Saliha FERŞADOĞLU |
|
Düşler diyarında |
Tarihî surlardan şehri kuşbakışı izlerken manzaranın güzelliği karşısında adeta dilimiz tutulmuştu. Dünyanın en eski şehirlerinden biri tam karşımızda duruyor, nazlı nazlı bizi süzüyordu. Eteklerimden sürükleyen rüzgâra aldırmaksızın ânı kalıcı kılma çabasıyla objektifimi dört döndürüyor; ha bire deklanşöre basıyordum. Mezuniyet gezisi için çıktığımız yolculuğun ilk adreslerinden biriydi Diyarbakır. Kalabalık, coşkulu ve antika sokaklarından geçerken insanlarının gülümseyen yüzleri, hoş geldiniz diyen dilleri şaşırtıyordu bizi. Ulu Cami'de namaz kılarken, birkaç dakikada yanı başımızda saf tutanlarla ahbap oluyor; tatlı bir sohbetin içinde buluyorduk kendimizi. Deliller Hanına girdiğimizde bir an Bursa’da Kozahan’da oluverdim; nitekim ikisi de büyük medeniyetlere başşehirlik yapmış kardeş şehirdi, birbirinden izler bulabiliyordum kolayca. Mesudiye Medresesinde ecdadımın yaptığı o harikulâde taş işçiliği, kısır san'at tarihi bilgime rağmen elvan elvan lezzetler sunuyordu bana. Ardından Zinciriye Medresesine gitmek üzere yola koyulduk. Yakmayan güneşin, susatan sıcaklığında yollar aştık. Medresenin yüksek kapısından içeri girdiğimizde serin bir hava buyur edercesine karşıladı bizleri. Duvarlarında sırlar barındıran bambaşka bir dünyanın içindeydik. Antik binayı incelerken bir köşede evrad u zikir okuyan Bediüzzaman’ı görür gibi oldum. Geçmişle gelecek birbirine karışmış; Bediüzzaman’ın Diyarbakır’a gelip on beş gün kaldığı Zinciriye Medresesinde anlardan bir anda karşılaşmıştık. Gördüğüm sadece bir düştü; belki de gerçek!* Düşlerden sıyrılıp otobüsümüze döndüğümüzde grup başkanımız bize yaşlı bir amcayı tanıttı. Otobüsün önündeki “Uludağ İlahiyat Fakültesi” yazısını görmüş; hemen bizimle ilgilenme görevini üstlenerek yanımıza gelmişti. Kendisine has o tatlı şivesiyle hoşamedi methiyeleri dizdi; size yemek yedirmeden bırakmam, dedi. Candan samimiyeti ve misafirperverliği bizi derinden etkileyiverdi ânında. Kırk beş kişilik grubu ağırlamak için ısrar eden amcanın dâvetini kıramayarak, kendimizi acılı ciğer kebaplarının mis kokularıyla sarılı bir lokantasında bulduk. Verdiği nimetlerinden dolayı Rabbimize şükür ve hamd ile hürmet ettikten sonra amcanın hayır dualarını alıp Diyarbakır’ın sokaklarında bir kez daha geçmişten izler aramak üzere kaybolduk. “Were qizamin were, resmeke miji biksine.” Anlamayan gözlerle teyzenin yüzüne baktım. Alnındaki dövmesi hemen dikkatimi çekti; desenli yeşil elbisesi, beyaz başörtüsü, gelenekselliğin kışkırtıcı güzelliği ile gülümseyerek bana bakıyordu. Safderun kalbinden yayılan içtenliği hemencecik etkilemişti beni. “Efendim! Anlamadım”, hüzünle baktım yüzüne. Yanındaki amcalar imdadımıza yetişip bize tercüman oldular. “Fotoğrafını çekmeni istiyor.” Şaşırdım, hiç tanımadığı birine kendisinden bir iz bırakmak isteyişi garip ve çekici geldi bana. Candan ve hiç çekinmeksizin, ışıl ışıl gözleriyle poz verdi. Bizim oraları, ülkenin batısını düşündüm; sokaklarda bana poz vermeyen, n’apacaksın abla, diye şüpheyle yaklaşan çocukları hatırladım. İçimde yaptığım karşılaştırmaları erteleyip teyzenin birkaç fotoğrafını daha çektim; modelliği için tebessümle teşekkür edip başımı sallayarak “hoşça kal” dedim ona. Diyarbakır ve Güneydoğu bende garip, hoş ve eşsiz hatıralar bıraktı. Ne zaman gerçek hayatın keşmekeşinden, ikiyüzlülüğünden ve karanlık dehlizlerinden kaçmak istesem, zihnimin anı defterini çıkarıyor, o günlere dalıp yeniden bir Güneydoğu gezisi yapıyorum. *Olay tamamen kurgudur.
21.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Önceki Yazıları (14.04.2010) - Gülerken ısırılmak (07.04.2010) - Cevabını arayan soru |