cumhuriyetinin müdevven bir Kanun-u Medenîsi yoktur. Yalnız, akitlerin küçük bir kısmına temas edebilen Mecelle vardır. …iptidaî bir takım kaidelerden ibaret olduğundan tatbik edilmemektedir. Mecelle’nin kaidesi ve anahatları, dindir. Halbuki, hayat-ı beşer, hergün hattâ her an esaslı tahavvüllere maruzdur. Bunun tahavvüllerini, yürüyüşünü hiçbir zaman bir nokta tarafında tesbit etmek ve durdurmak mümkün değildir. Kanunları dine müstenit olan devletler kısa bir zaman sonra memleketin ve milletin mütalebelerini tatmin edemezler. Çünkü dinler, lâyetegayyer hükümler ifade ederler. Hayat yürür; ihtiyacat sür’atle değişir, din kanunları, mutlaka ilerliyen hayatın huzurunda şekilden ve ölü kelimelerden fazla bir kıymet, bir mânâ ifade edemezler. Değişmemek, dinler için bir zarurettir. Bu itibarla dinlerin sadece bir vicdan işi olarak kalması, asr-ı hazır medeniyetinin esasatından ve eski medeniyetle yeni medeniyetin en mühim farikalarından birisidir. Esaslarını dinlerden alan kanunlar tatbik edilmekte oldukları camiaları nazil oldukları iptidaî devirlere bağlarlar ve terakkiyata mâni bellibaşlı müessir ve âmiller sırasında bulunurlar. Türk milletinin mukadderatını asr-ı hazır içinde dahi Kurun-u Vusta ahkâm ve kavaidine raptetmekte, dinin lâyetegayyer ahkâmından mülhem olan ve ulûhiyetle daimî temas halinde bulunan kanunlarımızın en kuvvetli müessir olduklarına şüphe edilmemelidir. “Türk milletinin kararı muasır medeniyeti bilâ kaydü şart tekmil prensipleri ile kabul etmektir. “Muasır medeniyetin Türk câmiasile kabil-i telif olmıyan noktaları görülüyorsa bu, Türk milletinin kabiliyet ve istidadındaki noksandan değil, onu fuzulî bir surette ihata eden kurun-u vustaî teşkilât ve dinî müdevvenat ve müessesattandır.” Bu uzun cümlelerin, elli yıl sonra yapılan özeti şöyle: “Batı uygarlığına mümkün olan sür’atle dahil olmanın yollarından biri de hiç şüphesiz Batı âlemine mensup bir medeni kanunun kabulü idi”. (İstanbul Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. İlhan Akın’ın Medeni Kanun 50. Yıl Sempozyumunu açış konuşması, Medeni Kanun 50. Yıl Sempozyumu, İstanbul Üniversitesi Mukayeseli Hukuk Enstitüsü Yayını, İstanbul-1977, s. 15-17). Bu gidişin kimin tercihi olduğu ve kime onaylatıldığı da aynı konuşmada şöylece açıklanıyor: “Millî bünyemizin strüktür ve ihtiyaçlarının bilincine müstesna bir sezişle sahip olan büyük Atatürk’ün ve onun izinde yürüyen Türkiye Büyük Millet Meclisinin seçimini izah eden sebepler işte bunlardır.” Buraya kadarını az çok biliyoruz. Pekalâ, şunu biliyor muyuz? Bu kanunun bir sebebi de dinî azınlıklara Lozan’da tanınan haklarını vermektir. Bu anlaşmaya göre, yeni devlet, Osmanlı Devletinin son dönemindeki gibi, çok hukukluluk prensibini benimseyecekti. Yani Müslüman çoğunluk için ayrı kanun, azınlıklar için onların dinine ve kültürüne uygun ayrı kanun yapacaktı. “Yasama organının bağımsızlığına ve egemenliğine ne de olsa bir gölge düşüren bu imtiyaz, İstiklâl Savaşının meyvelerini eksiksiz elde etmemize bir engel teşkil ediyordu.” (s. 16) Yani bu durum hukukta ve hayatta çift başlılığa sebep olacaktı. Çözüm bulundu! Gayet basit: “İşte, Türk Medenî Hukukunu şer’î esaslardan sıyırmanın ve buna tamamen layik bir hüviyet vermenin sağlayacağı büyük faydalar yanında, kayda değer bir menfaat de, azınlıklara … tanınmış olan bu imtiyazın sebeb-i hikmetini ortadan kaldırmasıydı.” (s. 16) Yani, herkes için geçerli tek kanunumuz olsun. Kanunları tamamıyla Batıdan alalım ve herkese uygulayalım. (Lozan’la tanınan azınlıklara uygun bir hukuk düzeni kuralım ve çoğunluğun hukukunu da o kurallarla belirleyelim yeter). Bu müthiş buluşla, Batının tek dişi kalmış medeniyetinin medenî kanunu alınıp, tıpkı bir korse gibi, sıka sıka, İslâm toplumuna giydirildi ve çoğunluk azınlığa tabi kılındı (Bağırsak düğümlenmesinin sıkıntılarını halen de çekiyoruz). “Medeniyet dediğin” böylece bize de gelmiş oldu. Amma, mühim bir eksik var. Medeniyetin kanununu getirenler, azınlıkları içerde tutmadı, tutamadı. Azınlıklar gittiler, “hukukları kaldı yadigâr”. Bu hikâye sizin aklınıza hangi fıkrayı getirdi bilemem. Ama benim aklımda bir-iki fıkra var, sormayın, anlatamam.
22.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Mevlid (Vesilet’ün Necât) |
Bu alanda yazılmış ilk eserdir. Daha sonraları benzerleri yazılmış ise de hiçbiri onun kadar beğenilmemiştir. Dilimizde mevlid denince Peygamberimizin doğumu ve bunu anlatan eser olarak bilinir. Bazıları mevlût veya mevlûd şeklinde kullanmakta ise de, bu hatalı bir kullanım olup “yeni doğan” anlamına gelmektedir. Halkımız Mevlid olarak bilse de asıl adı “Vesîlet’ün necât”tır. Kitabın sonunda şu beyitte olduğu gibi adı belirtilmiştir:
“İşbu kân-ı şehd ki şirindür dadı Bil vesîlet’ün necât oldı adı.”
Hicri 812 milâdî 1409-1410 yıllarında yazılmıştır. Bu tarihlerde Süleyman Çelebi Ulu Cami’de imamlık yapmaktadır. Arapça bir dua ile başlayan Mevlid mesnevî şeklinde yazılmış olup, 15. asır Türkçesi kullanılmıştır. Üslûbu sadedidir. Süse, yapmacıklığa, mübalâğaya düşmeden samimiyetle heyecan, duygu ve düşüncelerini anlatmıştır. Mevlid 9 bölümden meydana gelir. Bahir de denilen bu bölümler şunlardır: Münacat, Yazana dua, Peygamber Nurunun Yaradılması, Velâdet (Hz. Peygamberin doğumu), Peygamberin Mu'cizeleri, Mi’rac, Peygamberin Ahlâkı, Peygamberin vefatı, Kitabın Sonu. Mevlide sonradan ilâve edilmiş bölümlerden olan Merhaba faslı yine de halkımızca benimsenmiştir. O fasıldan bir kısmı şu şekildedir:
“Merhaba iy (ey) âli sultan merhaba Merhaba iy kânı irfan merhaba Merhaba iy sırrı-ı Furkan merhaba Merhaba iy derde derman merhaba”
Mevlid nasıl okunur?
MEVLİD toplantılarına önce Kur’ân-ı Kerim okunarak başlanır. Ardından Mevlid’in bahirleri (bölümleri) belli bir müzik makamıyla ve sırayla okunur. Her bahirden sonra tekrar Kur’ân tilâvet edilir. İlâhî ve kasideler de belli yerlerde okunur. Ancak Mevlid’in vefat bölümü okunmaz. Velâdet (doğum) bahrinde Peygamberimizin doğduğunu bildiren beyit okunduğunda ayağa kalkılır ve ara duası yapılır. Mevlid’in sonunda asıl dua yapılır, Fatiha okunarak bitirilir.
Mevlid (Vesilet’ün Necât) neden yazılmıştır ?
BUNA sebep olan hadise Latîfî Tezkiresi’nde genişçe anlatılır: Bursa’da bir vaiz camideki vaazında “Biz O’nun (Allah c.c) Peygamberlerinden hiçbirini öbürlerinin arasından ayırmayız, hepsine inanırız.” (Bakara Sûresi, 285) âyetini tefsir ederken, bu âyet gereği Hz. Peygamber ile diğer peygamberler arasında hiçbir fark olmadığını, daha üstün görmediğini söyler. Cemaatta bulunan bilgili bir Arap zat buna itiraz eder. “Peygamberler arasında fark yoktur” demekten murad, resulluk ve nebilik bakımındandır. Yoksa mertebe ve fazilet bakımından değildir. Eğer öyle olsa idi “O Peygamberlerin kimini kimine üstün ettik” (Bakara, 253) âyetinin mânâsına nasıl uygun olurdu?” dese de cemaat hocanın tarafını tutar. Bunun üzerine Arap zat, Halep ve Mısır’a gider, bu görüş lehinde 6 fetva getirirse de vaiz ikna olmaz. Ancak yedinci fetva da vaiz ikna olur ve kabul eder. İşte Süleyman Çelebi de Mevlid’i bu olay dolayısıyla kaleme almıştır. Bu hadisenin doğruluk derecesi kesin olarak bilinmese de Mevlid’in yazılış gayesi Süleyman Çelebi’nin Hazreti Peygamberin üstünlüğünü göstermek istemesidir.
Süleyman Çelebi
MEVLİD olarak bilinen Vesilet’ün Necât’ı yazan kişi olan Süleyman Çelebi’nin hayatı hakkında çok fazla bilgi yoktur. 1346-1351 yılları arasında doğduğu tahmin edilmektedir. Yıldırım Bayezid’in divan imamlığında bulunmuş, daha sonraları Bursa’daki Ulu Cami’ye imam olarak tayin edilmiştir. Süleyman Çelebi’nin, Çelebi ünvanı, onun bilgin bir zat olmasından dolayıdır. O devirde Çelebi ünvanı şehzadelere, Mevlevî tarikatı büyüklerine ve bilgin kâmil insanlara verilmekteydi. Kesin olarak ne zaman vefat ettiği bilinmese de 1422 yılı doğruya yakın kabul edilmektedir. Kabri Bursa’da Çekirge yolu üzerinde Eski Kaplıca yakınında Yoğurtlu Baba zaviyesi önündeki sırt üzerindedir.
NURDAN DAMLALAR
“Elbette böyle bedî bir kâinatta, böyle bir zât (Hz. Muhammed) lâzımdır. Yoksa kâinat ve eflâk olmamalıdır.”
(Sözler, s. 245; Mesnevî- i Nuriye s. 21)
22.04.2010 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Raşit YÜCEL |
|
Büyüklüğün şanı |
Efendim her şeyin bir şanı vardır. Büyüklük bir meziyettir. Hayatımızda büyükler hep olmuştur. Verimlidirler, Merttirler, Fedakârdırlar. Onlar bu özellikleri ile büyük kabul edilirler. Fakat bunu taşımak çok önemlidir. Büyüklerin özelliği mütevazi oluşlarıdır. Onların bu hali bir başka güzellik katar kendilerine. Büyüklük gösterisi yapan insan zaten kendisinin küçüklüğünü o zaman göstermiş olur. Toplumda böyle insanlar sevilmez. Sever gibi görünenlerin mutlaka maddî bir menfaat için sevdiği anlaşılır. Hayatımızın önemli bir parçasıdır bu haller. “Engin ol gönül engin ol, Dünya malına güvenme, Engin ol gönül engin ol, Bu dünyanın hali böyle, Engin ol gönül engin ol.” satırları dillerden sazlara dökülüp yıllarca zevk ile dinlediğimiz nağmelerdir. Fakat bunu vakar ile karıştırmamak gerekir. Bir idarecinin makamında gösterdiği dirayet, makamın izzetini korumak anlamına gelir. Aynı tavır ve davranışları, evinde veya sosyal hayatta uygulamaya çalışması ise, benlik ve gurur emaresi sayılır. Tevazunun da, riyakâr ve düşük davranışlar ile karıştırmamalıdır. Adamın birisi kendince takvalı olarak görünüyormuş. Nafile namazını arkadaşlarının yanında kıldığı bir zamanda riyakâr olan arkadaşı onu sitayiş ile yâd ederken, bizimki namazda bu sözleri dinliyor ve seviniyormuş. Fakat arkadaşı anlatırken, oruçlu olduğunu noksan bırakmış. Bu hâli gören bizimki, namazda iken muhataplarına başını çevirerek: ”Hem de oruçluyum“ demez mi? İşte böyle efendim. Bu tip insanlara sizler de rastlarsınız. “Büyük görünme, küçülürsün” sözü bize bir işaret taşı olmalıdır. Somuncu Baba gibi karakterli, Mevlânâ Celâleddin-i RumÎ gibi gönül insanı, Yavuz Sultan Selim Han gibi kahraman, aynı zamanda mütevazi, Bediüzzaman gibi tevazu, feragat ve fedakârlık timsâlince gönül sultanları gibi, büyüklüğün hakkını verenlerden olmak asıldır. Yoksa, dünyada kazandığını, dünyada bitiren bîçâreler gibi olmamalıyız. Bu güzel bir haslettir efendim. Tarihler onları hayır ile anar. Büyüklüğün şanını bilemeyenler ise pespayelikten kutulamazlar. “Engin ol gönül, engin ol” diyen ne güzel söylemiş. Böyle engin olan insanların yanında rahat edersiniz. Dertlerinizi paylaşabilirler, sevinçlerinize ortak edebilirsiniz. Onlar sizin eksiklerinizi yâd ellere götürmezler, kendileri de unuturlar. 22.04.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
İçten içe çürüme var |
Ahlâkî çürüme ve yozlaşmanın had safhaya vardığı bir dönemden geçiyoruz. Bilhassa fuhuş, cinayet, uyuşturucu... kaynaklı haberlerde adeta patlama yaşanıyor. Bu haberler de, gerçekte yaşananların belki de çok az bir kısmını yansıtıyor. Zira, ahlâksızlığın ekseriyeti perde altında cereyan ediyor. Patlak verenler, mevcudun ancak buzdağının su üzerinde görünen kısmı kadardır. * * * Yer, zaman ve şahıs ismi belirtmeden bir hadisenin mahiyetini anlatmanın ne kadar zor olduğunun farkındayım. Ama ne yapalım ki, "ahlâkî çürüme"nin bir nevi göstergesi durumundaki hadiseler hakkında böyle kapalı ve usturuplu bir lisan kullanmak mecburiyetindeyiz. Aksi halde, hiç ilgisi olmayan bazı şahıs, zümre veya yöre insanı, haksız şekilde zan altında kalabilir. * * * Günümüz gençliği için örnek gösterilen, hatta alabildiğine özendirilerek onlara benzetilmeye çalışılan bazı sanatçıların zaman zaman ifşâ edilen skandal halleri, bu ülkedeki seçkin bazı insanların bile nasıl feci bir ahlâkî dejenerasyona uğradığını gösteriyor. Hiç umulmadık, hiç tahmin edilmedik bu seçkinlerin fuhuş, ya da uyuşturucu bataklığına düştüğünü gören günümüz insanı ve bilhassa gençliği, dehşet verici travmalar yaşıyor. Zira, kendi kendine söylenerek de olsa "Bu şöhretler bile böyle olduğuna ve böyle durumlara düştüğüne göre, acaba ben kendimi nasıl kurtarabilirim, nasıl muhafaza edebilirim?" telâşına düşüyor. Evet, şöhret isimlerin "kötü örnek" olması, ne yazık ki toplumda büyük travmaları, ürkütücü sendromları tetikliyor. * * * Öte yandan kadınların, kızların ve hatta küçük yaştaki çocukların tacize, dahası tecavüze uğraması, binlerce teessüf olsun ki, yer yer yaygınlık kazanıyor. Zihninizi tensiz ederiz; ancak, bu ahlâksızlık vâdisinde de tüyler ürpertici, insaniyeti sukût ettirici vakıalar yaşanıyor. * * * Hasılı: Dert bellli, sıkıntı âyân–beyân. Asıl mesele, devâyı araştırmak, çareyi bulup sunmaktır. Birinci derecede çare bulmak, tedbir almak mevkiinde olanlar, ne yazık ki, ya yaşanan vahâmetin farkında değiller, ya ihmâlkâr davranıyorlar, ya da gaflet içinde olup, nisbeten basit, lüzumsuz işlerle meşguller. O halde, en büyük vazife, yine cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını tamir ve ihyâ edecek olan Kur'ân şâkirdlerine, imân fedâilerine düşüyor demektir. Bu yolda hizmet edenler için, tam bir seferberlik zamanıdır.
Tarihin yorumu 21 Nisan 1938
İttihatçıların "Türkçülük" mârifeti
Bozuk İttihatçıların eseri olan "Türk Ocakları"na yeniden canlılık ve işlerlik kazandırıldı. 22 Nisan 1924'te yeni dönemin I. Türk Ocakları Kurultayı çalışmalarına başlandı. Bu gelişme, "Bozuk İttihatçılık" fikrinin Cumhuriyetin ilk yıllarında da aynen devam ettirildiğini gösteriyor. Zira, İttihat ve Terakki Komitesinin devlet ve hükümet birimlerine hakim olduktan sonra (1909) teşkil edilen ve günden güne yaygınlık kazandırılan cereyan "Türkçülük–Turancılık" cereyanı oldu. Hiç vakit kaybetmeden, bu meyanda hummalı bir faaliyet başlatıldı. Bir yandan dersler, konferanslar verilmeye, bir yandan da gazetelerde hamaset yüklü makaleler, destanlar döşenmeye başlandı. Türkçülerin reislerinden Ziya Gökalp'in "Alageyik" şiiri, işte bu dönemin bir eseri. Birkaç mısrası şöyle:
Kaya deldin, dağ yardın, Geldin, beni kurtardın. Ah o imiş anladım, Sevincimden ağladım, Dedim, Turan Meleği! Türkün yüce dileği! Yüz milyon Türk bu anda Seni bekler Turanda.
Keza, Kırımlı Yusuf Akçura'nın ortaya koyduğu “Üç Tarz–ı Siyaset” fikri, yine bu dönemde kuvvet buldu. Bunlar ise: 1) Tevhid–i Etrak; 2) Türklük; 3) Türk Milliyet–i Siyasîyesi kavramlarla ifade edildi. Akçura, aynı zamanda 3 Temmuz 1911'de faaliyete başlayan ve 22 Mart 1912'de resmî kuruluşu gerçekleşen Türk Ocakları'nın da en aktif kurucu üyesidir. Hem ona, hem de Ziya Gökalp'e bir nevî "idol" nazarıyla bakılıyordu ki, her ikisi de "hakiki Türk" değildir. Buna rağmen, günümüz bazı milliyetçileri bu iki şahsa hâlâ "Türkçülüğün öncüleri" diye itibar gösteriyor.
Misyon devam ediyor
Turcancı İttihatçılar, II. Meşrûtiyet yılları boyunca gayr–ı Türk ne kadar unsur varsa, hemen tamamını Türk'e düşman noktasına getirmeyi başardılar. Aynı muzır faaliyet, Cumhuriyet'in ilk döneminde de kesintisiz şekilde devam etti. 1923'ten itibaren yurdun hemen her köşesinde açılan Türk Ocaklarının şube sayısı, 1926'da 217'ye, üye sayısı ise 30 bine ulaştı. Türk Ocaklarının kapatıldığı 1931 senesinde ise, şube sayısı 278, üye sayısı 32 bin olarak tesbit edildi. (Bkz: Zekeriya SERTEL,”Türk Ocakları Nasıl Islah Edilebilir?”; Son Posta, 19 Mart 1931.) Türk Ocaklarının bu tarihte kapatılmasının sebebi, o dönemde kurulan birkaç aylık faaliyetiyle CHP'lilerin gözünü korkutan Serbest Cumhuriyet Fırkasının faaliyetleriyle doğrudan ilgili olarak gösteriliyor. Halk Partililere göre, Türk Ocakları, siyaseten yer yer tarafsız veya pasif kaldı. Oysa, bu ocakların CHP'ye kayıtsız şartsız destek vermesi isteniyordu. Kapatılan Türk Ocaklarının malları satışa çıkarıldı, borçları ödendi, gere kalan mal ve emlâkı ise Halkevleri'ne devredi. Ocakların tasfiye işlemi tâ 1944'e kadar devam etti. Türk Ocaklarının Cumhuriyet döneminde gerek canlanması ve gerekse 1930'lu yılların başından itibaren sönmeye yüz tutması, doğrudan M. Kemal'in tutum ve yaklaşım tarzıyla izah edilebiliyor. Bu yaklaşım tarzı esas alınarak, Bakanlar Kurulunun 2 Aralık 1924 tarihli toplantısında, Türk Ocaklarının “12 senedir halkçılık ve milliyetçilik prensiplerinin memleketin en uzak köşelerinde neşir ve tamime çalıştığı” özellikle belirtiliyor. (Bkz: Başbakanlık Arşivi, Bakanlar Kurulu Kararları, No: 30.18.01/12.58.16.) Türk Ocaklarının işlevi, 1931'den sonra "Kemalist Türkçülük" şeklinde Halkevlerinde devam etti. 22.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali Rıza AYDIN |
|
Türkülerin “mesel”i |
Her beldeden yanık yanık ses gelir. Her birisi folkloruyla beslenir. Kimi ağıt, kimi bozlak, kimi türkü, kimi saz. Çağrışıyor bölgelerden bizlere avaz avaz. Memleketin bir gerçeği buram buram hasret kokan türkülerler. Kimi “han”dan, kimi “can”dan, kimi “yâr”dan söz eder; bazısının âhı semaya gider. Türkü türkü benim güzel Türkiyem. Her kültürün kendine has türküsü, ahvalini anlatan bir kürsüsü. Bu da, başka, kardeşlik görüntüsü… Her lehçenin, her şivenin özü var; ona göre söylenilmiş sözü var. Kimi “Hay”dan medet umar, kimi hayat dersi sunar. Bazısında yürekler yangın yeri, bazıları yiğitlerin minderi. Er meydanı avaz avaz türküler. Bütün bunlar, bu ülkemizin gerçeği!.. Erzurum’da “Kaleli”nin sesi var, Ürgüp’ün de “Başaran” bestesi var. Yozgat’ın çamlığından seslenir “Nida”, Urfa bölgesinden çıkmış bir “Hamza”. “Ahmet Gürses” Aksaray’ın eskisi, sulu sulu Avanos’un testisi. Berber “Ârif” Trakya’nın sünbülü, “Fahri Kaya” Malatya’nın bülbülü. “Bismillahsız el atıyor ekmeğe” dedi durdu “Çobanoğlu”, ömrünce. Velhâsıl: Halkın geleneğini, âdetini, efsânesini, edebiyatını hülâsa; insanların hâlini anlatıyor türküler. Yaşanan hâdiseler, duyulan efsâneler ardından türkü olmuş. O günü, o günün hikâyesini taşımış tâ bugüne. Bunlardan birkaç örnek: “Bitlis’te beş minare”, savaştan sonra doğmuş: Savaş sonrası, şehre dönen baba oğul, Dideban Dağı eteğine gelirler. Baba, oğlunu, ileriye gönderir. “Acaba Bitlis’in ahvali nicedir” diye. Oğul bulunduğu yerden babasına seslenir: “Şehirde hiçbir hayat izi yok; sadece beş tane minare ayakta kalmış” der. Bunu duyan baba, diz çöküp ağlayarak, oğlunu çağırır: “Bitlis’te beş minare! / Beri gel oğlan beri gel, Yüreğim dolu yâre, / Beri gel oğlan beri gel” diyerek hicranını dışa vurur… Bu ağıt, zamanla türkülere konu olur. “Burası Muş’tur” türküsü ise, bir başka hüzne konu: Osmanlı zamanında Muş ilinden birçok genç, orduya katılarak “Ölürsem şehit, kalırsam gazi olurum” diyerek Yemen’e gitmişler. O günün iklim ve savaş şartları neticesinde hiçbiri geri dönememiş, şehit olmuşlar. Kara haber Muş’a gelince, halk arasında “şivan” denilen ağıtlar yakılarak feryatlar yükselir. Gelenek gereği, cenazesi olmayanlar cenazesi olan hanelere yemek pişirip götürmek için ocaklar yakar, kazanlar kaynatırlar. Cenaze sayısının çok oluşundan, şehrin her tarafında, yakılan ocaklardan dumanlar tüter. Nişanlısı “Refil Alayı” ile Yemen’e giden ve henüz kara haberden habersiz olan bir genç kız, ağıt seslerini ve yaz mevsiminde şehrin semasına yükselen duman halelerini görünce: “Havda bulut yok, bu ne dumandır, Mahlede ölüm yok bu ne şivandır?” der. Merak eder, soruşturur; olanları öğrenir. Öğrenir öğrenmesine ama, gönlündeki feveran kabına sığmaz olur: “Bu Yemen elleri ne de yamandır! Ano Yemen’dir, gülü çemendir. Giden gelmiyor, acep nedendir?” diye ağıt yakar, ağlayarak söylenir. Bunlar gibi birçok hikâyeler var. Meselâ: “Şen olasın Ürgüp dumanın tütmez” diye başlayan “Cemalım”ın hikâyesi; “Çayda çıra” Elazığ efsanesi; “Mezar arasından atlayamadım / Döküldü cephanem toplayamadım” mısralarıyla “Kâzımım”; “Hasan Mutlucan”ın söylediği kahramanlık türküleri ve binlerce türkünün yüzlerce öyküsü, başlı başına, bir hayat yansıması. İlginçtir! Türkülerde, Doğu - batı, kuzey - güney birbiriyle barışık. Sevinç-neşe, hüzün-keder hep beraber, karışık. Birbirine “ulak” olur türküler. Kulak verip, dikkat edip dinleyince onları, derinden derine bir enin gelir; “ebed” arzuları böyle seslenir! Ya, alamadığını; ya, kavuşamadığını; ya da, doyamadığını fısıldayıp dururlar. Gönlün “gönlü”, gönül teli türküler… 22.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Sami CEBECİ |
|
Anlamsız ve zararlı duygular |
Güneş sistemine bağlı şirin ve mavi bir gezegen olan dünyada, en şerefli ve aziz bir misafir olan insanın, imtihanına vesile olması için verilen müsbet duygular olduğu gibi; rekabet, kıskançlık, haset, kin, nefret ve düşmanlık gibi menfî duygular da verilmiştir. Ruhun hayatiyetini devam ettirebilmesi için verilen akıl, gazap ve şehvet kuvvelerine bağlanan bu müsbet ve menfî duygular, akıl ve iradenin hâkimiyetinde kalırsa her cihette müsbet neticeler verir. Nefs-i emmârenin tesiri altında kalırsa, hayvanları ve şeytanları bile geride bırakacak olumsuzluklar o insandan meydana gelir. Böyle insanlar, bulundukları cemiyetleri alt üst eden karıştırıcı bir âlet veya zehirleyen birer yılan gibi olurlar. Her yere hâkim olmak ve her şeyi kontrol altında tutmak, bir kısım insanların arzu ettikleri bir neticedir. Hem de hâkimiyetin gereği istiklâliyet ve ortağı kabul etmemektir. Bu arzu yüzünden nice dindar padişah ve sultanlar kardeş veya oğlunu ortadan kaldırmıştır. Tarih bunun yüzlerce örneğiyle doludur. Yakın tarihe baktığımız zaman, devletin bütün iplerini ele geçirenler, kendilerine rakip olabilecek kimler varsa ya vücudunu ortadan kaldırmış, ya da tamamen toplum ve siyaset hayatından dışlayarak onların kendi köşelerinde sessizce ölüp gitmelerine sebep olmuşlardır. Halbuki, dünyaya sığmayan ve rakip kabul etmeyen o kudretli insanlar, bugün toprağın altında yaptıklarıyla baş başa kaldılar. Hep dünyada kalacakları zannıyla yapmadık zulüm bırakmayanlar, her fâni gibi bu dünyayı terk etmek zorunda kaldılar. Bir gün haberlere bakıyordum. Birinci haber olarak verilen şey dikkatimi çekti. Birisi elinde naylon torba içinde bir şey taşıyordu. Haber spikeri naylon torba içinde taşınan şeyin, 27 Mayıs 1960 ihtilâlinin kudretli generali Cemal Gürsel’in kemikleri olduğunu söylüyordu. Devlet mezarlığına naklediliyormuş. Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan gibi hayatını milletin hizmetine adayan vatanperver insanları asan irâdenin sahibi de, nihayet onların gittiği âleme gitmişti. Ne kadar hazin ve ibret verici bir tablo! Bir ay önce Ahmet Genç Ağabeyle, İstanbul’da Osmanlı camilerini ziyaret ediyorduk. “Ya ben İstanbul’u alırım ya da İstanbul beni!” diyen Peygamber müjdesine mazhar Fatih Sultan Mehmet, kendi adına anılan caminin haziresinde yatıyordu. Kırk altı yıl padişahlık yapan Kanuni Sultan Süleyman da öyleydi. Yeniçeri Ocağına son veren ve bir çok Avrupaî yenilikleri buraya getiren 2. Mahmud ile Osmanlı Devletinin en zayıf döneminde otuz üç sene başarıyla yöneten 2. Abdülhamid de aynı türbede Çemberli taş mevkiinde birlikte yatıyorlardı. Dünya hiç kimseye kalmıyordu. İkindi namazından sonra Eyüp Sultan Kabristanını ziyaret ettik. Asrın mânevî sahibi Bediüzzaman Hazretlerinin “O kendini bilmiyor. Yetmiş evliya kuvvetindedir” dediği Tahiri Mutlu Ağabey, “Kâinata değişmem” dediği Zübeyr Gündüzalp Ağabey, “Nurcuların Avukatı” ünvanına sahip Bekir Berk Ağabey, veli doktor Sadullah Nutku, Yeni Asya Gazetesinin ilk kurucularından Mustafa Nezihi Polat ve Risâle-i Nur hizmetinin emektarlarından Mehmed Emin Birinci Ağabeyler hep bir arada yatıyorlardı. İşte hayat böyleydi. Sonumuz hep bu olacaktı. Kim olursa olsun bu dünyada kalınmıyordu. Kötüler gibi iyiler de oradaydı. Dünyanın olumsuzluklarına ve bir çok menfî duygulara kapılıp mağlûp olmaya bu hayat değmiyordu. Âkıbet bir poşet kemikten ibâretti. Sade vatandaş, mühendis, doktor, profesör ve devlet makamlarında bulunmak bu sabit sonucu değiştirmiyordu. Anlamsız ve zararlı duygular yüzünden hem dünya, hem de âhiret hayatı berbat edilmemeliydi. “Maddî ve manevî, dünyevî ve uhrevî hiçbir maksat gözetmeden, yalnız ve yalnız rızâ-yı İlâhî yolunda hizmet bana gösterildi” diyen muazzez Üstadımız gibi, bu yüksek maksat hedef alınmalı ve başka hiçbir şeye bakılmamalıydı. Bütün menfî duygulardan kurtulmanın ve müsbet hizmetlerde bulunmanın ruhu oradaydı. Eyüp Sultan Kabristanının benim âlemimde ihyâ ettiği duygular bu hakikatlerdi. Cenâb-ı Hakk’ın bu duyguları son nefese kadar muhafaza edip yaşatmasını hepimiz için niyaz ediyorum. 22.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
Bu toprakların çocukları |
Ben bu toprakların çocuğuyum. Yunus gibi gönül büyüklerinin Yavuz gibi cihangirlerin anası, Veysel’in sadık yari bu topraklar… Kan ve gözyaşlarıyla yoğrulmuş bu topraklar… Yıllarca bu toprakların havasını soludum, bu toprakların suyunu içtim; bu topraklardan yükselen ezan sesleriyle büyüdüm; hep beraber büyüdük akranlarımla. Büyüdük de… Sonradan fark ettik yarım yamalak bırakılmışlığımızı. Hep eksik kalmış hayatımız, hep eksik bırakılmış hayatımızın bir tarafları. Eksikliklerin belirlediği bir coğrafyada mecburen büyümüşüz, destansı hikâyelerle büyütülmüşüz. Şimdi de aynı toprakların adamıyım. Çocukluğumun yaşama sevinci eski bir şarkı gibi. Hayatımın eksik kalan yönlerini aramakla meşgulüm. Bizi sakat bırakan, farkında olmasak da her yönüyle bizi fakir bırakan sebepleri… Anlayamasak da bizi öksüz bırakan sebepleri… Sakat bir toplumun bir ferdiyim ya… Amaçsız koşuşturmacaların tam ortasındayım. Öğretmen olmuşum da, ne olmuşum? Faydasız hissediyorum kendimi. Faydasız bir öğretmen… Ağzının içine bakan onlarca öğrenci… Her ders sonrası biraz daha dağıldığını, parçalandığını, savrulduklarını hissettiğim öğrencilerim… Mecburen geldikleri bu dünyada mecburen yaşıyorlar gibi… Hedefsiz bir gemi… Birileri bazı hedefler belirlemişler ya onlar adına. Bilmem ne milliyetçiliğine sıkı sıkıya bağlı gençler yetiştirmek… Sonra? Cumhuriyetin temel prensiplerini ne pahasına olursa olsun yaşatacak bir gençlik… Sonra? Üniversiteli olmak... Sonra? İyi paralar kazanmak, ev, araba sahibi olmak… Sonrası? Hiç! Bir hiç için harcanan bir ömür… “Kimsesiz kimse yoktur, var herkesin bir kimsesi/Kimsesiz kaldım medet, ey kimsesizler kimsesi!” diye feryat eden, feryatlarını duyamadığımız çocuklarımız… Böyle olmamalıydı bu toprakların çocukları. Bir eksiklik var ya, bir çözebilseydik bulmacanın eksik taraflarını. Bir öğrencim nasıl yazmıştı kompozisyon kâğıdına? “Sesimi duyan var mı? Bir yerlerdeyim, bir köşesinde okulumun… Gözyaşlarımda boğulan bir gölgeyim. Yok mu sorularımı çözebilecek, beni hayat sınavından geçirecek bir hoca? Tarih kadar eski hayatım, tarih kadar trajik. Trigonometri kadar karışık, felsefe kadar anlaşılmaz. Yok mu elimden bir tutan? Çözülmesi zor bir denklemim, çözemiyorum kendimi. Tutturmuş gidiyorsun, “Dandanakan’ın tarihi kaç?” diye. Dan, dan, dan… hayatım kararıyor, tut be elimden hocam! “3 musluk 1 saatte doldurursa havuzu, kaç insan ne kadar sürede doldurur kalbimdeki boşluğu?” Hayat denklemim bu! Çok denedim çözmeyi. Bu sorunun cevabı var mı? Kopya çekmeyi denedim; tektim oysa ki sınıfta, hayat sınavında. Yani çözemedim ben bu denklemi hocam! Kocaman bir sıfır aldım, kaldım hayat sınavımdan!” Hitabeler arasında sıkışmış, muhtaç olduğu kudreti bulamayan gençliğimiz, kendini arayan biçare evlâtlarımız... Çıkmaz sokaklarda dolaşan, kimliksiz çocuklarımız, hayatın acımasız çarklarında öğüttüğümüz yavrularımız... Yalvaran gözlerle “beni bul” diyen öğrencilerimiz... Türkiye balyoz planlarını tartışıyor, çok da umurumdaydı. Anayasa değişsin mi değişmesin mi? Başkanlık sistemi gelsin mi gelmesin mi? Çocuklarımızı yediğimiz sisteme ad mı arıyoruz? Kendi çocuğunun kalbine girememişsin, nesillerini yitirmişsin, gençliğini kaybetmişsin, canavar gibisin. Her tarafın reform olsa kaç yazar? 22.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Ders kitabı, dert kitabı |
Daimî gündem maddemiz olması gereken eğitim konusuna yeteri kadar ilgi ve alâka göstermediğimiz ortada. Bazı ülkelerin toplam nüfusu kadar öğrencimiz var. Dolayısı ile, eğitim sistemimizin problemlerinin olması garip değil. Garip olan bu problemleri problem olarak görmemek ve çare aramamak... Üniversiteler ‘yasak’la hatırlanırken, ilk orta ve lise seviyesinde ise okutulan ders kitapları tartışma konusu. Daha doğrusu bu kitaplar tepeden tırnağa incelenip çocuklarımıza öğretilen bilgiler tartışılması gerekirken bu yapılmıyor. Az sayıda eğitimci bu konuları gündeme taşıyor ve bazen de kitaplardaki ‘maddî hatalar’ gündeme taşınıyor. Liselerde okutulan ve muhtevası neredeyse hiç tartışılmayan bir ders kitabı var: “Lise Milli Güvenlik Bilgisi.” Konu ile ilgili bir araştırmada şu bilgiler yer alıyor: “1926’dan beri var olan, önceleri adı Askerlik Dersi olan bu ders, daha sonra şimdiki adını aldı. 1979’da yayımlanan Milli Güvenlik Bilgisi Öğretim Yönetmeliği, son yapılan 1998’deki değişikliklerle bugün hâlâ yürürlükte. Bu yönetmelikte dersin amaçlarından biri, ‘Türkiye Cumhuriyetini her türlü koşullar altında her çeşit saldırıya karşı daima artan bir kudret ve kuvvetle korumak ve yüceltmek için Türk gençliğinin tümünde doğal olarak bulunan milli güvenlik bilincini topyekûn harbin isteklerine göre pekiştirmek’tir olarak belirtiliyor.” (Radikal, 17 Nisan 2005) Lise yıllarımızda biz de bu ders kitabını okuduk. Başlangıçta dersin fazla bir ağırlığı yoktu, hatta ders bazen ‘boş’ geçerdi. Fakat 1980 darbesinden sonra bu derse gereğinden fazla önem atfedildiğini söyleyebiliriz. Son yıllarda ise bu dersi okutan ‘hoca’ların rütbelerinin arttığı ifade ediliyor ki bu da bu derse verilen önemi gösterir. Gazetelere yansıyan bir iddiaya göre bu dersi okutmak için görevlendirilen ‘öğretmen’ler; 40’dan fazla ilde meslektaşlarını, öğrencileri ve okulları ‘fiş’lemişler. (Taraf, 21 Nisan 2010) Muhtemelen bazıları bu iddiayı inkâr edecek. Fakat Türkiye’nin yakın tarihi bir bakıma da ‘fişleme tarihi’ne benzediği için bu iddia bize ‘inanılmaz’ gelmedi. 28 Şubat 1997 sürecinde, iş adamlarının, lokantaların ve hatta börekçilerin dahi fişlendiğine dünya şahit olmadı mı? O halde bu iddialar da yabana atılmamalı. ‘Milli Güvenlik Dersi’ni anlatmak için okullara giden rütbeli ya da rütbesiz ‘öğretmenler’in; meslektaşları ya da okullarını fişlemiş olup olmaması da çok önemli değil. Asıl önemli olan ve tartışılması gereken konu, bu derste öğrencilere, çocuklarımıza neler anlatıldığıdır. Muhtevası muhtemelen ‘kötü’ yönde değişmiş olan bu dersin, lise yıllarımızda okuduklarımızdan aklımızda kalanlardan biri Türkiye’nin ‘düşmanlarla çevrildiği’ şeklindeki notlardı. “Dört yanı düşmanla çevrili bir ülke” anlatımı, günümüz dünya şartlarına uygun bir anlatım olabilir mi? Hiç mi ‘dost’umuz yok? Çocuklarımıza ‘rütbe’leri ezberlettirmenin ne faydası var? Bu ders kitabında anlatılanların günümüz şartlarına uygun hâle getirilmesinde ya da tamamen rafa kaldırılmasında fayda var. Garip olan bu ders kitabında anlatılanlara eğitim camiasından ciddî itirazlar gelmemesi... Gelen bazı itirazların da ‘yoğun gündem’ arasında unutulup gitmesi. Eğitimcilere bir defa daha seslenelim: Bütün ders kitaplarının günün şartlarına uygun hâle getirilmesi için elbirliği ile çalışalım! 22.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Robert MİRANDA |
|
Wisconsin hapishanelerinde Risâle-i Nur hareketi |
Bir zamanlar Amerika hapishanelerinde sadece Hıristiyanlık dinine ait hizmetlere izin verilmekteydi. Bunun istisnası olarak bir tek Yahudiler için, dışarıdan özel bir Haham getirtilerek Sebt (Cumartesi) törenleri yapılmasına da izin veriliyordu. Kur’ân-ı Kerim resmî olarak Amerikan hapishanelerinde yasaktı ve eğer bir mahkûmda bulunacak olursa el konuluyordu. Bu durum 1960’lara kadar bu şekilde devam etti. O tarihten sonra ise İslâmiyet resmen tanındı ve hapisteki Müslümanlara da kendi dinlerinin gereklerini yerine getirme hakkı tanınmaya başlandı. Bir zamanlar bir çok Amerikalı mahkûm tarafından garip ve korkulan bir din olan İslâmiyet bugün hapishanelerde çok iyi tanınan bir din haline gelmiş durumda. İşin gerçeği, 500 binin üzerinde Müslüman şu anda Amerika’nın federal, devlet ve yerel hapishanelerinde diğer 8 milyon Amerikalı mahkûm ile birlikte cezalarını çekiyor. İşin tuhaf yanı ise, bu Müslüman mahkûmların bir çoğu aslında hapse ilk girdiklerinde gayrimüslimdiler. Nitekim, son 10 yılda, Amerikan hapishanelerinin resmî yetkililerinin açıkladığı bilgilere göre büyük sayıda mahkûm manevî duygularını tatmin etme ihtiyacından dolayı İslâmiyet’i seçmiş durumda. Raporlarda dile getirilen bir başka husus ise, bu mahkûmların Müslüman olduktan sonra kişiliklerinde ve davranışlarında olumlu yönde gözle görülür bir ıslâh ve iyileşme belirlenmesi... Yapılan araştırmaya göre hapse girip de dini bir arayışa giren mahkûmların yüzde 80’i bu arayışlarının sonunda İslâmiyet’i seçmiş. Bu gerçek ise Amerika’da gerek hapis içinde gerekse dışında İslâmiyet’in yayılışının bir başka delilidir. Amerika’nın bu yeni gerçeğini araştıran bilim adamlarına göre, bu insanların İslâmiyet’i seçmelerinde iki temel faktöre rastlanıyor. Birincisi, hapse giren gayrimüslim insanlar, burada tanıştıkları Müslüman mahkûmlarla bir arkadaşlık kurarak ve onlarla kurdukları sosyal ilişkiler neticesinde İslâmiyet’e ilgi duymaya başlıyor. İkincisi ise, başta Kur’ân-ı Kerim olmak üzere İslâmî eserleri keşfeden ve okuyan mahkûmlar kendi aralarında bir tartışma ve sohbet ortamı oluşturuyorlar. Amerikalı mahkûmlar için de, İslâmiyet, batı ve doğu dinleri arasında orta bir noktada duruyor. İhtida eden mahkûmlar, Kur’ân-ı Kerim’de yer alan tarihi anlatımlara ve kıssalara ilgi duyuyor ve özellikle İslâmiyet’i Hıristiyanlık ve Yahudilikten ayıran karakteristik özelliklerinden dolayı cazip buluyorlar. Bu özellikler ise; ruhani bir hiyerarşi ve ayrıcalıklı sınıf bulunmaması, eşitlikçi olması, dünyanın politik, sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarına şümullu çözüm ve reçeteler içermesi ve olağünüstü derecede rasyonel olması... İslâmiyet diğer doğu dinlerinden oldukça farklı özelliklere sahip. İslâm’da, Yaratıcı ve Kâinatın Hakimi olan Allah tektir; bunun yanında insanlarla doğrudan irtibatlı, onlarla kutsal kitapları, melekleri ve peygamberleri aracılığıyla iletişim kurar; ahlâkî kuralları ve emirleri vardır; insanlar yaptıkları yüzünden sorumlu ve Allah’a hesap verecektir. İslâmî dünya görüşü bir amaç ve mânâ taşımaktadır. İnsanoğlu Allah’ın yeryüzünde bir halifesi ve O’nun emanetinin yüklenicisidir. Bu dünyanın bir sonu olacak ve son bir diriliş gerçekleşecek, hesap verilecek ve neticesinde insana sonsuz bir varlık bahşedilecektir. Bunların yanı sıra, mahkûmlar İslâm’ın ibadetleri ve pratiklerine de sıcak bakıyorlar, zira bunları yerine getirmek için herhangi bir aracıya, kuruma veya hiyerarşik kişiye ihtiyaç duyulmamaktadır. Böylece mahkûm ibadetinin kabulü için herhangi bir kilisenin otoritesine gerek duymayacaktır ki, mahkûmlar için en cazip olan İslâmiyet’in bu türden bütün hiyerarşik anlayışlara zıt olmasıdır. Gerçekten de, bu vesileyle dışardan kimsenin aracılığı ve onayı olmadan ibadet edebilecektir. Ayrıca günde beş defa büyük bir düzen ve özenle cemaat halinde kılınan namazlar da oldukça ihtişamlı ve etkileyici olmaktadır. Diğer yandan, Ramazan ayı geldiğinde de, hapishanedeki mahkûmlar üzerinde özel bir etki oluşuyor. Oruçta yaşanan kişisel disiplin ve adanmışlık duygusu onları oldukça etkiliyor. Buna ek olarak, İslâmiyet toplum içinde yaşayan kişilerin ıslâh ve terbiyesine çok önem vermektedir. Zaten bir suçtan dolayı içeri giren mahkûmlar bu süreç içinde yardım ve ilgiye ihtiyaç duymaktadır. Bir mahkûmun ıslâh ve rehabilitasyonu ise hapishanede başlamalı ve oradan çıktığı zaman da devam etmelidir. Bir kişinin ıslâhı ise “kişisel bir temizlenme” (tezkiye-i nefis) süreci ile başlar. Bunun için de, iman, takva ve ameli salih kombinasyonuna ihtiyaç vardır. İnanan bir insan, “cihad” olarak nitelenebilecek bu “tezkiye-i nefis” mücadelesinin içinde sürekli yer almalı ve bu süreçte Rabbinden daima rahmet ve rızasını talep ederek, ümitvar olmalıdır. Amerika hapishanelerinde İslâmiyet ile şereflenen insanların mensup olduğu etnik grupların en büyüğü Afro-Amerikanlar’dır. Geçtiğimiz günlerde ise, Milwaukee’de faaliyet gösteren Risâle-i Nur USA, benim genel müdürlüğünü yürüttüğüm Hispanik Yardımlaşma Vakfı Esperanza Unida ve yine Milwaukee’deki Muslim Action Network grubu, Wisconsin eyaleti genelinde hapislerde tutulan Müslüman mahkûmların ihtiyaçlarını karşılama konusunda bir işbirliği başlattı. Bu çalışma çerçevesinde, hapishanelerde yatan ve İslâmiyet’i yeni seçmiş yüzlerce Amerikalı mahkûma Risâle-i Nur’un mesajı ve Said Nursî’nin düşünceleri anlatılacak. Ayrıca özel bir çalışma olarak, Said Nursî’nin hapishanedeki mahkûmlara özel olarak yazmış olduğu mektuplar derlenerek bir kitapçık haline getirilecek ve Amerika’daki bu mahkûmlara ücretsiz dağıtılacak. Bizim ümidimiz odur ki; bu mahkûmlara bu mesajlar ulaştırıldıktan sonra, bu insanlar hapisten çıkıp toplum içine karıştıkları zaman, Esperenza Unida olarak, kendilerine meslekî eğitimler verilecek, iş bulmalarına yardımcı olunacak ve Risâle-i Nur USA grubu ve Muslim Action Network ile irtibatları sağlanarak İslâmî pratikleri yaşamaya devam etmeleri ve hapiste öğrendikleri dinimiz ile ilgili daha derin bilgi sahibi olmaları sağlanacaktır. İnşallah, bu gayretimizde muvaffak oluruz.
Risale-i Nur grows in Wisconsin
The only religious services permitted in American prisons were for Christianity. The only other exception was for Judaism, and a rabbi from outside the prison was provided to offer Sabbath services. The Qur'an was not allowed in American prisons and if found with an inmate, was confiscated. It was not until the 1960s that Islam received legal recognition allowing Muslims the right to practice Islam while incarcerated.
Once considered by many American prisoners as a strange and feared religion, Islam today is no longer an unknown religion within American prisons. In fact, over 500,000 Muslims are incarcerated in Federal, state and local prisons that currently incarcerate more than 8,000,000 Americans.
Most of the inmates now in prison came into prison as non-Muslims. However, in the past 10 years, American prison officials are acknowledging that large numbers of inmates are converting to Islam for the fulfillment of spiritual needs. Many officials also acknowledge that once these inmates convert to Islam, a positive change in their personalities is noticed by their non-Muslim overseers.
It is estimated that of those who seek faith while imprisoned, about 80% come to Islam. This fact alone is a major contributor to the phenomenal growth of Islam in the U.S. in and outside of prison.
According to scholars researching this American phenomenon, two factors stand out as most significant for those encountering Islam. First, some prisoners come in contact with a Muslim acquaintance or friend, and through this casual social association, an attraction to Islam begins. Second, exposure to Islamic literature of some kind - including the Qur'an – stimulates debate and discussion among the prisoners.
For American prisoners, Islam becomes a middle point in this search between Western and Eastern religions. The converts are familiar with historical descriptions in the Qur'an and are attracted by distinctive characteristics of Islam that separate it from Christianity or Judaism, such as: no clerical hierarchy or a privileged class; its egalitarianism; its comprehensively encompassing apolitical, economic and social agenda for this world; and its superb rationality.
Islam is even more distinct from other Eastern religious alternatives. God, the Creator and Lord of the Universe is One; as well as personally involved in human affairs, communicating via His Book, His Angels and His Prophets; there is a moral order and humans are answerable to God for their actions. The Islamic worldview carries a purpose and meaning. Humankind is God's representative on Earth and endowed with His trust. There will be an ending, and a final resurrection leading to a final judgment followed by a state of eternal existence.
Also, inmates particularly appreciate Islamic practices because they are unbound by any institutional or hierarchical requirement. An inmate does not need a church authority for its confirmation; in fact, for the prisoner, Islam is antagonistic to any concept of clerical hierarchy. Indeed, he can perform the prayers without resorting to outside attestation. One cannot but be impressed by the elegance of the five daily obligatory salat (prayers) performed in a group. As another instance, the month of Ramadan in particular, has a special significance for inmates in prison. The self-discipline and devotion it inspires impresses them.
In addition, Islam places great emphasis on the reformation of an individual within a society. Even more so, on individuals who are guilty of a crime, they should be reminded and helped in this endeavor. Reformation and rehabilitation of an inmate must start within the prison and continue when he or she leaves. Individual reformation starts with a self-purification process (tazkia tun-nafs) that includes cultivation of faith (iman) and God-consciousness (taqwa), combined with the righteous conduct (aml salih). A believer must be constantly engaged in this struggle (jihad) of tazkia tun-nafs with his ultimate desire being to attain the grace (rahmah) and pleasure (rida) of God.
The largest ethnic group to convert to Islam in America’s prisons is African American.
Recently, Risale-i Nur USA in Milwaukee joined with the Hispanic non-profit group that I am executive director, Esperanza Unida and the Muslin Action Network in Milwaukee in order to address the needs of Muslims incarcerated in Wisconsin prisons.
Through this effort, the message of Risale-i Nur and the work of Said Nursi will be introduced to a larger number of newly converted Muslims in prison. To the incarcerated we are going to introduce Said Nursi’s booklet in which he wrote his letter to the prisoners providing them with words of hope and guidance as they pursued the path of Islam. It is our intention to ensure that once these prisoners are provided this powerful message, they return to the community and report to Esperanza Unida, where they will get job training, job search support and are networked with Risale-i Nur USA and the Muslim Action Network so that they may continue to practice Islam, the religion they embraced while incarcerated.
Inshallah, we will succeed. 22.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Hayra alâmet değil |
BDP’lilerin bir-iki haftadır seslendirdikleri bir endişe var: “TSK’nın terör örgütüne karşı hazırlıkları devam eden bahar operasyonları yoğunlaşırsa, zaten yürümeyen açılım iyice tıkanır, gündem tekrar teröre döner.” Son günlerdeki gelişmeler, bu öngörüyü doğrular nitelikte. Operasyon-çatışma-mayın-şehit haberlerinin yine sıklaşması hayra alâmet değil. Geçen yılki “TSK mayınları” sebebiyle verdiğimiz 7 şehitle ilgili olarak, dosyanın 10 ay sonra havale edildiği Askerî Savcılıkça yürütüldüğü belirtilen soruşturmada hâlâ bir netice alınamamışken, üstelik olayın yine örtbas edilmek istendiğine dair ipuçlarının belirdiği iddia edilirken gelen yeni şehit haberleri hem bir kez daha yürekleri yakıyor, hem de şüpheleri derinleştiriyor. Böyle bir ortamda Samsun ve Karadeniz odaklı bir gerginliğin Kayseri üzerinden yaygınlaştırılmaya çalışılması da tesadüf olmasa gerek. Samsun’da Ahmet Türk’e vurulan yumruğu, Ladik’te iki polisin şehadetiyle sonuçlanan terör saldırısının izlemesi, birkaç gün sonra Kayseri’deki şehit cenazesinde Enerji Bakanının yumruklanması ne anlama geliyor? Şimdi de yumruk provokasyonlarıyla mı ortalık kızıştırılmak isteniyor? Kayseri’deki yumrukçunun hem İP’le bağlantılı, hem de “milliyetçi bir sendika” üyesi olup, “deli bozkurt” diye anıldığına dair haberler ne anlama geliyor? Ergenekon yapılanmasına temel oluşturan kızılelma koalisyonunun tipik bir örneği mi? Saldırıların, “çok sıkı güvenlik tedbirleri”nin alındığı veya öyle olması gereken ortamlarda yapılması, farklı soru işaretlerini de akla getiriyor. “Habur’daki karşılama” olayı için seslendirilen “Devlet içindeki açılım karşıtları tezgâhladı” iddiasının farklı versiyonları, ard arda gerçekleşen yumruk provokasyonları için de ifade ediliyor. “Güvenlik güçlerinin içinde, yumrukçulara yol açıp fırsat veren birileri mi var?” diye soruluyor. Gündemi teröre, şehit cenazelerine ve bu tür provokasyonlara kaydırma tezgâhının, Meclis Genel Kurulunda görüşülmeye başlanan anayasa paketiyle ilgisi olup olmadığı da merak konusu. Bilindiği gibi, açılım projesi de, açıklanan mutasavver içeriğindeki yetersizliğe rağmen, ard arda gelen provokasyonlarla tıkanmış durumda. Önce Habur’daki karşılama görüntülerinin yol açtığı zincirleme tepkiler. Ardından yeni şehitler verdiğimiz Reşadiye saldırısı. Bunlardan sonra, evvelâ “Kasım’da yine başlayacak” denilip, bilâhare yılbaşına ertelendiği söylenen Kandil, Mahmur ve Avrupa dönüşlerinden artık söz eden bile yok. Proje kapsamında telâffuz edilen “taş atan çocuklar” tasarısı ise, son olarak havale edildiği alt komisyondan hâlâ çıkabilmiş değil. Bu arada, EMASYA protokolünün iptal edildiğinin açıklanmasından hemen sonra, 8 Şubat’ta Genelkurmay’ın bütün birliklere bir yazı göndererek, “Protokolün iptali, toplumsal olaylara müdahalede bir değişiklik getirmedi. Garnizon komutanları bu tür görevlere İl İdaresi Kanunu dahilinde devam edecektir” bilgi ve talimatı verdiğine dair haber (Bugün, 16.4.10), o konuda da değişen birşey olmadığını gösteriyor. Protokolün iptali üzerine şunları yazmıştık: “EMASYA kalktı, ama dayanağını oluşturan İl İdaresi Kanunu 11/D maddesi hâlâ yürürlükte. Ve EMASYA sonrasında bu maddenin etkinleştirileceği ifade ediliyor. Oysa bu maddede yine gayet sıkıntılı düzenlemeler mevcut. (...) Bu fıkra bu haliyle uygulamada kalmaya devam ettiği müddetçe işin içinden çıkılamaz. Ve EMASYA’yı kaldırıp bu maddeyi etkinleştirmek, sıkıntının artarak devamını netice verir. Dolayısıyla, 11/D’nin de mutlaka ıslahı şart...” (Bkz. “Derin tuzaklar” başlıklı yazımız, Yeni Asya, 6.2.10) Açılımın lâfta kaldığı ve fiilen tıkandığı bir ortamda, bir taraftan provokasyonlarla toplumsal gerilimin tırmandırılıp İl İdaresi Kanunuyla askere verilen yetkilerin kullanılmasına müsait bir zemin oluşturulması, diğer taraftan operasyonların hızlandırılması, Türkiye’yi nereye götürür? 22.04.2010 E-Posta: [email protected] |